Vahdet ve Ahlak
Yüce kitabımız Kûr’ân-ı Kerim’i tetkik ettiğimizde temel çağrı olarak insanlara sunulan mesaj Allah Teâlâ’ya iman ekseninde vahdet ve ahlâk olgusudur. Her iki olgu da aslında tevhid ilkesine taallûk etmektedir. Bunu, Sevgili Peygamberimiz’in (s.a.a), (büyükçe bir kayanın üzerine çıkıp) Mekke halkını Allah’a ve tevhidi değerlere davet ederken kullandığı en önemli cümlelerden birinde görüyoruz: “Ey Allah’ın kulları! Kardeş olunuz!” (Kunû yâ ibadallahi ihvâna) Muhakkak ki, bu çağrı tamamen vahdet içerikliydi. Allah Resulü (s.a.a) bu çağrıyla kardeşlik bilincini pekiştirerek vahdet ekseninde insanları birlik ve dayanışma içerisinde olmaya davet ediyordu.
Resûlü Ekrem Efendimiz (s.a.a) bir başka hadis-i şeriflerinde ise, “Ben yüce ahlâkı tamamlamak üzere görevlendirildim” diye buyurmaktadır. İslâm dinine göre ahlâk olgusu sadece nezaket kuralları ve etik değerler manzumesi değildir. İslâmî ahlâk, bireysel görgü kurallarından, ticarî hayata ve oradan siyasetin en uç noktasına kadar hayatın her alanını kapsamaktadır. Kısacası insanoğlu için ahlâkın olmadığı hiçbir alan yoktur. Ahlâk olgusu herşeyden önce ardır, namustur.. Bu zaviyeden baktığımızda mahremimiz bizim için nasıl namus ise, ticarî ve siyasî hayatımız ve hatta ağzımızdan çıkan sözler dahi bizim için namustur. Ahlâk olgusuna biz Müslümanlar böylesine geniş bir perspektiften bakmak durumundayız.
Bir darbı mesel ile konuyu açacak olursak: “Mahallenin namusu.” Evet bir Müslüman özelde kendi mahremi nasıl onun için kutsal bir namus ise, mahallenin namusu da onun için ilâhî bir emanettir. Mahalleden kasıt elbette ki, sadece meskûn olduğunuz mahâl değildir. Tüm İslâm coğrafyasıdır. Hatta bütün bir yeryüzünü kapsar. Zira Kûr’ân-ı Kerim’de buyruluyor ki, “Siz insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz, iyi olanı korur ve tesis edersiniz; kötü olanı (ahlâka mugayir olanı) bertaraf edersiniz.” (Al-i İmrân:110) Ayetten de anlaşıldığı gibi, Yüce Rabbimiz toplumsal ahengi korumak ve devamlılığını sağlamak noktasında iyi olan vahdeti tesis ve kötü olan, yani ahlâka mugayir olan davranışları bertaraf etmemiz için biz Müslümanlara kutsal bir misyon yüklemiş bulunmaktadır.
Şu hâlde vahdet ve ahlâk olguları biz Müslümanların olmazsa olmazıdır. Ama ne yazık ki, İslâm dünyasına baktığımızda Müslüman halkımızın fersah fersah uzak olduğu değerler bu iki olgudan başkası değildir. Müslümanlar sosyal ve siyasal hayat içerisinde adeta alt kimlikleriyle temayüz etmektedirler. Hâl böyle olunca etnosantrik duygular, ötekileştirme temayülü ve akabinde gelen husumetler Müslümanları birbirleriyle çatışır hâle getirmiş bulunmaktadırlar. Bu durum vahdetin zıddı olan bölünmüşlük ve tefrikadan başka bir şey değildir. İşte Yüce Rabbimiz, bu davranışı biz Müslümanlardan şiddetle men etmekte ve akibeti hususunda uyarmaktadır.
“Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider…” (Enfâl:46)
Kûr’ân-ı Kerim’in birçok ayeti ile uyarılmaktayız. Oysa İslâm ümmeti olarak uluslararası arenada bir varlık gösteremeyişimiz, gücümüzün gitmiş olması, dağınıklığımız ve hercümerç hâlimiz izahtan vareste bir şekilde ortada.. Açık bir şekilde itiraf edecek olursak, İslâm ümmeti olarak büyük bir vebal altındayız. Zira, vahdet konusunda sınıfta kalmış durumdayız. Ahlâk bağlamında ise İslâm ümmeti büyük bir erozyona uğramış vaziyettedir. Ortadoğu kan ağlıyor. Diğer İslâm beldelerinde de huzursuzluklar, düşük yoğunluklu şiddet olayları ve kaos ortamı had safhada. Bir taraftan çatışmalar kitleler hâlinde can kayıplarına sebep olurken, diğer taraftan kentsel yerleşim birimleri, alt yapı ve ekonomi dibe vurmuş durumdadır. Bayındırlık hizmetleri, imar, bilim ve sanat hak getire.
