İslâm Birliği ve Önündeki Engeller
İçerisinde bulunduğumuz toplumda sözüm ona akademisyen ve profesör titri (unvanı) olan nice insanlar televizyon kanallarına çıkıp ırkçılık ve statüko üzerinden propagandalar yaparak (zaten parçalara bölünmüş ümmeti bu parçalanmışlık hâlinde tutmak için) ayrıştırıcı/ötekileştirici ifadeler kullanarak diğer ırklara ve hassaten Arap ve Fars kardeşlerimize adeta kasıtlı olarak halkımızı kin ve düşmanlığa tahrik ediyorlar. Yok efendim Araplar bizi arkamızdan hançerlemiş, yok efendim geçmiş tarihten beri Farslar bize düşmanmış!
Sayın okuyucumuz, böyle cehalet olur mu? Suud aşireti İngiliz ajanı Lawrence ile yaptığı işbirliğiyle Osmanlı askerini arkadan hançerlemişse biz bunu genele yayıp "Bize ne Araplardan, bize ne Filistin'den, bugün Araplar bize yaptıkları ihanetin bedelini ödüyor" türünden ifadeler nasıl kullanabiliriz? Bölgemizde 400 yıla yakın, yani 17 Mayıs 1639 Kasr-ı Şirin Anlaşması'ndan bu yana sınır ihtilafı, çatışma ve husumet yaşamadığımız tek ülke İran iken, bugün dostluk ve ticarî ilişkilerimiz çok iyi bir düzeydeyken nasıl olur da "Farslar bize tarih boyu düşman" diyebiliriz?
Bakınız, bu tür tezvirat içerikli hamasi yaklaşımlar halkımızı kin ve düşmanlığa tahrik etmekten ve hedef saptırmaktan başka bir şey değildir. Bu husumete sözüm ona bazı âlim diye geçinen veya mütedeyyin olarak bildiğimiz bazı kalem erbabı da çanak tutmaktadır. Siz içtihad farklılıklarını hamasi bir üslupla anlatırsanız, sizi dinleyen cemaat veya müntesipleriniz bu farklılıktan dolayı ötekileştirme moduna girecektir. Bu bir hedef saptırmadır, zira hedef Allah Teâlâ'nın emri muvacehesinde birlik çabası içerisinde olmamız gerekirken, hedef vahdet ve kurumsal "İslâm Birliği" iken maatteessüf ki bu ilâhî gayeden saparak bölünmüşlük hâlimiz muhafaza edilmeye çalışılmaktadır.
Daha somut örnek verecek olursak, sözüm ona âlim diye bilinen bu zevat mezhep taassubu ile hareket ederek komşumuz İran halkına yönelik kin ve nefret kusmaktadır. Müntesiplerine de fıkhi farklılıkları "imândan inhiraf" olarak empoze etmektedirler. Oysa içtihad bir "istinbat" olayıdır, çıkarsamadır ve sahibini bağlar. Fıkhi konular ayrıştırma/ötekileştirme sebebi olamaz. Böylesi bir tutum bağnazlıktır, kapkara bir cehalet örneğidir. Öncelikle şu hakikâti bilmiş olalım ki, İslâm sevgi ve uhuvvet temeline dayalı kuşatıcı, kucaklayıcı ve evrensel bir dindir. Hatta aziz İslâm dininin evrensel "kuşatıcı ve dayanışmacı" misyonu gayri müslimleri de kapsamına almaktadır. Yüce Rabbimiz buyuruyor ki: "Dininiz hususunda sizinle savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmaya teşebbüs etmeyen gayri müslimlerle iyi ilişkiler geliştirmenizi Rabbiniz men etmemektedir." (Mümtehine: 8)
Hâl böyle iken biz nasıl olur da mezhebi saikle Müslüman kardeşlerimizi dışlayabilir, onlara husumet besleyebiliriz? Rabbimiz bize, "Toptan Allah'ın ipine sarılın, tefrika düşmeyin, dağılıp ayrılmayın..." (Al-i İmrân: 103) diye buyurmaktadır. Diğer bir ayet-i kerimede ise, "Eğer birlik olmazsanız gücünüz/devletiniz gider." (Enfâl: 46) diyerek bizleri uyarmaktadır.
Biz bu ayetler istikametinde hareket etmemiz gerekirken aksi bir tutum sergilersek, yani ilâhî buyrukların hilafına bir davranış içerisinde olursak Allah Teâlâ'ya isyan etmiş olmaz mıyız? Böylesi öteleyici ve ayrıştırıcı tutumlar sergilemek bölünmüş olan ümmetin bu hâlde kalmasını sağlamaya çalışmaktır. Bu ise kişiyi şirke sokar. Yüce Rabbimiz buyuruyor ki: "Sizin ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabbimizim o hâlde bana kulluk edin." (Enbiya: 92) "Bir tek ümmet" nasıl olur da 57 ulus devlete bölünmüş olur? Bu durum sosyal şirktir. Sevgili Peygamberimiz buyuruyor ki: "İmân etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe imân etmiş olamazsınız." Hiç kuşkusuz sevgi birliğin kopmaz bağıdır. Sevgi birlik demektir. Allah Teâlâ'nın sevgisini kazanmamız için biz Allah'ı, Resul'ünü, Resul'ün Ehl-i Beyt'ini ve bütün mü'min kardeşlerimizi sevmek durumundayız. "De ki: 'Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.” (Al-i İmrân: 31)
"Ey Reslüm de ki: 'Bu tebliğime karşılık sizden bir ücret istemiyorum, ancak yakınlarıma (Ehl-i Beyt'ime) meveddet (sevgi) göstermenizi istiyorum." (Şûra: 23)
Sayın okuyucumuz bu ayeti neden aktardık? Bakınız komşumuz İran halkının büyük ekseriyeti Ehl-i Beyt muhibbi ve bu ayet muvacehesinde fıkıh ve mezhep anlayışına sahipler. Ne yazık ki, İslâm dünyasının büyük bir kesimi bu farklılığı büyük bir ayrışma unsuru görerek mezhep üzerinden bu kardeşlerimizi ötekileyip dışlayabilmektedirler. Oysa ayette belirtildiği üzere Ehl-i Beyt'e sevgi ve ihtiram bütün Müslümanlara farzdır ve imâna taallûk etmektedir.
