Şafakta Kırk Yıl: 'İslam İnkılabı 40 yaşında'
Bismillahirrahmanirrahim
Bundan tam kırk yıl önce tarihler 1 Şubat 1979’u gösterdiğinde İmam Humeyni ülkesine geri döndü. “Şafakta On Gün” olarak anılan 1 Şubat ve 11 Şubat arasındaki günlerde şahlık rejiminden kalma tüm kurumlar ele geçirildi ve imamın ağzından İslami hükümetin kurulduğu ilan edildi. O yıllarda dünya iki kutuplu emperyal güçlerin kontrolündeyken İslami cumhuriyet olarak ortaya çıkan bu inkılab, İslam coğrafyasında büyük bir heyecan ve etki alanı oluştururken, doğu ve batı emperyalistleri tarafında ise endişe ve tedirginlik ile karşılanıyordu.
Dünya paylaşılmış, iki kutuplu bir düzen kurulmuş, her ne kadar aralarında kavga ediyor gibi görünseler de emperyal düzenin korunması ve menfaatler bu iki kutbu çoğu zaman bir arada tutabiliyordu. Hesapta olmayan bir devrim ve sonucunda kurulan islam cumhuriyeti, emperyal güçler ve özelde islam coğrafyasındaki işbirlikçi rejimleri mutlu etmemişti. İnkılabın ilk zamanlarında Müslüman entellektüeller eşi ve benzeri görülmemiş bir şekilde gerçekleşen devrimin ve sonucunda ilan edilen islam cumhuriyetinin Müslümanlar açısından bir laboratuvar vazifesi göreceğini, 1400 yıldır Müslümanların rüyasını süsleyen islam devleti düşüncesinin, çağdaş dünyada ne kadar başarılı olup olamayacağının zaman içerisinde belli olacağını ifade etmişlerdi.
Yazımın başlığını “Şafakta Kırk Yıl” koydum. İnkılabı ilk günlerinden bu günlerde kadar yakından takip etmeye çalışan biri olarak bu kırk yıllık hikayeyi pek çok yönleri ve sembolleriyle analiz etmeye çalıştım. Bir anlamda islam ümmetinin kırk yıllık serüvenini de içerisinde barındıran bu makale, umarım okuyucularımızın doğru bilgilere ulaşmasına vesile olur.
İran’ın Tarihçesi
İran toprakları üzerinde pek çok imparatorluk ve devlet kurulmuştur. Bu yönüyle İran, köklü bir devlet geleneğine sahiptir. Milattan önce Elamlıların kurduğu imparatorluk ve ardından Pers İmparatorluğu… Milattan önce İskender komutasındaki Yunanlıların, Pers İmparatorluğu’na ait tüm toprakları ele geçirdiklerini, egemenlikleri altına aldıklarını görüyoruz. Daha sonra Parthlar ve Sasaniler bölgede egemenliklerini sürdürürken, Hz. Ömer döneminde düzenlenen seferlerle Sasaniler çökertilmiş, bölgenin tamamı İslam hakimiyetine girmiştir. Daha sonra bölgede güçlenen Safaviler hakimiyet kurmuş Şeyh Haydar’ın ölümünden sonra oğlu Şah İsmail tahta geçmiştir. Akkoyunlular Devletini’ni yıkan Şah İsmail, böylece Safavi Hanedanını da kurmuş oldu. 1514 savaşında Çaldıran Savaşı’nda Osmanlılar, Şah İsmail’i ağır bir yenilgiye uğrattı. Şah İsmail öldükten sonra tahta geçen oğlu zamanında, İran bütünüyle Osmanlıların eline geçti. Tam burada şunu söylemeliyiz; kimileri tarafından Şah İsmail’le Yavuz Sultan Selim arasındaki çekişme ve savaş, İran’ın ebedi Türk düşmanı olarak algılanması yönünde kullanılır. Oysa Şah İsmail ve soyu da Türktür…
1729 yılında Savafiler, yeniden bölgede yönetimi ele geçirseler de daha sonra Nadir Şah ile birlikte Afşarlar’ın egemenliğini görmekteyiz. Nadir Şah’ın öldürülmesinden sonra Zendler, Afganlılar ve Kaçarlar taht için mücadele ettiler. Zendler, kırk yıla yakın bir zaman iktidarda kalsalar da bundan sonra yönetim 1925 yılına kadar Kaçarlar’da kaldı. 1925-1979 yılları arasındaki dönem ise Pehveli sülalesinin İran tahtında bulunduğu dönemdir.
1941 yılında Rıza Han, tahtı oğlu Muhammet Rıza Şah’a bıraktı. İran, Dünya ulaşım ağının göbeğinde yer alması,köklü geçmişi ve 1908 yılından sonra petrol ülkesi olması hasebiyle, her zaman stratejik bir önem sahip olmuştur. Bu özelliklerinden dolayı, iki kutuplu emperyalizmin de göz diktiği bir ülke konumundaydı.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyetler Birliği’nin ağırlığı İran üzerinde etkisini gösterdi. Komünist Tudeh Partisi kuruldu. Bu partinin desteği ile 1951 yılında Musaddık, başbakan olarak atandı. İngilizlerin petrol kuyularını işlettikleri ve büyük imtiyaz sahibi oldukları bu dönem, İngilizlerin yanında İran halkı ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmekteydi. Öyle ki İngilizlerin olduğu pek çok yere, İran vatandaşlarının girmesi dahi yasaklanmıştı. İngilizlerin bindiği otobüslere binemezlerdi.
