Batı'nın Ukrayna'ya bakışı değişiyor: Kissinger formülü mü?

Çevirmenin notu: Rusya’nın Ukrayna’daki askeri müdahalesi birinci senesini doldurdu ve Kiev’dekilerin akıbeti, son zamanlarda Batı’da daha çok tartışılır oldu. Rusya enerjisine uygulanan ambargo, düz vatandaşa yansıyan maliyet artışlarını beraberinde getirirken Moskova, ağır da olsa Ukrayna’da ilerlemeye devam ediyor. Rusya Bilimler Akademisi ABD ve Kanada Çalışmaları Enstitüsü’nde görev yapan ve Finans Üniversitesi’nde doçent olan Gevorg Mirzayan, Harvard profesörü Stephen Walt’un Foreign Policy’de yayımlanan “Putin neyi doğru yaptı?” başlıklı makalesinin kapsamlı bir kritiğini yapmış.
Batı, Ukrayna ihtilafına bakışını değiştiriyor
Gevorg Mirzayan — Vzglyad
20 Şubat 2023
Ukrayna’da yaşananlar, tüm Batı dünyasının varlığına yönelik bir tehdit mi yoksa öncelikle Rusya için hayati önem arz eden yerel bir ihtilaf mı? Bu sorunun yanıtı, Batılı destekçilerinin Kiev rejimine verdiği tüm destek sistemine ve dolayısıyla büyük ölçüde bu ihtilafın neticesine bağlı. Şu anda Batı’da bu anlayış değişiyor.
Son dönemde Ruslar, Batılıların Rus yönetimine dair olumsuzluklarla dolu makalelerine alıştı. Gazeteciler, uzmanlar, aktivistlerin tüm yazdıkları genelde sadece olumsuzluk düzeylerinde farklılık gösteriyordu.
Fakat geçen gün Batı’nın önde gelen yayınlarından Foreign Policy, ABD’nin önde gelen üniversitelerinden Harvard’da görev yapan, Batı’nın önde gelen uluslararası siyaset bilimcilerinden Stephen Walt’un bir makalesini yayımladı. Makalenin başlığı ise Batı açısından sapkınlık sayılır: “Putin neyi doğru yaptı?” Yani, neredeyse bir yıl önce Ukrayna’da özel askeri harekât başlatmaya karar veren Rusya yönetimi ne kadar haklı? Hesaplamalarının ve öngörülerinin doğruluğu ne ölçüde?
Walt, Rusya liderinin özel harekatın başında yaptığı dört öngörünün de haklı çıktığını vurguluyor. Birincisi “Putin, Rusya’nın bizim uygulayabileceğimiz her yaptırımdan kurtulabileceğine inanıyordu. Yaptırımlar kısa vadede ihtilafın neticesini tek başına belirleyemez”. Gerçekleşen ikinci öngörü, Rus halkının “özel harekât kararını destekleyeceklerine” olan inançtı. Üçüncü öngörü ise Rusya’nın küresel anlamda izole edilemeyeceği inancıydı. “Kürenin güneyinin kilit ülkeleri” tepki göstermeyecek, yaptırım uygulamayacaktı zira bu onların çıkarına olmayacaktı.
Ancak yazar, dördüncü öngörünün en önemlisi olduğunu düşünüyor: “Kremlin, Rusya açısından Ukrayna’nın kaderinin Batı’dan daha önemli olduğunu anlıyor. Vladimir Putin, maliyeti göğüsleme ve risk alma konusunda Ukrayna’nın başlıca destekçilerine göre daha avantajlı. Bu avantaj, Batılı liderlerin zayıf, korkak ya da ödlek olmasından değil, Rusya’nın komşusu olan bu büyük ülkenin siyasi eğiliminin Moskova için her zaman uzakta yaşayanlardan — özellikle de Atlantik’in diğer yakasındaki müreffeh ve güvenli bir ülkede yaşayanlardan — daha önemli olmasından kaynaklanıyor”.
Bu makalenin en önemli mesajı da bırakın siyasetçileri, diğer Batılı uzmanların bile uzun süredir görmezden gelmeye çalıştığı ifade, daha doğrusu gerçeğin ifadesi. Bu şekilde Amerikan kurumlarının önemli bir bölümü, Ukrayna konusunda Moskova ile Washington arasındaki algı farkını Avrupalı müttefiklerine ve Ukrayna yönetimine iletmek istiyor. Peki bu mesajın sonuçları neler?
Şimdi yetişkin gibi davranma zamanı
Batılı gazeteciler, yetkililer ve politikacılar Ukrayna’nın kolektif Batı’nın parçası olduğu sloganını tekrarlamaktan haz alıyorlar. Ve bu yüzden Ukrayna’nın “ne kadar sürerse sürsün” savaşmaya devam edecekler.
