Gökdelenden Aşağı İttiğimiz Kendi Vücudumuz
Şimdi asansör kazasında hayatını kaybeden işçilere üzülüyoruz. Dün Soma'daki maden işçilerine ve başta tersaneler olmak üzere diğer iş kazalarında iş güvenliği gerektiği gibi sağlanamadığı için hayatını kaybeden işçilere üzüldüğümüz gibi. Gelgelelim üzülmek hiçbir şeyi yerli yerine koymaya yetmiyor. Sorumluluk alması beklenenler belki vicdan azabı duyuyorlardır ama klişe tabiriyle sistem değişmedikçe, kanunlardaki yaptırımlar ağırlaştırılmadıkça işçiler ölmeye devam ediyor, edecek.
Şimdi Yeni Türkiye'nin bu kana doymayan sistemle kendi yetkinliğine ulaşması elbet beklenemez. Bir yandan siyasette olduğu kadar sanatta kültürde, sivil toplumda medeniyeti ayağa kaldıracak değerlerin ihyasını konuşuyoruz. Bir yandan da bu değerlerin insanlığa vaadini gerçekleştirmek üzere sadece sivil toplumun değil, devletin izleyeceği politikalar üzerine düşünmeye devam ediyoruz.
Hal böyleyken iş güvenliğini sağlayamayan, rant için toprakta boş yer bırakmadan hunharca bina diken ve kamu yararını gözetmeksizin bina dikenleri teşvik ederek nemalanan her kim olursa olsun insanlığa vaat edeceği evrensel bir değerden bahsedilemez. İster özel sektör, ister belediye veya devlet kurumu olsun icraatlarında adalet ve liyakat ile hareket etmeyenlerin büyük ve çoğulcu bir medeniyet kurma yolunda katkı sunması mümkün değil.
Önceki yazımda maneviyat ihtiyacındaki kitlelerin 'dosdoğru' bir biçimde yönlendirilmesi için kurumların öncelikle liyakata önem vermeleri gerektiğinden ve halihazırda özellikle kültür işleri konusunda pek çok kurumdaki işlevsizliğin arka planındaki kişisel yararcılık ve itibar ile yetinen kısır zihniyetten dem vurmuştum.
İşçi ölümleri ve iş güvenliği gibi insan hayatıyla ilgili aciliyet kespeden konular elbet kültür işlerini tartışmaktan daha önemli. Fakat söz konusu aksaklık yukarıda bahsettiğim o klişe tabirde bu mevzuları birleştiriyor: Sistem!
Evet bu ne tuhaf bir sistem ki taş bile değişirken o ısrarla aynı kalmaya devam edebiliyor. Gün geçmiyor ki yolda yürürken yandaki bina tarafından gasp edilmiş bir avlu, sahibine sus payı verilerek işgal edilmiş bir park yeri, kaçak çıkılmış bir çatı katı görmeyelim. Boğaz sahilinde restore edilen yalılarda bile bir kat, bir balkon, bir odacık fazla olsun diye çevreye verilmedik zarar kalmıyor.
Vatandaşın vergileriyle yapılan kaldırımlar doğal park yeri olarak kullanılabiliyor mesela. Küçük gibi görünen ama sistemin aşağıdan yukarıya nasıl çalıştığını gösteren bir örnek. Mülk sahiplerine kameriye veya havuz boşaltım alanı açabilmek için kayayı delip kaldırımı işgal eden işçilere, 'ezilirsem suçlu sizsiniz' diye çıkışıyordu geçen gün araçların yanından yürümek zorunda kalan bir hanım. Biçare işçi ne yapsın diye geçirdim içimden. Hatta kaya delinirken yerinden sökülen sokak lambasının hesabını dahi ondan sormak anlamsız.
Bu kendini öyle içerilere çapalayan bir sistem ki karşınızda sahici bir muhatap hiçbir zaman bulunmaz. Her sektör çalışanının istihdam niyetiyle bir tür taşeron olduğu bu vahşi yutucu sistemde kimse artık tok değildir maalesef. Yedikçe acıktıran bu sistemde sorumlu da yoktur artık.
Daha geçenlerde tanık oldum: İkinci derecede tarihi bir eserde çekim yapmak için Anıtlar Kurulu'na danışmadan bir çivi bile çakılması yasak olan bu mekanı kendi çıkarları doğrultusunda yeniden dizayn eden 'kültür sorumluları' karşısında... İtirazlarının boş duvarlara çarptığından yakınan vatandaşlara...
Sistemin bize unutturduğu gerçek oysa çok basit. Gökdelenden aşağı ittiğimiz kendi vücudumuz. Hangi kültür, hangi sanat, hangi estetik kıstası anlamlı kalabilir ki bu kadavralaştıran zihniyet karşısında...
Gelgelelim toprağı, ağacı, dereleri, barınma edebini medeniyet kıstası olarak ele almayan, ifrat tefrit arasında gidip gelen bir anlayış kendi bağrından çıkardığı evrensel sanatçılardan zaten korkuyor. Onların eserlerini bir kıstas olarak genç nesillere aktarmanın kıymetini bilmek yerine adeta inkâr ediyor. Yunus Emre veya Niyazi Mısri gibi 'canlı söz'lerin eserlerinin tüm zamanlara derman olan mânâsında derinleşmekle kendisi uğraşamadığı için gelecek nesillerle de bunu paylaşmanın gereğini idrak edemiyor.
Bir belediye başkanı veya bir kurumun hasbelkader kültür işleri sorumlusu olmuşsa artık kendi ufkunu genişletme gereği duymuyor. Unvanı ona yetiyor. Evrensel değerlerin ihyası gibi sözler sarf etse de 'ses getirecek işler' yapmaktan başka bir kıstasla ilgilenmiyor.
'Halk bundan anlamaz' diyerek daima en avam eserleri popüler sloganlar ve hamasi duygular eşliğinde yayarak ceplerini dolduran reyting baronları gibi tıpkı... Popüler olanla halkın yetinmesini, geçici zevklerle oyalanmasını bir medeniyet arızası olarak görmüyor pek çok kültür sanat sorumlusu. Elbet böyle olmayanlar var içlerinde. Ama onlar da çok kıymetli işlere imza attıklarında yeterince 'ses getirememiş' olduklarından arkalarında bir destek bulamıyorlar devamlılık için.
Nihayetinde kimse bunu bir denklem olarak hesap etmemiş de olsa: Halkı en sığ zevklere mahkum bırakanlar iş güvencesi yarım yamalak sağlanan işçilerin kazalarda hayatını söndüren sistemi beslemeye devam ediyorlar.
Liyakat, adalet, sahicilik, dosdoğru olma gayreti, merhamet, mahcubiyet, emanet şuuru, ehil olma uğraşı, dürüstlük, çoğulculuk gibi kıstaslar gözetilmeden 'yeni'yi gündelik siyasetin ve bir kısım sosyolojinin karasularından ileri taşıyamazsınız.
(Yeni Şafak)