Başbakan Musaddık, petrolü İngilizlerin elinden kurtarıp millileştirmek istiyordu. Bunu da açıkça söylüyor, bu yönde çalışmalar yapıyordu. İran halkı Musaddık’a destek veriyor, grevler, gösteriler düzenleniyordu. Şah, bu durum karşısında ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştı. 1953 yılında, ABD ve İngiltere destekli bir darbeyle, Musaddık başbakanlıktan alınmış ev hapsine tabi tutulmuştu. Şah, ülkeye geri dönmüş. ABD ile pek çok anlaşma imzalamış, İran tamamen Amerikan uydusu haline gelmişti. İran halkı için zulüm dolu bir dönem de böylece başlamış oldu…
İran Devrimi’ne Giden Süreç
Şah Rıza döneminde halk üzerindeki baskı artmış, muhalif sesler susturulmaya başlanmıştı. Şah Rıza, ihtişamlı toplantılarla, sarayında gününü gün ederken, halk sefalet içerisinde yaşamını sürdürüyor, İslami değerler hiçe sayılıyordu. 1963 yılında, Beyaz Devrim adı altında batılılaşma projesi hayata geçirilmeye çalışıldı. İran Halkı, sömürüden, zulümden bıkmış, ancak sindirilmiş ve korkutulmuş günler geçiriyordu. Şah’ın gizli servisi SAVAK, CIA ile birlikte operasyonlar düzenliyor, cinayetler ve tutuklamalar gün geçtikçe artıyordu. Bu durum, 1 Şubat 1979’da, İmam’ın Tahran’a döndüğü güne kadar sürecekti…
Devrim Süreci ve Devrim Sürecinin Önderi İmam Humeyni
İmam 24 Eylül 1902 Humeyn şehrinde dünya geldi. Babası Seyid Mustfa Musevi,Necef, dini ilimler havzasında ilim görmüş alim biriydi. Seyid Mustafa,İmam doğduktan 1 ay sonra, rejimin zorba güçleri tarafında kurşunlanarak şehit edildi. İmam, pek çok medrese ve ilim havzasında eğitim gördü. 1922 yılında üstad Hacı Şeyh Abdulkerim Hairi Yezdi’nin, Kum’a hicret etmesiyle o da üstadı ile Kum’a yerleşti İslami ilimlerde Eğitimini tamamladıktan sonra Kumda Öğrenci yetiştirmeye başladı…
İmam uzun yıllar boyunca Kum ilim havzasında, Fevziye Medresesi, Mescidi Azam, Hacı Molla Sadık medresesi, Selmasi Mescidi gibi birçok yerde fıkıh, usül, felsefe, irfan ve islam ahlakı dersleri verdi. İmam’ın öğrencileri arasında, Murtaza Mutahhari, Muhammed Hüseyin Beheşti, Muhammed Fazıl Lenkerani, Muhammed Hadi Marifet, Cafer Subhani, Seyid Mustafa Humeyni, Hüseyin Ali Muntezeri, Seyid Ali Hamaney, Seyid Muhammed Haşimi Şahrudi, Seyid Abbas Hatemi Yezdi, Hüseyin Rasti Kaşani, Muhammed Ali Girami de bulunmaktaydı…
İmam, despot saltanat rejimine karşı açıktan mücadele ederek halkı, şah rejimine karşı çıkmaya ve boykot çağrılarına başlamıştı. 1963 yılında Fevziye Medresesi Şah’ın askerlerince basılmış 5 Haziran 1963’te de İmam tutuklanmıştı. 10 Nisan 1964’te serbest bırakılmış, Mescidi Azam Camii’nde tarihi bir konuşma yaparak Şah’a karşı mücadelesinde vazgeçmeyeceğini ilan etmişti. 4 Kasım 1964’te İmam tutuklanarak Türkiye’ye sürgüne gönderildi. Türkiye’den 4 Ekim 1965 yılında Irak’a geçti. 14 Ekim 1965’te Necef’te ders vermeye başladı. 22 Ekim 1972’de oğlu Seyid Mustafa Humeyni, şah rejimi tarafından şehit edildi. 5 Ekim1978 de İmam, Irak’tan Paris’e geçti ve İslam Devrimi Şurası’nı oluşturdu. Artık İran’da devrim rüzgarları esiyordu. İran halkı hiçbir ideolojik ayrım yapmadan şah rejiminin yıkılması için gösterilere, boykotlara başlamış, İmam’ın devrim önderliği her kesimce kabul görmüştü. İmam’ın Paris’teki çadırı, muhalif tüm grupların bir araya geldiği bir merkeze dönüştü. Bu tarihe kadar İmam’ın Necef’te ve Paris’te yaptığı konuşmalar, teyp kasetlerine kaydediliyor ve İran’da gizli bir şekilde elden ele, evden eve dolaşıyordu. Kimi yorumcular devrime “Kaset Devrimi” adını bu yüzden takmışlardı.
1 Şubat 1979 günü İmam Tahran’a dönmüş “Şafakta on gün” adı verilen süreç de böylece başlamıştı. Tarihler 11 Şubat’ı gösterdiğinde İran’daki tüm kurumlar ele geçirilmiş ya da İmam’a bağlılıklarını bildirmişlerdi. Herkesin beklentisi cumhuriyet rejimine geçilmesiydi. Tudeh ve Halkın Mücahitleri örgütü bundan sonra mollaların medrese ve havzalarına çekilmeleri ve yönetimin kendilerine bırakılmasında yanaydı. 11 Şubat 1979’da geçici Mehdi Bazergan Hükümeti kuruldu. 31 Mart 1979’da referandum yapıldı ve İran İslam Cumhuriyeti resmen ilan edildi. 24 Ekim 1979’da Velayeti Fakih’i içeren anayasa da referandumla kabul edildi. 25 Ocak 1980’de Beni Sadr, İran’ın ilk cumhurbaşkanı olarak seçildi. İmam, Laiklerin, milliyetçilerin, komünistlerin ve islam şiarı ile sosyalizmi sentezleyen Halkın Mücahitleri örgütünün pek de hoşuna gitmeyen bir şey yapmıştı. İslam Cumhuriyeti’nin ilanı, batıda yeniden İran’a hakim olma umutlarını da suya düşürmüştü.hayal kırıklığına uğrayan sadece onlar değildi.Şii Devleti kurulacağını düşünen kimi mollalar da şaşkın vaziyetteydi. Bu mollalar, İmam’ın ümmet- vahdet çizgisine karşı özelikle Tahran’da ve diğer şehirlerde İmam’a hakaret içeren bildirileri el altından dağıtıyor, “Bizi Sünnileştiriyor” iddiasında bulunuyor, halkı Şia’ya sahip çıkmaya çağırıyorlardı. İmam tüm bu tepkilere aldırış etmeden yoluna devam ediyor, uluslar arası Daru’t tagrib toplantıları düzenleterek, Şii- Sünni ayırımı yapmadan, ümmet-vahdet çizgisini derin hatlarla çiziyordu. Aynı zamanda İslam Cumhuriyeti’nin yalnızca Şiilerin değil, tüm ümmetin cumhuriyeti oluğuna konuşmalarında ısrarla vurgu yapıyordu. İmam bu çizgisini, 4 Haziran 1989 yılında vefat edinceye kadar tavizsiz sürdürdü. Hiçbir aşırılığa izin vermedi. Ümmet ve vahdet çizgisini miras olarak yalnızca İranlı Müslümanlara değil, tüm dünyanın inkılabçı Müslümanlarına bıraktı… İmam, zamanında ümmete verilen mesajlarda Kudüs vurgusu, Mescidi Aksa vurgusu hep ön planda oldu. İmam, Müslümanları birbirleriyle uğraşmaktan vazgeçmeleri, asıl hedefin emperyalistler ve Siyonistler olduğu hususunda son nefersine kadar uyarmış, yaşadığı dönemde İslam Cumhuriyeti’nin bu çizgiden sapmasına asla izin vermemişti.