Macaristan Başbakanı Viktor Orban’a göre AB ve NATO’daki herkes [Macaristan hariç] askeri ihtilafın sürmesinden yana. Bunu yapıyorlar ve bunun AB için ölüm kalım savaşı olduğunu savunuyorlar. Hem tek tek ülkeler düzeyinde [örneğin Polonya Başbakanı Mateusz Morawiecki] hem de Avrupa Komisyonu düzeyinde bu yönde açıklamalar yapılıyor.
Avrupa Dış İlişkiler Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, “Biz Ukrayna’nın silahlı gücüyüz zira bu savaş, güvenliğimize yönelik bir meydan okuma, varoluşsal bir meydan okuma. Ukrayna yeterinde silah alıyor ama mühimmat alamıyor. Sorun bu, Zelenskiy’i daha çok alkışlamak yerine mühimmat sağlanması önemli” vurgusunu yaptı.
Fakat ne yeterli miktarda mühimmat ne de kayda değer miktarda ağır teçhizat teslim ediliyor. Ukrayna yakın vadede sadece birkaç düzine tank alacak ve [tanklarını vermesi için uzun süre baskı yapılan ve sonunda baskı gören] Almanya, şimdi kendini kandırılmış hissediyor; Alman Şansölyesi Olaf Scholz, bilhassa öbür AB ülkelerinin Kiev rejimi için cephaneliklerini seferber etmeye istekli olmamasına öfkeli. ABD, Abrams’larını inşallah önümüzdeki yıl teslim edecek. Tabii Ukrayna şu anki haliyle dayanabilirse.
İnsan, tank sevkiyatıyla alakalı tüm bu hikâyenin Kiev rejiminin kapasitesini çarpıcı bir şekilde güçlendirmeye yönelik bir önlemden ziyade siyasi bir şov olduğu hissine kapılıyor. Ve bu, hiçbir şekilde Borrell’in sözünü ettiği “Avrupa için varoluşsal meydan okuma” ile uyuşmuyor.
Ve tüm bunların sebebi, Walt’un doğru bir şekilde yazdığı üzere bunun Batı açısından varoluşsal bir meydan okuma olmaması. Avrupa bunu yönetebilirdi ama bir yere kadar. Artık diplomatik oyunların devri geçti. Batı için Ukrayna’yı desteklemeye dönük nispeten güvenli ve acısız seçenekler [hafif silahlar, teçhizat, para, hafif teçhizat, obüs, mühimmat] tükeniyor.
Buna karşılık Batı’ya göre Rusya liderliği bir yıpratma savaşı stratejisi benimsedi; Moskova için kazançlı bir strateji. Zira Ukrayna Rusya için kritik, hatta varoluşsal bir öneme sahip. Ve Kremlin, Kiev rejimine yapılan kritik silah teslimatlarına sert bir şekilde karşılık vermeye istekli olduğunu gösteriyor, zira Rusya’nın [Batı’nın aksine] başka alternatifi yok.
Ve bu durumda Batı — daha doğrusu Kiev rejimine uluslararası yardımın lokomotifi olan ABD — Ukrayna’nın Rusya’yı zayıflatmak için bir araç olarak kullanılan periferik bir ikinci dünya ülkesinden başka bir şey olmadığı basit gerçeğini kabullenme zaruretiyle karşı karşıya. Ve bu enstrüman kullanılamayacak kadar tehlikeli hale geliyor. Dolayısıyla bu enstrümanı ortadan kaldırmanın makul bir yolunu bulmak gerekiyor. Örneğin Henry Kissinger’ın Vietnam’da gerçekleştirdiği çift taraflı — önce barış anlaşması ve ardından Güney Vietnamlı müttefiklerin akıbetini umursamama — operasyon gibi.
Elbette ABD halihazırda Kiev rejimine ihtiyacı olan her şeyi vermeyi ve ihtiyacı olduğu müddetçe desteklemeyi vaat ediyor. Ama Ukrayna’nın reel değerinin az olması — özellikle de ABD’nin fiziksel olarak hayatta kalmasını sağlama göreviyle kıyaslandığında — Amerika’yı şimdiden tereddüde sokuyor. Buna dair bir dizi işaret kendini gösteriyor. ABD liderliğinde bir ayrışma söz konusu [Bakan Blinken, önce ABD’nin Ukrayna’yı Kırım’ı ele geçirmeye zorlamak istemediğini dile getirdi, ardından yardımcısı Victoria Nuland, Kiev’in Rusya’nın hakimiyetindeki yarımadaya karşı her türlü eylemini desteklediğini ifade etti]. Hassas silahlar [uçak ya da füzeler gibi] söz konusu olduğunda net teslimat tarihleri verilmiyor.
