Siyonist Çete ile Normalleşme Açmazı
Karşılıklı büyükelçi atama seviyesine ulaşan normalleşme karşısında mütedeyyin insanlarımızın çoğu (pasif de olsa) bir takım tepkiler vererek bu gelişmeyi kahır içerisinde izliyor. Kimi insanlarımız Ak Parti iktidarından dolayı " kol kırılır yen içinde kalır" düşüncesiyle acı acı yutkunuyor.
Bazı statükocu/milliyetçi seküler insanlarımız, ulus devlet refleksiyle, "İsrail, Birleşmiş Milletler nezdinde bir devlettir, Mavi Marmara olayından dolayı aramızda husumet olsa da, kural olarak, 'devletler arası ilişkilerde daimi düşmanlık yoktur'. Bu nedenle normalleşme adına geliştirilecek diplomatik ve ticarî ilişkiler ulusal çıkarlarımız için gereklidir" diyebiliyorlar. Siyasîlerimiz de bu konuda "iki arada bi derede" kalıyorlar. Zira mütedeyyin halkımız kendilerine oy verip iktidara getirdi. Haliyle bu kesim insanlarımızın hükümetten bir takım beklentileri olması yerinde bir durumdur...
Hangi saikle ilişkiler büyükelçilik düzeyine çıkarıldı? Müslüman camia olarak bunu anlamakta zorlanıyoruz. Davos'taki (20 Ocak 2009) "One Minute" çıkışına baktığımızda ve sonrasında Mavi Marmara baskını (31 Mayıs 2010) ile 10 vatandaşımızın katledilmesi üzerine eli kanlı Siyonist çete ile ilişkilerimiz kopmuştu. Bu olaya istinaden siyasîlerimiz sert beyanatlarda bulunmuş ve Gazze sahiline bir liman yapacaklarını ve buradan ambargo altındaki Gazzeli kardeşlerimize gıda, inşaat ve tibbi malzeme ulaştırılacağı söylenmişti. Ayrıca Gazze'ye bir barış gücü konuşlandırılacağından söz edilmişti. Ne yazık ki ivedilikle olması gereken bu iki masumane vaad yerine getirilmedi...
O dönemde yaşanan tuaf bir durum ise Siyonist çetenin Obama aracılığı ile özür dileme muhabbeti. Oysa bu tamamen blöften ibaretti. Ki özür dilense ne olur, ne değişir? 10 insanımız katledilmişti ve bunun mutlaka yaptırımı olmalıydı. Bu işin özürle ne alâkası var? İstem dışı, yanlışlıkla birine veya birilerine zarar verdiğinizde hem özür diler, hem maddî/manevî hasarı diyetle de olsa telafi edersiniz. Burada öyle bir durum yok. Burada uluslararası kara sularında tasarlanarak/ organize edilerek ve taammüden/kasıtlı olarak yapılan bir baskın ve 10 vatandaşımıza yönelik işlenen cinayet var...
Bakınız bu toplu cinayete misilleme olarak asıl yapılması gereken neydi onu aktaralım: Mavi Marmara hadisesi bizim için onur ve namus meselesi olmalıydı ve işgal topraklarına asker çıkarmalıydık. İşgalci eşkiya sürüsünü Filistin topraklarından kovmalıydık. Bu yapılsaydı Erdoğan'a bütün İslâm âlemi "İkinci Selahaddin Eyyubi" derdi. Filistin'in fethi Erdoğan'a nasip olurdu. Çok mu hayalperestiz acaba? Hayır efendim, asla hayalperest değiliz.