Mehdi Haşimi Meselesi
Mehdi Haşimi, devrimden sonra Ayetullah Muntazeri’nin de desteğiyle Devrim Muhafızları bünyesinde oluşturulan dünyadaki İslami hareketlerle ilgilenecek birimin başına geçirildi. Bu yapının aynı zamanda askeri bir yönü de vardı. Ve faaliyetleri islam devriminin geleceğini de yakından ilgilendiriyordu. islam cumhuriyetine karşı uluslar arası ve bölgesel kuşatmaların başlatıldığı dönemde, Mehdi Haşimi’nin yaptığı kimi faaliyetler, İslam Cumhuriyeti’ni zor durumda bırakır olmuştu. İmam’ın onayı ve hükümetin kararı ile Devrim Muhafızları tüzüğü değişmiş, Mehdi Haşimi’nin başında olduğu birim lağv edilmişti. Ayetullah Muntazeri’nin desteğiyle Mehdi Haşimi çalışmalarını illegal sürdürmeye devam etmiş, Devrim Muhafızları ile diğer komiteler arasında sorunların çıkmasına sebep olmuştu. 1986 yılında Tahran’da bir evde birçok silah ve döküman yakalanmıştı. Bu ev ve içindekiler Mehdi Haşimi’ye aitti. Evin sorumlusu tutuklandı. Ayetullah Muntazeri devreye girerek bu evin varlığından haberdar olduğunu sorumlunun derhal serbest bırakılmasını istedi. İmam, Muntazeri’ye bir mektup yazarak sert bir dille uyardı ve İslam Cumhuriyeti’nde illegal hiçbir şey yapılamayacağını ifade etti. Muntazeri, İmam’a bir mektupla cevap vererek Mehdi Haşimi’nin tüm faaliyetlerinden haberdar olduğunu söyledi. Haşiminin teslim olması istendi Muntazeri, Mehdi Haşimi’yi teslim etmeye yanaşmayınca,yapılan bir operasyonla Mehdi Haşimi tutuklandı, yargılandı ve 1987’de asılarak idam edildi. Mehdi Haşimi devrimden önce şah rejimine karşı mücadele vermiş, idamla yargılanmış önemli şahsiyetlerden biriydi. Bana göre, onu islam cumhuriyeti tarafında idam edilmesine götüren süreç, şahlık rejiminde illegal faaliyetlere alışık olması, İslami hükümet döneminde de aynı mantıkla hareket etmeye kalkışmasıydı. Muntazeri’den aldığı destek de sebeplerden birisidir. Yine de “Keşke olmasaydı.” Dediğim bir hadisedir.
Ali Şeriati
Devrimin oluşmasında en büyük katkıyı yapanlardan birisi de şüphesiz Ali Şeriati’dir. Devrimi görememiş ama devrimi özellikle üniversite gençliğine ilmek ilmek işlemiş önemli bir figürdü Ali Şeriati…
23 Kasım 1933’te Horasan Sebzevar şehrinde dünyaya geldi. İran’da eğitimini tamamladıktan sonra Paris Üniversitesi’nde doktora yaptı. Edebiyat dalında doktor oldu. İran’a döndükten sonra yaptığı konuşmalar, yazdığı yazılar ve faaliyetlerinde dolayı 1964’te tutuklandı. 1965’te serbest bırakıldı. Serbest bırakıldıktan sonra Meşhed Üniversitesi’nde eğitim verdi. Daha sonra Tahran Hüseyniye-i İrşad Enstitü’sünde ders verdi. Bu enstitü kapatıldıktan sonra Ali Şeriati 18 ay hücre cezasına çarptırıldı. Konuşması ve ders vermesi yasaklandı. İngiltere’ye kaçtı. 1977’de SAVAK ajanları tarafından şehit edildi...
Ardında pek çok eser bıraktı. Sözleri, yazıları günümüzde dahi Müslüman gençliğin yol haritası gibidir. Söz buraya gelmişken bu makalede devrimin sembol isimlerimden ve örnek mücadelelerinden bahsetmemek olmaz.
Şehit Muhammet Beheşti
28 Ekim 1928’de İsfahan’da dünyaya geldi. Hayatını ilme ve mücadeleye adamış, devrimin öncülerinden biriydi. 1954 yılında Kum Din ve İlim Lisesi’ni, 1963 yılında ise Hakkani İlim Medresesi’ni kurdu. 1965-1970 yılları arasında Almanya’da kaldı. Pek çok İslami faaliyet gerçekleştirdi. 1970’te Tahran’a geri döndü. 1978’de Muhammet Müfettih ve bir grup alimle Tahran Mübariz Ruhanileri Teşkilatı’nı kurdu. 1 Şubat 1979’da İmam’ın İran’a dönüşünü organize eden ekibin içindeydi. Devrimden sonra Seyid Ali Hamaney’le birlikte İslam Cumhuriyeti Partisi’ni kurdu. 28 Haziran 1981 yılında parti binasında toplantı halindeyken bombalı saldırıda 72 arkadaşıyla beraber şehit oldu.