Son olarak Washington’un Kiev rejimine sunduğu yardımı azaltması gerektiğini savunan Amerikalıların sayısı giderek artıyor ve Temsilciler Meclisi’ndeki Cumhuriyetçiler, [IMF’ye göre 2023 yılında “sadece varlığını sürdürebilmek için” 40 ila 48 milyar dolar borca ihtiyaç duyan] Ukrayna ekonomisine ayrılan bütçeleri kesme hayalleri kuruyor. Zira Ukrayna savaşı, Amerikalılar için ilkesel bir mesele değil.
Nasıl karşılık verecekler?
Esasında Stephen Walt, Henry Kissinger ve Rusya ile uzlaşma zaruretinden söz eden öbür realistler başarılı oldular. Anlatıları giderek marjinal bir bakış açısından ana akıma doğru evriliyor.
Giderek artan sayıda Batılı uzman, Ukrayna hikayesinin Batı için varoluşsal bir ihtilaf değil, Rusya’nın kendi güvenliğini tesis etme teşebbüsü olduğunu kabul etmeye başlıyor. Moskova Kiev’den sonra Manş Denizi’ne yönelmeyecek ya da Varşova’yı da almayacak; sadece faşist bir komşunun yarattığı tehditleri ortadan kaldırmaya çalışıyor. Bu da Batılı ülkelerin — tabii ki yozlaşmış Zelenskiy rejimine destek olmak adına nükleer savaş riskini almak istemiyorlarsa — Ukrayna’yı Rusya’ya teslim etmeseler bile ne azından Rusya’nın tüm kaygılarını gidermeleri ve Kremlin’e gerçekçi bir uzlaşı projesi sunmaları gerektiği anlamına geliyor.
Elbette Kiev, bu senaryoyu kabul etmeyi kategorik olarak reddediyor. Stephen Walt’un da haklı olarak işaret ettiği gibi Ukrayna yönetimi, ülkedeki ihtilafa küresel bir boyut kazandırmaya çalışıyor. Zelenskiy, ABD’nin Ukrayna’yı Rusya’ya teslim etmesi halinde domino prensibinin ortaya çıkacağını iddia ediyor.
Yazar, eğer onlara [Vzglyad’ın notu: Ukrayna ve aynı zamanda ABD’nin müdahalesini artırmaya ilgi duyanlar] kulak verirlerse bu, “Rusya’nın Kırım’ı ya da Donbass’ın herhangi bir bölümünü kontrol etmesi ‘kurallara dayalı uluslararası düzen’ için ölümcül bir darbe, Çin’in Tayvan’ı ele geçirmesi için bir davet, dünyanın dört bir yanındaki otokratlar için bir nimet, demokrasinin feci bir başarısızlığı ve nükleer şantajın kolayca kullanılabileceğinin ve Putin’in ordusunu Manş Denizi’ne kadar göndermek için bunu kullanabileceğinin ispatı olacak” diyor.
Ukrayna lideri Vladimir Zelenskiy, her platformda Rusya ile uzlaşmanın mümkün olmadığını söylüyor. Ukrayna’nın “Rusya’ya toprak tavizi vermeyeceğini”, yani Rusya’nın yeni topraklarını işgal etmekten vazgeçmeyeceğini, bu olmadan harekâtı sona erdirmenin imkânsız olduğunu ifade ediyor.
Peki Ukrayna’nın, Batı’nın Ukrayna krizine ilişkin anlayışındaki bu bariz değişim sürecini bir şekilde durdurmanın bir yolu var mı? Ukrayna meselesinin Batı için varoluşsal bir mesele olduğu yanılsamasını sürdürmeye devam edebilirler mi?
Evet, böyle bir ihtimal var. Ve krizin başlıca provokatörleri ve kışkırtıcıları — Doğu Avrupa limitrofları, Polonya ve Baltık ülkeleri — bu konuda Kiev’e yardımcı olabilirler. Bunda hem siyasi hem de kendileri lehine çıkarları var. Örneğin Kiev rejimiyle beraber uzlaşıları imkânsız kılmakla kalmayıp ABD’yi çatışmanın daha da içine çekecek yeni, korkunç bir provokasyon [kısmen Buça gibi] düzenleyebilecek olanlar onlar. Ve böylece Kiev rejimine bir kurtuluş şansı sağlanacak. En azından kısa bir süreliğine.
(Gevorg Mirzayan, Vzglyad - Çeviri: Emre Köse, emrekose.substack.com)