İzah edelim, bu eşkiya sürüsü 14 Mayıs 1948 yılında Birleşmiş Milletler'in kendilerine tanıdığı sınırı aşmış ve Filistin topraklarının büyük bir kısmını süreç içerisinde işgal etmiş durumda. Bakınız, henüz Arap Hazanı patlak vermemiş ve Erdoğan'ın Esad'a "Kardeşim" dediği günlerdeyiz. Bugünler öyle güzel günlerdi ki, Suriye Hükümeti ile "Ortak Bakanlar Kurulu" oluşturmuştuk ve sınırlardan pasaporsuz giriş - çıkışlar başlamıştı. Adeta "tek devlet" olmamıza ramak kalmıştı. Böyle bir gelişme ile birlikte işgal altındaki Filistin topraklarına yapacağımız operasyona koordineli bir şekilde Suriye birliklerini katıp, onları Golan Tepeleri üzerine salacaktık. Ayrıca Suriye'nin öteden beri Filistin ve Lübnan'a silah sevkiyatından dolayı İran ile "Askerî İşbirliği Anlaşması" var. Bu durum karşısında İran askerî birimleri konuşlanmış olduğu Güney Lübnan topraklarından işgal altındaki Filistin topraklarına Hizbullah milis güçleriyle birlikte giriş yapacaktı.
İslâmî koalisyon birlikleri olarak üç koldan başalatılan bu ihtişamlı opersyona büyük bir ihtimalle cesaret bulan Ürdün ordusu da iştirak edecekti. Öte yandan Sina Yarımadası'ndan mahrum bırakılan Mısır kara birliklerini Gazze Refah Sınır Kapısı'ndan içeri sokacaktı. Bakınız böyle bir harekât 1973 yılındaki Yum Kippur Savaşı'na benzemeyecekti. Çünkü Türk ve İran ordusu üstün muharrib gücüyle işgalcileri 24 saat içerinde tarümar edip işgal ettikleri topraklardan (ciddi bir mukavemetle karşılaşmadan) kovacaktı.
Çok açık ve net bir şekilde ifade etmiş olalım ki, böyle bir harekât ve böyle bir operasyon yapılmış olsaydı kesinlikle Filistin'in işgali son bulacaktı ve denizden nehire bütün Filistin toprakları özgürlüğüne kavuşacaktı. Öte yandan, Hayfa limanına gelen gemilerimizin bir kısmı işgalcileri geldikleri ülkelere geri götürmek için sevkiyata başlamış olacaktı.
Bir kısmı da Batılı ülkelerin ve Birleşmiş Milletler'in getirdiği gemilere bindirilip geldikleri ülkelere gönderilecekti. Bu iki aşamalı operasyon olacaktı, ilk olarak 1948 sonrası işgal altında olan topraklara giriş yapılacaktı. İşgalcilere yönelik bir savaşta Birleşmiş Milletler'in uluslararası savaş hukukuna göre itiraz hakkı yok. Kendi kurallarına göre bugüne kadar işgalcilere karşı askerî yapılması gereken neydi onu aktaralım: Mavi Marmara hadisesi bizim için onur ve namus meselesi olmalıydı ve işgal topraklarına asker çıkarmalıydık.
İşgalci eşkiya sürüsünü Filistin topraklarından kovmalıydık. Bu yapılsaydı Erdoğan'a bütün İslâm âlemi "İkinci Selahaddin Eyyubi" derdi. Filistin'in fethi Erdoğan'a nasip olurdu. Çok mu hayalperestiz acaba? Hayır efendim, asla hayalperest değiliz. İzah edelim, bu eşkiya sürüsü 14 Mayıs 1948 yılında Birleşmiş Milletler'in kendilerine tanıdığı sınırı aşmış ve Filistin topraklarının büyük bir kısmını süreç içerisinde işgal etmiş durumda.
Bakınız, henüz Arap Hazanı patlak vermemiş ve Erdoğan'ın Esad'a "Kardeşim" dediği günlerdeyiz. Bugünler öyle güzel günlerdi ki, Suriye Hükümeti ile "Ortak Bakanlar Kurulu" oluşturmuştuk ve sınırlardan pasaporsuz giriş - çıkışlar başlamıştı. Adeta "tek devlet" olmamıza ramak kalmıştı. Böyle bir gelişme ile birlikte işgal altındaki Filistin topraklarına yapacağımız operasyona koordineli bir şekilde Suriye birliklerini katıp, onları Golan Tepeleri üzerine salacaktık. Ayrıca Suriye'nin öteden beri Filistin ve Lübnan'a silah sevkiyatından dolayı İran ile "Askerî İşbirliği Anlaşması" var. Bu durum karşısında İran askerî birimleri konuşlanmış olduğu Güney Lübnan topraklarından işgal altındaki Filistin topraklarına Hizbullah milis güçleriyle birlikte giriş yapacaktı.