Şehit Murtaza Mutahhari
Şubat 1920’de Horasan eyaletinin Feriman kasabasında dünyaya geldi. 15 yıl Kum’da İslami ilimler okudu. Şahlık rejiminde İslam Fedaileri Teşkilatı ile beraber hareket etti. 1955 yılında Tahran İlahiyat Fakültesi’nde öğretim görevlisi oldu. 1962 yılında sonra, İmam’a en yakın insanlardan biriydi. 15 Hordad Ayaklanması’nı organize etti. 1963’te tutuklandı. Kısa bir süre sonra serbest bırakıldı. 1967’te Hüseyniye-i İrşad Enstitüsü’nü kurdu. Bu yıl da tekrar tutuklandı. 1974 yılında konuşma yapması yasaklandı. Devrimden 1 yıl sonra, 2 Mayıs 1980 günü suikaste uğradı ve başına aldığı bir kurşunla şehit oldu…
Devrimin ilk zamanlarına geri dönelim. 25 Ocak 1980’de Beni Sadr cumhurbaşkanı seçildi. Beni Sadr, 1933’te Hamedan’da doğmuştu. Babası Ayetullah’tı ve İmam’ın dostlarında biriydi. 1963’te Fransa’ya kaçtı. İmam’ın Paris’e gelmesinden sonra ona yakın olmaya çalıştı ve devrim sürecinde sorumluluklar aldı. 1 Şubat 1979’da İmam’la birlikte Tahran’a döndü. Geçici Bazergan Hükümeti’nde maliye bakanı oldu. İslam Devrim Konseyi Hükümeti’nde dışişleri bakanı oldu. Aslında Bedi Sadr da laik cumhuriyet ilan edilmesinden yanaydı. Halkın Mücahitleri örgütüyle yakın ilişki kurmuştu. İslam Cumhuriyeti’nin ilanından pek de memnun olmayanlardandı. Mollaların bir süre sonra medreselerine çekileceği fikriyle hep devrimin öncü kadrosu ve İmam’a yakın olmaya çalıştı. İran-Irak savaşında yaptığı yanlış işler İslam Cumhuriyeti’ni zora soktu. Muhammed Beheşti ile sürekli ihtilaf halindeydi. Muhammed Ali Recai’nin başbakanlığına itiraz ediyordu. Muhammed Ali Recai buna rağmen başbakan olunca istediği gibi hareket edemez olmuştu. Beni Sadr döneminde komünist Tudeh, Halkın Mücahitleri örgütü gibi yapılara son derece inisiyatif tanındı. Her türlü sosyal-kültürel çalışmalarına izin verildi. Ancak bu yapılar bununla yetinmeyip İslam Cumhuriyeti Hükümeti’ne yönelik ağır eleştiriler getirip halkı sokağa dökmeye çalıştılar. O da yetmedi silahlı eylemlere başladılar. Halkın Mücahitleri örgütü devrimden önce bir bildiri yayınlayarak şaha karşı İmam’ın izni olmadan silahlı bir eylem gerçekleştirmeyeceğini beyan etmişti. Devrimden sonra beklentilere cevap alamayan örgüt, biraz da dış güçlerin kışkırtmasıyla İslam Devrimi’ne karşı yeni bir devrim gerçekleştirmek için harekete geçti. 13 Nisan 1979’da Hizbullahilerle örgüt arasında çıkan çatışmalar bardağı taşıran son damla olmuş, örgütün tüm mal varlığına el konmuştu. 1981’de Bedi Sadr ve örgütün lideri Mesut Recavi Fransa’ya kaçtı.
Halkın Mücahitleri Örgütü
Kuruluşu 1960’lı yıllara dayanan sol eğilimli ama aynı zamanda İslami şiarları da kullanan silahlı bir örgüt olarak ortaya çıktı. Örgüt, devrim sürecinde daha önce de belirttiğim beklentilerle İmam’ın yanında durmuş ancak devrimden sonra yollarını ayırmıştır. Beni Sadr, cumhurbaşkanlığı sırasında örgütle sıkı bir ilişki kurmuş, bu örgüt üzerinde yeni bir devrim için halkı sokaklara çağırmıştır. Bunun üzerine İmam radyo ve TV’de bir konuşma yaparak örgütün İslam Cumhuriyeti’ne karşı savaş açtığını belirtmiş, halkın gösterilere katılmamasını istemişti. Halktan yeterince destek göremeyen Beni Sadr ve örgüt, İslam Cumhuriyeti ile bütün ipleri koparmış 1981 yılında merkezini Paris’e taşımıştır. Saddam rejiminin İran’ı işgal girişimi sonucu çıkan savaşta Saddam’dan destek almış ve İran’a karşı savaşmıştır. Merkezini de Irak’a taşımıştır. Bu durum örgütü İran halkı gözünde iyice düşürmüş, kendilerine bizzat halk tarafından “Halkın Münafıkları” ismi takılmıştır. 1987 yılında Ulusal Kurtuluş Ordusu adı altında askeri bir yapılanmaya gitmiş, İran’a yönelik terör olaylarına yabancı servislerin de yardımıyla hız kazandırmıştır. 1993 yılında yine küresel güçlerin desteğiyle kurulan ve tüm İranlı rejim muhaliflerini bir araya getirmeyi amaçlayan ulusal konseyin oluşmasında öncü rol oynamış, Meryem Recavi bu konsey tarafından İran’ın gelecekteki geçici devlet başkanlığına seçilmiştir. Örgüt, bu süreç içerisinde Kürt bölgesine üsler kurmuş, İslam rejimine muhalif Kürt gruplarına gönüllü milisler göndermiştir. Son zamanlarda da ABD’nin terör listesinde çıkartılmış, ABD ile yakın ilişkilere girmiştir. İran’ın nükleer zenginleştirme faaliyetinde görevli 4 bilim adamı bu örgüt tarafında suikastle öldürülmüştür. Örgüt son zamanlarda etkisiz görünse de ABD tarafından her zaman kullanıma sürülecek şekilde hazır tutulmaktadır…
Geçenlerde izlediğim bir belgeselde Şah zamanında muhalif görüşlerinden dolayı tutuklanmış sol görüşlü biri şunları söylüyordu: “Cezaevinde kaldığım sürece Humeyni’ye bağlı pek çok insanla birlikte oldum. Onlarla sık sık sohbet ediyorduk. Bunların içerisinde devrimden sonra ülkeyi yöneten önemli isimler vardı. O günlerde bana birisi ‘Bu insanlar fazla değil, 1 buçuk yıl sonra İran’ı yönetecekler’ dese sadece gülüp geçerdim. Ama bu gerçekleşti ve bu insanlar İran’ı hala yönetiyor.”. Bu sözler aslında devrim sürecinin en çarpıcı bir şekilde anlatılmasıdır. Evet, hiç kimsenin beklemediği bir yerde ve beklemediği bir anda eşi ve benzeri görülmemiş bir devrim gerçekleşmişti. Müslümanların hayalini ve rüyalarını süsleyen ama hiç gerçekleşmeyecek gibi görülen bir devrim…
