Bu gidiş nereye?
Başlığımız Tekvin Sûresi’nin 26’ncı ayeti kerimesi. Rabbimiz ayette soruyor, “Nereye gidiyorsunuz?” Veya “Bu gidiş nereye?” Ayet adeta bugün nazil olmuş. İslâm ümmetinin gerek bireysel ve ailevî olarak ve gerekse toplumsal bazda gidişatı pek hayra âlamet değil. Ümmet olarak olağanüstü bir değerler erezyonuyla ve bir savrulma ile karşı karşıyayız. Bireysel ilişkilerde erdemin yerini benmerkezcilik almış. Aile yapılarındaki ahlâki savrulma gözle görülür bir şekilde nüksetmiş vaziyette. Âdeta yeni bir cahiliye dönemi yaşanmakta.
Sevgili Peygamberimiz’in (s.a.a) Medine’de ikame ettiği ahlâkî ve hukukî değerler bugün ümmet genelinde âdeta unutulmaya yüz tutmuş ve cahilî örf ve geneleklere doğru bir evrilme söz konusu. Bu durum karşısında insanın, “Bu gidiş nereye?” diyesi var. Özellikle son yüz yıl içerisinde İslâm ümmetinin ulus devletlere bölünmesiyle ve yönetim biçimi ve yaşam tarzı olarak Batı’ya entegre sürecinin başlatılmasıyla zaman ve süreç içerisinde Müslüman ailelerde ve toplumda İslâmî değerlere karşı kayıtsızlık baş göstermiş oldu. Buna son otuz yıldır iletişim aygıtlarının etkisini de ekleyecek olursak savrulmanın hangi boyutlara ulaştığını daha net görmüş olacağız.
Zaten baştan beri eğitim kurumlarının agnostik içerikli dezenformasyonu bu savrulmalara en etkin zemini hazırlamıştı. Ayrıca Kûr’ân kurslarının, tekke ve zaviyelerin kapatılması ve uzun süre İmam Hatip Okulları’nın olmayışı halkımızı tamamen ilâhî değerlerden mahrum ve manevî yoksunlukla karşı karşıya bırakmış oldu. (Elbette ki söz konusu ettiğimiz tekke ve zaviye gibi sivil kurumların Osmanlı’nın son dönemindeki yozlaşmış hâli ve İmâm Hatip’lerin ders müfredatlarındaki Emevî mezhep referansları da tartışılmalıdır.) Her şeyden önce İslâm evrensel bir dindir. Bunun eğitim kurumları da evrensel olmalıdır.
Ümmetin ortak değerleri bizim üst ve asıl kimliğimizdir. Eğitim kurumlarımız ve medyamız da bu minvâl üzere olmalıdır. Devlet yapılanmamız da ha keza.. İslâm ulusal kimliklere ve ulusal sınırlara hapsedilemez. Ümmetin mevcut hâli bölünmüşlüğümüzü ve keşmekeşliğimizi çok yalın bir şekilde ibraz etmektedir. Öncelikli olarak bu gidişe dur demek gerekmektedir. Başta sivil toplum kurumlarımız ve siyasilerimiz bu işe ivedilikle el atmalıdır. Ayrıca âlim ve kanaat önderlerimize de çok işler düşmektedir. Şu acı gerçeği itiraf etmiş olalım ki, İslâm ümmeti her alanda savrulma ve değerler erozyonu yaşamaktadır.
Bu durum çok geniş kapsamlı bir çabayı zorunlu kılmaktadır. İslâm ümmeti tekrar öz değerlerine rücu etmelidir. Bu olmazsa zillet hâlinden kurtulmamız mümkün değildir. Biz Müslümanlar olarak Rabbimizin zikrine topyekûn sarılmak zorundayız. Yüce Rabbimiz bu bağlamda biz Müslümanları şiddetle uyarmaktadır: "Kim de benim zikrimden yüz çevirirse, artık onun için sıkıntılı bir geçim vardır ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz." (Tâ Hâ:124) Ayette de belirtildiği üzere biz Müslümanlar Rabbimizin zikrinden yüz çevirirsek bunun dünya hayatındaki karşılığı istikrarsız bir yaşam, ahiretteki karşılığı ise kör olarak haşredilmektir.