İslâmî koalisyon birlikleri olarak üç koldan başalatılan bu ihtişamlı opersyona büyük bir ihtimalle cesaret bulan Ürdün ordusu da iştirak edecekti. Öte yandan Sina Yarımadası'ndan mahrum bırakılan Mısır kara birliklerini Gazze Refah Sınır Kapısı'ndan içeri sokacaktı. Bakınız böyle bir harekât 1973 yılındaki Yum Kippur Savaşı'na benzemeyecekti. Çünkü Türk ve İran ordusu üstün muharrib gücüyle işgalcileri 24 saat içerinde tarümar edip işgal ettikleri topraklardan (ciddi bir mukavemetle karşılaşmadan) kovacaktı.
Çok açık ve net bir şekilde ifade etmiş olalım ki, böyle bir harekât ve böyle bir operasyon yapılmış olsaydı kesinlikle Filistin'in işgali son bulacaktı ve denizden nehire bütün Filistin toprakları özgürlüğüne kavuşacaktı. Öte yandan, Hayfa limanına gelen gemilerimizin bir kısmı işgalcileri geldikleri ülkelere geri götürmek için sevkiyata başlamış olacaktı. Bir kısmı da Batılı ülkelerin ve Birleşmiş Milletler'in getirdiği gemilere bindirilip geldikleri ülkelere gönderilecekti. Bu iki aşamalı operasyon olacaktı, ilk olarak 1948 sonrası işgal altında olan topraklara giriş yapılacaktı.
İşgalcilere yönelik bir savaşta Birleşmiş Milletler'in uluslararası savaş hukukuna göre itiraz hakkı yok. Kendi kurallarına göre bugüne kadar işgalcilere karşı askerî operasyonu Birleşmiş Milletler yapmalıydı zaten. Ama olur mu, iki yüzlü Birleşmiş Milletler bunu yapar mı? Şu hâlde iş başa düşmüşken Müslüman ülkeler bir koalisyon güç hazırlayıp bu işi yapmalı/yapmalıydı. Mavi Marmara bu iş için kaçırılmaz fırsattı. Büyük şeytan ABD'nin tehditlerine rağmen Kıbrıs Çıkarması'nı yapan Erbakan Hocamız eğer iktidarda olsaydı D-8 kapsamında mutlaka bu işi yapardı.
Bakınız üzerine basarak ifade edecek olursak, bu durum karşısında ne Birleşmiş Milletler ne de her hangi bir ülke buna itirazda bulunamazdı. Çünkü girilecek yer Birleşmiş Milletler nezdinde bile İsrail'e ait olmayan topraklar.
Burada bir çatışma çıksa bile bu işgalcilere karşı olduğu için uluslararası arenada hiçbir soruna neden olmayacaktı. İşgal topraklarında itlaf edilen işgalcilerin uluslararası savaş hukukunda bile savunulacak bir tarafı yoktur. İşgalcilerin orada bulunmaya hakkı olmadığı gibi onların o topraklar üzerinde can güvenliği de olamaz.
Ayrıca olayın muhtemelen şu boyutu da var: Siyonist çete 48 sınırlarına geri püskürtüldüğü an büyük ihtimalle saldırganlığından vazgeçmeyecek. Bu durumda yapılması gereken yapılır ve bütün Filistin toprakları bu haydut Siyonistlerden temizlenirdi. Evet, yapılması gereken buydu...
Türkiye buna yapmaya muktedirdi. Üstelik 1974 senesindeki askerî envanterimizde olan silah ve mühimmatla günümüzde olan arasında dağlar kadar fark var.