Şafakta Kırk Yıl’ı analiz etmeye devam edelim. İmam’ın vefatından sonra küresel güçlerin ve şah ailesinin yeniden İran’a hakim olma istekleri depreşse de yerine getirilen Seyid Ali Hamaney, İmam’ın çizgisine sahip çıkmada gösterdiği dirayetle bu hevesleri de düşmanların kursağında bırakmayı başardı…
Seyid Ali Hamaney
17 Temmuz 1939’da Horasan eyaletinin Meşhed şehrinde Azeri ayetullah Seyid Cevad Huseyni Hamaney ve Hatice Mirdamadi’nin çocuğu olarak dünyaya geldi. İslami ilimleri öğrenmeye Meşhed’de öğrenemeye başladı. Daha sonra 1 yıl Necef’te, 6 yıl Kum’da okudu. Kum’da İmam’ın öğrencilerinden biri oldu. 1963 yılında İmam’ın hareketine katıldı. 1977 yılında sürgüne gönderilmek istense de tepkilerden dolayı vazgeçildi. Devrimden sonra İslam İnkılabı Yüksek Şurası üyeliğine atandı. 1979 yılında savunma bakan yardımcısı oldu. Aynı yıl Tahran vekili olarak İslami Şura Meclisi’ne seçildi. 1980 yılında İmam tarafından Yüksek Savunma Şurası üyeliğine atandı. İran-Irak savaşında aktif askeri görevlerde bulundu. 27 Haziran 1981’de Ebu Zer Camiisi’ne yapılan bombalı saldırıda ağır yaralandı. Ekim 1981’de İslam Cumhuriyeti’nin üçüncü cumhurbaşkanı olarak seçildi. 1986 yılında Düzenin Yararını Teşhis Konseyi başkanlığına getirildi. 4 Haziran 1989 tarihinde Uzmanlar Meclisi (Meclis-i Hubregan) tarafından İslam Cumhuriyeti rehberliğine seçildi. Seyid’in her türlü baskı, kuşatma ve zorluklara rağmen, İmam’ın çizgisini korumaya, sürdürmeye çalıştığına şahitlik ederiz. Ancak bugün İslam Cumhuriyeti’ne baktığımızda devlet dairelerinde bürokrasinin, rüşvetin maalesef arttığını görüyoruz. Devrimin ilk gününde doğan çocuğun, bugün 40 yaşında ve İslam Cumhuriyeti’nin terbiyesinde yetiştiğini düşünürsek, İran’ın bugünkü insan profiline baktığımızda inkılabın çok da başarılı olmadığını söylemek abartılı olmaz. Mezhepçi kliklerin devrimin ilk zamanlarında gösterdikleri tepki benzerleri sesler ne yazık ki bugün medrese ve havzalardan daha yüksek sesle geliyor. Son zamanlarda Irak’ta ve Suriye’de gelişen hadiseler, bu mezhepçi akımların güçlenmesine ve daha fazla söz sahibi olmalarına neden olmuş gibi görünüyor. Elbette tüm bu olumsuzlukların suçu, Rehberiyetin omuzlarına yüklenemez. Değişen cumhurbaşkanlarının, hükümetlerin politikalarının bunda önemli rolü olmuştur. Ama asıl sorumluluk, Rehberiyet makamındadır diye düşünenlerdenim..
İnkılabın 40 yıllık hikayesinde çok parlak sayfalar olduğu gibi, aksi yönde değerlendirmeler yapılacak hadiseler de ne yazık ki zuhur etmiştir. Resmi olarak dışişleri politikası, emperyalizm ve Siyonizm karşıtlığı üzerinde okunduğunda genel olarak başarılı olmuş, ancak dünyadaki mazlum halklara ve İslami hareketlere genel olarak ulaşma ve iletişim kurmada ne yazık ki beklentilere tam da cevap verilememiştir..
İslam Cumhuriyeti’nin ilk günden bugüne kadar en başarılı ve yüreklere su serpecek icraatları, Filistin davası ve Kudüs meselesinin gündeme getirilmesiyle ilgili olmuştur. Ve tabii ki Bosna’nın özgürlük mücadelesinde oynadığı önemli rol üzerinde de konuşulmalıdır.
İslam Devrimi’ne kadar Filistin halkına sahip çıkan Sovyetler ve sol tandanslı ülkeler olmuştur. ABD ve İngiltere’nin İsrail üzerinde Ortadoğu’yu dizayn etme gerçeği, Sovyetler ve yandaşı ülkeleri Filistin halkına sahip çıkmak zorunda bırakmıştı. Filistin halkına yapılan bu destek imani bir temelden yoksun, “düşmanımın düşmanı dostumdur” mesabesinde kalmıştır. İslam Devrimi’nden sonra özellikle İmam’ın gayretleriyle Filistin meselesine sahip çıkılmış. Hizbullah, Hamas İslami Cihad hareketleri üzerinden büyük bir Filistin direniş ekseni meydana getirilmiştir. Bu gün irili ufaklı pek çok direniş hareketi, İslam Cumhuriyeti’nin yardımlarıyla ayakta durmakta, Siyonist rejime zor anlar yaşatmaktadır. Gazze direnişine verilen destek, bunun en çarpıcı örneğidir. Bugün, İslam Cumhuriyeti’ne her türlü eleştiriyi yapabilenler, Filistin konusunda tek bir söz dahi söyleyecek durumda değillerdir. Filistin direnişine verilen destek, zaman zaman İran halkı arasında fitne çıkartmak isteyenlere malzeme olmakta, İran halkı ekonomik kuşatma sonucu yaşadıkları sıkıntıların Hizbullah, Filistin ve Gazze direnişine verilen maddi destekten kaynaklandığına inandırılmak istenmektedir.
İslam Cumhuriyeti’ni mezhepçi bir evrilmeye dönüştürmek isteyen kimi şer odaklar, Filistin direnişindeki Sünni güçlere verilen desteğin kesilmesi için girişimlerde bulunsa da tüm bu girişimler rehberiyetin duvarına toslayarak “Şimdilik geri dönmektedir.”. İslam Cumhuriyeti gerçekten de kendi halkını ekonomik zor şartlara teslim etmek adına dahi olsa Filistin direnişine desteğini takdire şayan bir şekilde sürdürmektedir…
Filistin direnişinin İslamileşmesinde en önemli pay bana göre Şehit Mustafa Çamran’a aittir..