Böylesi bir ortamda istikrar, huzur ve kalkınmadan söz edilebilir mi? Kısacası İslâm ümmeti vahdetini yitirip ahlâkî değerlerden uzaklaştığından dolayı, doğal olarak Kûr’ân’da ön görülen medeniyetten de fersah fersah uzak yaşamaktadır. İki milyara yakın nüfus potansiyeli ile ümmetin şu hâline bir bakın! İran İslâm Cumhuriyeti hariç, İslâm âlemi adeta Amerika’nın şamar oğlanına dönmüş vaziyette. ABD alçağı İslâm coğrafyalarında istediği gibi hüküm ferma sürüyor. Tahakkümcü politikalarıyla yerel işbirlikçi hükümetleri de yedeğine alarak bölgemizi “enerji kaynaklarını güvenlik altına almak” adına dizayn ediyor. Yani enerji kaynaklarını rahatça talan etme adına cazip jargonlar kullanarak her geçen gün tahakküm alanını genişletip pekiştiriyor.
Şu hâlde Müslümanlar olarak ne yapmalıyız? Öncelikle şunu belirtmiş olalım ki, insanoğlu eksiği ve ihtiyacı ne ise onu gidermenin çabası içerisine girer. Kısmen bu duygu hayvanlarda da vardır. Karnı aç ise onu doyurmanın derdindedir. Ama insaoğlunun ihtiyaçları sadece karın doyurmaktan ibaret değildir. İnsanoğlunun birçok ihtiyaçları vardır. Barınma ve karın doyurma önceliği olmakla birlikte, insanoğlu herşeyden önce genel ahlâk kurallarına uygun güven ve huzur dolu bir ortanda yaşamak ister. Bu ise toplumsal konsensus ve sosyal mutabakatla olur. Biz bunu Sevgili Peygamberimiz’in (s.a.a) 52 maddelik bir Anayasa metni ile (hukukun üstünlüğünü esas alarak) Medine’de kurmuş olduğu site devletinde görmekteyiz.
Bilindiği gibi Medine’nin eski ismi Yesrib idi. Bu şehir İslâm’la şereflendikten sonra medeniyetin beşiği hâline geldi ve bu anlama gelen Medine ismi ile anılır oldu. Çünkü Sevgili Peygamberimiz (s.a.a), az önce ifade ettiğimiz gibi Allah Teâlâ’nın yasalarına uygun bir medeniyet projesini pratize edip hayata geçirmiş ve böylece Medine’de toplumsal istikrarı sağlamıştı. Orada da Allah Resulü’nden (s.a.a) önce insanlar sürekli kabileler arası çatışma halinde idi. Bugünkü gibi Yesrib’e istikrarsızlık ve kaos ortamı hakimdi. Can güvenliği diye bir şey yoktu. Bugün tekfirci grupların yaptığı gibi kadınlar köle pazarlarında alınıp satılıyordu. Medine’ye İslâm hâkim olduktan sonra o beldede istikrar ve güven ortamı da sağlanmış oldu. Kısacası Sevgili Peygamberimiz (s.a.a), vahyin kılavuzluğunda Medine’de mükemmel bir medeniyet projesini hayata geçirmişti.
Bu sürdürülebilir, devamlılığı sağlanabilir bir proje idi. Ama öyle olmadı. Akamete uğratıldı. Bu proje Allah Resulü’nün (s.a.a) ahirete irtihalinden sonra engellenmeyip, istikrarlı bir şekilde yoluna devam etseydi hiç kuşkusuz İslâm âleminin durumu ve hatta dünyanın çehresi bugün böyle olmayacaktı. Müslümanlar bu nedenle Medine dönemini hep hasretle ve özlemle anmaktadır. Ve buna istinaden o hasretin ve öykünmenin tezahürü olarak o güzelim, o mübarek, o lâhutî zaman dilimine “Asr-ı Saâdet” denilmektedir.
Sonuç olarak ifade etmek istediğimiz o ki, İslâm ümmeti eğer bugün içerisinde bulunduğu hercümerçlikten, dağınık ve perişan hâlinden kurtulmak istiyorsa adres “Saâdet Asrı”dır. Bunu günümüze refere edebilmemiz mümkün olmayan bir şey değildir. Yeter ki, Müslüman cemaatler, Müslüman gruplar, Müslüman hizipler, âlimlerimiz ve kanaat önderlerimiz vahdet bilinciyle hareket etsinler ve bizler için “usvetun hasene” olan Sevgili Peygamberimiz’in (s.a.a) ahlâkını kuşanma azminde olsunlar. İstikrarlı, ayakları yere basan salih bir toplum oluşturmamın yolu buradan geçmektedir.
“Ey iman edenler, eğer siz Allah'a (Allah adına İslama ve müslümanlara) yardım ederseniz, (vahdeti tesis ederseniz) O da size yardım eder ve sizin ayaklarınızı yeryüzünde sabit ber kadem kılar..” (Muhammed:7)
(İslami Analiz)