"O da (şöyle) demiş olur: ‘Ben görmekte olan biriyken, beni niye kör olarak haşrettin Rabbim? (Allah da) Der ki: ‘İşte böyle, sana ayetlerimiz gelmişti, fakat sen onları unuttun (onlardan yüz çevirdin), bugün de sen işte böyle unutulmaktasın." (Tâ Hâ:125-126)
İslâm ümmetinin Allah Teâlâ’nın zikrine uygun bir yaşam çabasına baktığımızda ne yazık ki, büyük ekseriyetin böyle bir hassasiyete sahip olmadığına tanık olmaktayız. Zaten yaşanmakta olan ailevî ve toplumsal istikrarsızlıklar bu gerçeği ibraz etmeye yetiyor. Geçimsizlikler, tahammülsüzlük, yıkılan yuvalar ve bu minvâl üzere yaşanan şiddet olayları her şeyi ortaya koyuyor. Gençlerin hâli de içler acısı. Çoğu gençler lümpen ve başıboş yetişiyor. Okuyan gençlerimizin çoğu sadece dünyevî ikbâl üzere okuyor. Yani dünyevî anlamda ileride iyi bir meslek sahibi olsalar da kişilik ve şahsiyetlerinin İslâm’a uygunluğu hep tartışma konusu olacaktır. Zira temel olmayınca binadan nasıl söz edilebilir?
Kısacası ümmet bazında sosyolojik gidişata baktığımızda durumun hiç de iyi olmadığını görüyoruz. Bu nedenle başlığımızdaki ayetle soruyoruz: “Bu gidiş nereye?” Rabbimiz âdeta çıkmaz sokaktan söz ediyor ve uyarıyor: “Nereye gidiyorsunuz?” “Bu gidiş sizi hayra ve istikrara götürmemektedir. Yanlış yoldasınız. Sırat-ı mustakim’e dönün. Tek kurtuluş yolu ‘sırat-ı müstakim’dir. Mutluluğun, barışın, huzurun ve istikrarın yegâne yolu ‘sırat-ı mustakim’dir. Bu yol ancak sizi düze çıkarabilir. Başka yollar ise cehenneme gider.”
Evet, vahyin diline kulak vermeliyiz. Yüce Rabbimiz şöyle müjde vermektedir: “Ey iman edenler, eğer siz Allah'a (Allah adına İslama ve müslümanlara) yardım ederseniz, O da size yardım eder ve sizin ayaklarınızı sağlamlaştırır.” (Muhammed:7) Ayetten çok açık ve bariz bir şekilde anlaşılan o ki, eğer Müslümanlar topyekûn Allah’ın dinine yönelirse, Allah’ın evrensel hükümlerine sarılırsa hiç kuşkusuz hayırlı sonuçlara ulaşılacaktır. Huzurun, istikrar ve gücün adresi İslâm’dır. İslâm’a ihlâsla, samimiyetle sarılmamız hâlinde iyi sonuç muhakkaktır: “Şüphesiz iyi akîbet (güzel sonuç) takva sahiplerinindir.” (Hûd:49)
Allah Teâlâ’nın uyarı ve tavsiyelerine ne kadar kulak kabartıyoruz? Bize vahyin dili ile, “Fe eyne tezhebûn?” (Nereye gidiyorsunuz?) deniyor. Bu söze mukabil hiç vakit kaybetmeden durup düşünmeliyiz. Gittiğimiz yol ‘sırat-ı mustakim’e uygun mu? Yaşam biçimimiz zaten her şeyi ortaya koyuyordur. Bize düşen sadece kendimizi ve gidişatımızı (güzergâhımızı) yoklamamızdır. “Fe eyne tezhebûn?” ile eğer uyarılıyorsak, ki uyarılıyoruz, şu hâlde uyarıyı umursamalıyız. Bir özlü sözde şöyle bir ifade geçmektedir: “Uyarı ve nasihatları ne kadar umursamazsanız kendinize o ölçüde zarar zarar vermiş olursunuz.”
“Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa Allah onun işini kolaylaştırır.” (Talak:4)
Aslında bütün mesele ayette belirtildiği gibidir. Allah’a karşı gelmekten sakınanların yardımcısı elbette ki, Allah Subhanehu ve Teâlâ’dır. Yine aynı şekilde “İyi akıbet muttakilerindir” müjdesi de aynı anlama gelmektedir. Sunuç olarak ifade etmek istediğimiz o ki, İslâm ümmeti olarak karanlık bir dönemden geçiyoruz, savrulma fırtınası ve erozyana uğrama furyası içerisindeyiz. Kamusal alandaki olumsuzluklar ve Orta Doğu’daki durumdan elbette ki etkileniyoruz, ancak bu durum bizi ümmet bilincinden ve sırat-ı mustakim’den asla ayıramamalı. Bu hengâme içerisinde değerlerimizden asla ödün vermemeliyiz. Ortamın namüsait olması bize züğürt tesellisi olmamalı.
Rabbimiz buyuruyor ki: “Ey imân edenler! Yakıtı insanlarla taşlar olan cehennem azabından kendinizi ve evlâd-ı iyâlinizi koruyunuz.” (Tahrim:6) Eğer biz bunu başarırsak Rabbimiz’in “Fe eyne tezhebûn?” sözünün muhatabı olmayacağız.
(İslami Analiz)