Mustafa Çamran
8 Mart 1932 yılında Tahran’da doğdu. Orta öğretim yıllarında İslami mücadele ile tanıştı. Tahran Üniversitesi’nde okurken Müslüman öğrencilere liderliğiyle ön plana çıktı. Şah rejimine karşı pek çok eylemi organize etti. Elektrofizik dalında doktora yapmak üzere ABD’ye gitti. Burada okuduğu sırada Müslüman Öğrenciler Birliği’ni kurdu…
İran’a geri döndükten sonra 1963 te 15 Hordad kıyamına katılır ve daha sonra Mısır’a gitmek zorunda kalır. Burada Filistinli öğrencilerle bağlantı kurar ve askeri eğitim alır. Daha sonra Lübnan’a geçer. 1970 yılında Hareket-ül Mahrumin Teşkilatı’nı kurar. İmam Musa Sadr ile yakın ilişkidedir.bu hareketin askeri kanadı olan Emel Örgütü’nü oluşturur.Siyonist rejimle silahlı mücadeleye bu şekilde başlamış olur. Daha sonra bu örgüt içinden Hizbullah hareketi çıkacaktır. İslam İnkılabı gerçekleştiğinde İran’a döner. Devrim Muhafızları’nın kurulmasında öenmli bir rol üstlenir. İran Kürdistanı’ndaki muhalif gruplara karşı savaşır. Irak-İran savaşı baş gösterince cepheye koşar ve nihayet 20 Haziran 1981’de Dehlaviye bölgesinde şehadete ulaşır…
Bosna
Bosna cihadına verilen destek ise İslam İnkılabı’nın bir başka parlak sayfasıdır. Sovyetler Birliği’nin dağılması a bu birliğin etki alanındaki ülkelerde de deprem etkisi yapmış ve Yugoslavya’nın dağılmasını tetiklemiştir. Hırvatlar, Slovenler, Makedonlar ve Sırplar bağımsız devletlere dönüşürken Bosna-Hersek halkı da bağımsızlık için harekete geçti. Bosna-Hersek devlet başkanlığına seçilen Aliya İzzetbegoviç, 1993’te bağımsızlık ilan edince kıyamet kopmuş, Sırbistan destekli Sırplar ve Hırvatistan destekli Hırvatlar Müslüman Boşnak halka karşı katliamlara girişmiş, Boşnak halkın bağımsız bir devlet olmasının önüne geçmeye çalışmışlardır…
Boşnaklar, Yugoslavya zamanında kültürel dezenformasyona tabi tutulmuş, İslami değerlerden uzaklaştırılmıştı , yapılan bu saldırılara cevap verecek ne askeri güce ne de inanca sahiptiler. Aliya’nın İslami ve siyasi kişiliği, Boşnak halk için toparlayıcı olsa da bu işgal ve soykırıma karşı koyacak durumda değildiler. Avrupa ülkeleri ve ABD de Avrupa’nın içinde Müslüman bir ülkenin olmasını istemediklerinden, bu işgal ve soykırımı görmezden geldiler. Bu süreçte Türkiye ve Arap ülkelerinden gelen insani yardımlar hiçbir işe yaramıyordu. Aliya şu meşhur sözüyle dünya Müslümanlarından ne istediğini açıkça ifade etmişti: “Ölü insanlar makarna yiyemezler”. Bu sese İslam Cumhuriyeti kulak verdi. Ayetullah Cenneti’nin önderliğinde Bosna halkının özgürlüğü için harekete geçildi. İslam cumhuriyeti en değerli ve tecrübeli askerlerini gönderdi. Kilometrelerce uzaktan silah ve mühimmat ulaştırdı. Önce bir ordu düzene sokuldu. Ardından polis teşkilatı ve milis direniş kuvvetleri oluşturuldu. Her türlü risk göze alınarak direniş başlatıldı. Ateşkese kadar orada olan biri olarak tüm bunlara şahitlik ederim…
1995 yılına gelindiğinde Hırvatlar ateşkese zorlanmış, Sırplar ise yenilmek üzereydiler. İslam Cumhuriyeti’nin evlatları, Boşnak kardeşlerine yardım etmek üzere gelmiş, şehit olmuş, gazi olmuşlardı. İslam Cumhuriyeti, aynı Filistin’de olduğu gibi Sünni Boşnak kardeşlerinin yanında yer almış, bütün dünyaya bir mesaj vermişti…
Sonuçta Bosna’da ABD’nin zoruyla bir federasyon devleti kuruldu. Elbette Sırpların ve Hırvatların da ortak olduğu bu devlet Müslümanların istediği bir sonuç değildi. Ama şartlar bu kadarına el vermişti…
Bu gerçeğin de altını çizdikten sonra 40 yıllık hikayemize devam edelim. İslam Cumhuriyeti’nin Filistin ve Bosna haricinde şimdilerde Yemen’e Hizbullah üzerinde verilen desteği saymazsak, dünya Müslümanlarına yardım konusunda maalesef istenilen etkinliği gösteremediğini görüyoruz. Afganistan, Myanmar, Moro, Çeçenistan vb.konusunda Bosna’da olduğu gibi bir reflekse sahip olamadığını üzülerek müşahade ediyoruz. İmam’ın zamanında başlatılan dünyadaki İslami hareketlerle diyalog girişimleri, gelinen süreçte ne yazık ki çok da başarılı olmamış gibi görünüyor. İnkılabın ilk zamanlarında mezhebine, meşrebine bakılmadan kurulan ilişkiler, zamanla mezhebi sınırlara çekilmiş gibi duruyor. Dünyadaki özgürlük hareketleri ile ilişkide Lübnan Hizbullah hareketinin İslam Cumhuriyeti’nin önüne geçtiğini söyleyebiliriz. Oysa ümmet bazında İslam Cumhuriyeti’nden beklentilerin çıtası çok daha yüksekte duruyor. İnkılabın kendi içindeki sorunlarla çok fazla uğraşmak zorunda kaldığını bilsek de bu fotoğraf bizi üzmeye devam ediyor. Müslümanların zulüm gördükleri bölgelerde İnkılabın olmaması, El-Kaide gibi harici unsurların bu bölgelerde örgütlenmesine, yayılmasına sebep oluyor. Ve Suriye’de olduğu gibi bu güçlerle mücadele edilmek zorunda kalınıyor. Örneğin, Çeçen direnişine İnkılab, Bosna’da olduğu gibi ulaşabilseydi direnişçiler El-Kaide’nin kontrolüne girmeyecek, direniş de ana mecrasından sapmamış olacaktı. El-Kaide, bu direnişçileri Suriye’ye taşıyarak hem Çeçen direnişini bitirdi hem de ümmet arasında büyük fitneye sebep oldu. Bölgeyi iyi tanıyan birisi olarak, bilgiye dayanarak bunları söylüyorum…
Türkiye İran İlişkileri
373 yıldır değişmeyen Türkiye İran sınırı 1639 yılında Kasr-ı Şirin antlaşmasıyla belirlendi. Ortadoğu bölgesinde emperyal güçler tarafından belirlenmeyen nadir sınırlardandır. Bölgede 19. yüzyılda başlayan Rus tehdidi Türkler ile İranlıları ortak düşmana karşı ittifaka yöneltti…
Pehlevi hanedanı Türkiye'deki ulus devlet ve modernite kavramlarını kopyalamaya çalıştı ama pek de başarılı olamadı.