Her şeyden önce şunu bilmiş olalım ki, bizim yüce dinimiz sevgi ekseninde, sevgiye odaklı bir dindir. Bizim dinimiz en yalın hâliyle "sevgi" dinidir, şefkat ve merhamet dinidir.
Bu yüzden bizim tevellâ ve teberra ölçülerimiz bellidir. Biz kötü olanı, zalim ve necis olanı sevemeyiz. Biz zalim Yezid'i, biz Firavun ve Firavun sistemlerini sevemeyiz. Kısacası biz İslâm ve insanlık düşmanlarını sevemeyiz ve itaat edemeyiz. "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Zalime meyletme (zalime itaat etme), yoksa sana da ateş dokunur." (Hûd: 112-113) "Kâfirlerin emrine itaat etmeyin." (Şuarâ: 151)
Allah Teâlâ kâfirlere, yani İslâm'ın kanun, kural ve hukuk sistemini reddedenlere Müslümanlar üzerine velâyet yetkisi vermemektedir. İslâm'ın insanı erdemli kılan, insanı izzet ve şeref sahibi yapan üstün ahlâk ilkeleri bütün Müslümanlar için kırmızı çizgidir. Bu ilkelerden biri de Müslüman kardeşinin onur ve haysiyetini zedeleyecek itham ve tezviratta bulunmamaktır. Yukarıda söz konusu ettiğimiz gibi nice hoca ve âlim diye geçinen zevat var ki, sırf Müslüman kardeşi farklı mezhepten diye olmadık bühtan ve tezviratlarda bulunabilmektedirler.
Bütün bu hüccet içerikli açıklamalarımızdan sonra ifade etmiş olalım ki, İslâm ve insanlık düşmanı olan büyük şeytan ABD ve ABD'nin ileri karakolu haydut Siyonist çete dururken sırf mezhebi saikle hayali düşman üretmeye kalkmak ümmetin evlâtlarına ve Allah'ın dinine ihanettir. Böylesi bir yaklaşım aynı zamanda büyük şeytan ABD ve Siyonist çeteye hizmet eden çok sinsi bir plânın parçası ve payandası olmaktır.
Bize aleni olarak düşmanlık yapan, bizi 15 Temmuz darbesi ile yıkmaya çalışan, terör örgütlerine 50 bin TIR dolusu silahı vererek bizi (stratejik ortaklık ve müttefiklik adı altında) sırtımızdan hançerleyen ABD değil mi?
Asıl düşmanımız haydut ABD ve Siyonist çetedir. Bunu bilmiş olalım. Bizim yegâne ülkümüz ve yegâne amacımız "İslâm Birliği" olmalıdır zira bu vecibe imâna taallûk etmektedir. Bu vecibeyi müesses nizama dönüştürecek olan ise Müslüman ülkelerin başındaki siyasiler olmalıdır. Müslüman halkımız siyasî tercihte bulunurken böyle bir beklenti ve taleple yola çıkmalılar. Çok açık bir şekilde ifade etmiş olalım ki "İslâm Birliği" diye bir programı, bir hedefi olmayan siyasi parti veya yapıların Allah Teâlâ ve İslâm ümmeti nezdinde meşrutiyeti yoktur. Müslüman bir ülkedeki partilerin varlık sebebi, yönetmeye talip oldukları halkın aidiyet değerlerine mütenesip programlarının olmasıdır. Bu imâna taallûk eden bir meseledir. Siz iktidara gelmeye ve halkı yönetmeye talipseniz halkın inanç ve değer yargılarını gözönünde bulundurmak zorundasınız. Müslüman halkalar tercihlerini bu şekilde yapmalılar. Kısacası Müslümanlar siyasî tercihte bulunurken programında "İslâm Birliği" olan parti, yapı ve kurumları tercih etmeliler.
Ne yazık ki bugün Müslüman ülkelerin başındaki yöneticilerin çoğunda böyle bir amaç, böyle bir gaye ve hedef bulunmamaktadır. 57 Ulus devlete bölünmüş ümmet coğrafyalarına vaziyet eden yöneticilerin çoğu statükodan yana, yani mevcut parçalanmış durumun muhafazasının derdinde. Bu tutum Allah Teâlâ'ya ve ümmete ihanetten başka bir şey değildir. Oysa siyasî erkin varlık sebebi halkın aidiyet değerleridir. Müslümanlar olarak bilmemiz gereken vazifemiz o ki, tevhidî değerler çerçesinde verilecek siyasî, kültürel ve her türlü kolektif mücadelede "ümmetin vahdeti" ve "İslâm Birliği" öncelenmelidir... (Hazım Koral - Hürseda)