Bugün en üst düzeyde modern araç - gereçlerle donanıma ulaşmış muharrib gücümüz karşısında ne Siyonist çete ve ne de onların hamileri duramaz. Bakınız 1974 senesinde kısıtlı imkânlarımızla 6'ncı Filo'nun tehdidine rağmen Kıbrıs'a çıkarma yapmıştık. Buna karşılık ABD bize ambargo uygulamıştı. Uygulanan ambargoya misilleme olarak Erbakan Hocamız 25 Temmuz 1975 senesinde bütün ABD üslerini kapatmıştı.
Kıbrıs fatihi Erbakan Hocamız ayrıca ABD'ye bağımlılığımızı sonlandırmak için ASELSAN'ı, ROKETSAN'ı ve TÜBİTAK'ı kurmuştu. Bugün gelinen nokta itibariyle silah sanayimiz dünyanın en ileri gelen ülkeleriyle yarışır vaziyette. Biz kendi gücümüze güvenirsek birçok sorunun üstesinden bi iznillah gelebiliriz.
Bakınız bir örnek verecek olursak, ABD, Hollanda'da bir diskotekte öldürülen vatandaşı için Libya'yı bombaladı ve Kaddafi'nin 6 aylık çocuğu ile birlikte diğer birçok masum insan da öldürdü. Bu olay karşısında dünyanın gıkı çıkmadı. "Ama efendim öyle demeyin, biz Siyonist çeteyi oradan kovamak için işgal topraklarına çıkarma yapsak dünya bize ne der?" Ya Allah aşkına bırakın dünyanın ne diyeceğini, biz her şeyden önce Osmanlı'nın bakiyesi olarak Filistin toprakları üzerinde garantörlük ve patronajlık hakkımız var. Bu hakkımıza sahip çıkarak Mavi Marmara sonrasında adam gibi bir girişimde bulunmalıydık.
Bildiğiniz üzere 60'lı yıllarda Kıbrıs'taki din kardeşlerimize ve soydaşlarımıza yönelik ENOSİS Rum çeteleri katliam yapmıştı. O dönemin siyasîleri Kıbrıs'a çıkarma yapma kararı almıştı. Bunu öğrenen ABD Başkanı Lyndon B. Johnson hemen kolları sıvayıp peşpeşe tahkirat ve tehdit içerikli Ankara'ya iki mektup göndermişti. (İlk mektup Başbakan İsmet İnönü muhatap alınarak 5 Haziran 1964 yılında gönderilmişti.) Başta İnönü olmak üzere dönemin pısırık siyasîleri hemen geri adım atarak bu işten vazgeçmişlerdi. Aynı katliamlar 1974 senesinde vuku bulduğunda bu sefer devrede Mücahid Erbakan vardı. Ecevit'in, ısrarla "Kıbrıs üzerinde garantörlük hakkı olan İngiltere bu sorunu çözsün" demesine rağmen Erbakan'ın dirayetli tutumu üzerine Kıbrıs'a çıkarma yapılmıştı. Üstelik geçmişte olduğu gibi yine ABD'nin tehditleri üzerine bu çıkarma yapılmıştı. Halkımız ona boşuna "Mücahid Erbakan" demiyordu.
Sonuç olarak ifade edecek olursak Siyonist işgal çetesi ile ilişkilerimizin büyükelçilik seviyesine ulaştırılması normalleşmede gelinen son noktadır. Biz Arap ülkelerinin Siyonist çete ile normalleşme sürecine girip yapmış oldukları "Yüzyılın Anlaşması" ve "Abraham Sözleşmesi" adı altındaki ihanetleri kınarken kendi hükümetimizin bu tutumu bizi ziyadesiyle üzmüş bulunmaktadır. Müslüman kamuoyumuz Filistin davamıza ihanet anlamına gelen bu tür işkilere asla razı değildir.
Numan Kurtulmuş'un, "İsrail ile yapmış olduğumuz bu anlaşmalar bizim Filistin davamızdan vazgeçtiğimiz anlamına gelmez, Filistin bizim kırmızı çizgimizdir" demesi bizi tatmin etmemektedir... (Hazım Koral - Hürseda Haber)