Birinci dünya savaşından sonrası Osmanlı devleti yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarında sınır meselesi iki ülke arasında sorun olsa da, 22 Nisan 1926'da Tahran'da sınır meselelerine bir son vermek amacıyla güvenlik ve dostluk antlaşması imzalandı. Daha sonra Türkiye-İran-Irak-Afganistan arasında 1937 yılında Sadabat Paktı oluşturuldu. Soğuk savaş döneminde her iki ülke de SSCB'ye karşı ABD'nin yanında yer aldı…
1955'te İngilizlerin öncülüğünde Türkiye, Irak, İran ve Pakistan arasında Bağdat Paktı oluşturulsa da pek etkin olamadı. Irak 1958 devrimi üzerine Bağdat Paktından ayrıldı. CENTO adı altında üç ülke 1979 yılına dek ilişkilerini sürdürdü. 29 Ocak 1985'te Tahran'da yeni bir karar metni üzerinde anlaşıldı. Örgütün adı ekonomik iş birliği örgütü (ECO) olarak değiştirildi. Türkiye,İslam devriminden hemen sonra 13 Şubat 1979'da İran İslam Cumhuriyeti'ni resmen tanıdı. 1994'te Türkiye İsrail ile askeri işbirliğine yönelik anlaşmalar imzaladı. Ankara-Telaviv yakınlaşması Tahran'da kuşkuyla karşılandı. 1998-2000 yılları arasında Türkiyede bir takım operasyonlar yapıldı uydurma örgüt ve senaryolarla (İslami Hareket, Hizbullah, Umut Operasyonu) Türkiye ile İran'ın arası açılmaya çalışıldı…
Irak ve Kuzey Irak'ın yeniden yapılanmasıyla ilgili kaygılar iki komşu devlet arasındaki ilişkilerin temel parametreleri oldu. ABD'nin Irak'a müdahalesi sonrası K.Irak'taki bölgesel yönetimin ABD desteğiyle bağımsız devlet kurma fikri iki ülkeyi son yıllarda hiç olmadığı kadar yakınlaştırdı.
Erbakan hocanın kurduğu D8'lerin 18 Şubat 2004'te Tahran'daki zirvesinde kulislerde bir araya gelen İran ve Türkiye cumhurbaşkanları ikili ilişkilerin artmasında olumlu kararlar aldı. 24 Haziran 2005'te Ahmedi Nejat Cumhurbaşkanı olunca İran nükleer çalışmalarına hız verdi. Bu dönemde İran ile ABD arasındaki gerginlik Ankara'yı hassas bir denge siyasetine mecbur kıldı. Türkiye bu dönemde Amerika'nın tüm baskı ve dayatmalarına karşın İran'a arka arkaya gelen ambargo ve yaptırımlara katılmadı. Özellikle İran'ın elini güçlendirme ve rahatlatma amacıyla nükleer krizin aşılması yönünde pek çok çaba sarf etti…
2011 yılında Suriye'de başlayan çatışmalar başlangıçta Türkiye ve İran arasında bir gerginlik oluşturdu. Türkiye Suriye'ye müdahale konusunda batı bloğunda yer alırken İran, Şam, Rusya ve Çin ile ortak tavır aldı. Türkiye'nin o dönemki dış işleri bakanı Ahmet Davutoğlu hem Tayyip Bey'e hem de kamuoyuna iyi pazarlanmıştı. Öyle ki Davutoğlu Dışişleri Bakanı olduğunda herkesin beklentisi dışişleri politikalarının iyi gideceği ve komşularla sıfır sorun yaşanacağı yönündeydi. Ama hiç de öyle olmadı. Tayyip Bey alışılmadık şekilde dışişlerinin tüm yönetimini Davutoğlu'na bırakmış, dışişleri bürokratlarının önüne koyduğu raporlar doğrultusunda açıklamalar yapıyordu… Davutoğlu hakkında düşüncelerim en başından bu yana olumsuz olmuştur. Başbakan ilan edildiğinde islami analiz sitesinde "yeni Türkiye nereye gidiyor" başlıklı bir yazı yazmış, Davutoğlu hakındaki düşüncelerimi açık açık paylaşmıştım.
Davutoğlu, önce dışişlerinde kendi istediği bürokratlarla bir kadrolaşmaya gitti. Ardından Türkiye’deki mezhepçi kitlelerle yakınlaşarak özellikle suriye politikasında Türkiye'yi ciddi bir batağa soktu. Zaten öteden beri ABD tırnak içinde sünni Türkiye ile şii İran'ı karşı karşıya getirmek istiyor ama bir türlü başaramıyordu. Davutoğlu ABD'nin politikalarına ve organize ettiği "arap baharına" uygun bir isimdi. Öyle de oldu, Türkiye Libya'da Mısır'da ve Suriye'de ABD politiklarının bir parçası haline geldi. 80 yıllık Mısır İhvan hareketi, yanlış stratejilerle seçimlere sokuldu. İktidar oldu ama asla muktedir olamadı, bununla birlikte ağır bir bedel ödemek zorunda kaldı. ABD destekli Sisi darbesi Mısır'daki tüm olumsuz faturaları İhvan'a çıkarttı ve İhvan hareketini bitme noktasına getirdi. Bir taşla iki kuş vurulmuştu; hem Ortadoğu’nun en köklü islami hareketi bitirilmiş, hem de Mısır'da ABD uşağı bir yönetim yeniden başa geçmişti. Bu olayın ayrıntıları konumuz dışında ancak işin bu noktaya gelmesinde Davutoğlu ve ekibinin büyük rolü olduğunu düşünenlerdenim..
Suriye’yle ilgili ise Tayyip Bey'e sunulan raporlarda doğru olmayan bir biçimde Esat rejiminin en fazla 2-3 ay dayanabileceği ve muhalif gurupların kontrol altında olduğu belirtiliyordu. Bu bilgiler Tayyip Bey'in zaman zaman konuşmalarına da yansıyordu. O dönemde ÖSO tamamen ABD nin kontrolünde iken diğer muhalif guruplar ise dışarıdan Suriye'ye sokulan El-Kaideci güçlerin kontrolüne giriyordu. İşin içine El Kaide girince büyük katliamlar da başlamış oldu…
ABD istediğini alıyor,Suriye gittikçe mezhep savaşlarının içine sokuluyordu. Ne yazık ki Davutoğlu'nun dışişleri ekibi de bu işin bir parçası haline gelmişti. İran'da da durum pek farklı değildi. Irak'ta ve Suriyede yaşanan hadiseler mezhepçi kliklerin elini güçlendirmiş, hükümete ve hatta rehberiyete baskı yaparak dışişlerinde mezhep ekseninde politikaların hayata geçirilmesini istiyorlardı. Durum oldukça vahim hale gelmişti. Türkiye Sünni dünyanın lideri olarak pohpohlanırken İran'da mezhepçi kitlelerin eli gittikçe güçleniyordu. Bu süreçte ne yazık ki Türkiye'de kimi İslami kesimler, alimler ve entellektüeller başarılı bir imtihan verememiş, hatta Davutoğlu'nun gizli toplantılarında “ABD Filan yok, Arap Baharı'nı tamamen biz yönetiyoruz" sözüne de inanmış durumdaydılar. Ancak Tayyip Bey 2015 yılına gelindiğinde ortadoğuda ve özellikle Suriye'de işlerin hiç de kendisine anlatıldığı gibi gitmediğini görmeye başlamış Davudoğlu ekibinin Hakan Fidan'ın milletvekili yapılarak devre dışı bırakılma operasyonuna sert bir şekilde müdahale etmişti. 7 haziran 2015 seçimleri sonrasında AK Parti'nin tek başına iktidar olamayacağı sonucu üzerine Davutoğlu’nun Tayyip Bey'in bilgisi dışında koalisyon yönünde çalışma yapması bardağı taşıran son damla olmuştu.
Tayyip Bey anayasa değişikliği yapabilecek bir çoğunluk için yeniden seçim yapılmasını isterken Davutoğlu tam da ABD ve batının dediği gibi "Halk anayasa değişikliği için bize yetki vermedi" diyordu…
Davutoğlu'nun genel başkanlığından sonra yapılacak ilk olağan kongrede Tayyip Bey'in bilgisi dışında liste hazırladığı ve Tayyip Bey'in bu listeyi iptal ettiği yazıldı çizildi. Davutoğlu başbakanlıktan alınınca Center For American Progress Türkiye uzmanı Max Hoffman, Amerika'nın Sesi'ne yaptığı açıklamada ABD'nin Davutoğlu ile geliştirdiği ilişkileri Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın tehdit olarak algıladığını ve Davutoğlu'nun bu nedenle görevinden el çektirildiğini söyledi. Davutoğlu'nun ABD ziyaretinden hemen önce istifa ettirilmesi de bana göre tesadüf değildi ve işin aslı da buydu..
17-25 Aralık 2013'te yapılan operasyonlar başarılı olsaydı Tayyip Bey itibarsızlaştırılıp harcanacak, Davutoğlu'nun yıldızı parlatılacaktı. Olmayınca diğer seçenekler devreye sokuldu ve nihayet 15 Temmuz 2016 darbe girişimi ile iş bitirilmek istendi. Tabii ki olmadı, olamadı. ABD tüm Ortadoğu’yu ve İslam coğrafyasını yeniden dizayn etmek isterken Erdoğan'ı hep bir tehdit olarak gördü ve 15 Temmuz'la bu niyeti çok açık bir şekilde ortaya çıkmış oldu…
Tayyip Bey artık içte ve dışta düşmanı çok açık görüyor ve duruşunu da ona göre şekillendirmek ihtiyacı hissediyordu. 17-25 Aralık ve 15 Temmuz'da İran İslam Cumhuriyeti'nin ortaya koyduğu tavır da Türkiye ve İran'ın aynı kaderi paylaştıkları ve birbirlerine yakınlaşmaktan başka çarelerinin olmadığı gerçeğini gösteriyordu. Her ne kadar Türkiye NATO ülkesi olma sonucu ABD için stratejik ortak ve müttefik ifadesini zaman zaman kullansa da asıl düşmanın ABD olduğu bilincine varılmıştı. Tayyip Bey ABD'yi İsrail üzerinden vuruyor aynı zamanda "senin yumuşak karnının farkındayım" diyordu. Türkiye ilk dış politika değişikliğini Suriye'de gerçekleştirdi. ABD tarafından Suriye'de tamamen devre dışı bırakılmak istenen Türkiye Rusya ve İran'la diyaloga girerek 22 Kasım 2017 'de Rusya'nın Soçi kentinde düzenlenen zirveyle bir anlamda başarılı bir atak yapmış, ABD devre dışı bırakılmıştı. Türkiye’nin ABD'nin ambargo ve dayatmasına karşı İran'ın yanında yer alması, ambargoyu delerek doları devre dışı bırakması ABD'yi adeta kudurtmuş, çileden çıkarmıştı. ABD için Suriye'de çember daralıyor Kürt YPG'sinden başka elinde koz kalmıyordu...
İran ile Türkiye'nin yakınlaşması Ortadoğu’da bir deprem etkisi yaratmış ABD'nin taşeron rejimlerini de başta Suud olmak üzere rahatsız etmişti. Batı dünyası ve ABD, Türkiye ile İran'ın Suriye üzerinde birbirlerine girmesini umarken tam tersi süreç de böylece başlamış oldu.
Şimdi Türkiye ve İran hiç olmadığı kadar birbirlerine yakın duruyorlar. Öyle ki genelkurmaylar düzeyinde görüşmeler yapılmış, açıklanan ve açıklanmayan askeri anlaşmalar yapılmıştı. Türkiye'nin bir NATO ülkesi olduğunu düşünürsek bunun ne anlama geldiği daha iyi anlaşılır. Tayyip Bey bir konuşmasında şunları söylemişti: "Türkiye ve İran Ortadoğu’da daha etkin bir rol üstlenmelidir". Evet, "herkesin bir hesabı vardır, ama Allah'ın da bir hesabı vardır. Herkes hesabında yanılır ama Allah asla yanılmaz". Umutlarımızın tükendiği bir zamanda yeniden umutlarımıza can veren Allah'ımıza hamd olsun…
İslam Cumhuriyeti kırk yıllık bir serüveni yaşadı. İnkılabın önderleri pek çok tecrübeyi yaşayarak tecrübe etti. inkılabın başından beri takip eden birisi olarak İslami inkılabı sürecinin halen devam ettiği kanaatindeyim. Bir Türkiye müslümanı olarak islam cumhuriyeti ve Türkiye'nin yakınlaşması, iş birliği yapması da İnkılabın ilk günlerinde olduğu gibi beni heyecanlandırıyor. İmamın “ Şii'siyle Sünni'siyle müslümanlar kardeştir”” Ne şii,ne Sünni, islam vahdeti” şiarını hayata geçirebilecek, Allahın izniyle Ümmetin kaderini değiştirecek iki ülke bana göre Türkiye ve İran'dır. Hem İran hem de Türkiye'de yaşayan müslümanların bu konuda sorumluluk sahibi olmaları gerektiğine inanıyorum... Elbette hem İran'da hem de Türkiye'de mezhepçi kitleler bunu istemeyecekler ve hükümetlere baskı yapacaklardır. Bizler inkılabçı müslümanlar olarak işbirliği yapan Türk ve İran hükümetlerinin elini güçlendirmeli, aramızdaki çürük elmaları temizleyebilmeliyiz. Türkiye ve İran’ın birlikte hareket edecekleri her konuda emperyal güçleri ve Siyonistleri diz üstü çökertecekleri ve saf dışı bırakacaklarına tüm kalbimle inanıyorum...
Sonuç olarak;
1 Şubat 1979'da başlayan İslami İnkılab süreci aradan kırk yıl geçmesine, her türlü eksik ve hatalarına rağmen bizleri umutlandırmaya devam ediyor, İslam İnkilabının mimarı İmama ve çizgisine selam olsun…
Vesselam.
İslamianaliz