Kimlerin Malı Müsadere Edilmeli?
İslam fakihlerine göre yasa koyucunun (şari’) yasa koyarken gözettiği beş maksat vardır: Canı, dini, malı, aklı ve nesli korumak.
Bütün hükümler bu beş maksada dönüktür. Yasayı eğer kamu otoritesi uygulayacaksa, bireysel ve toplumsal hayatın sükun ve barışı için bunlar yönetimin halka karşı ana görevleri arasında yer almaktadır. “Malı koruma”dan iki şey anlayabileceğimizi düşünüyorum: Biri kişinin meşru yollardan (emek, hibe, miras vs.) kazandığı mal; diğeri toplumun genel serveti olan mal. İkincisinin klasik literatürdeki karşılığı Beytü’l-mal olup bugünkü karşılığı “kamu bütçesi”dir. Toplumun malı da iki şekilde teşekkül eder: Vergi ve tabii zenginliklerin işletilmesi, devri vs. İslam devletlerinde başlangıçta ihdas edilen müsadere toplumun hakkı olan malı ve parayı zimmetine geçirenlerin, görevlerini kötüye kullananların, nüfuz ticareti yapanların, rüşvet ve yolsuzluk, usulsüzlük yaparak haksız iktisaplarda bulunanların mal ve mülklerine el koyma, yani Beytü’l-mal’a iade etme yolu olarak benimsenmişti. Bu tür müsadere hem hukukidir hem zaruridir. Genellikle Osmanlı’da müsadere sistemi padişahın yargı yetkilerinden biridir. Kuvvetlerin tek elde toplandığı klasik sistemde padişahın re’sen birinin haksız kazancına el koyması anlaşılır bir şeydir. Doğru olanı müsaderenin bir fetvaya veya bir mahkeme kararına dayalı olmasıdır. İsyancıların vârislerini mahrum bırakacak şekilde mallarının müsaderesi büyük haksızlıktı.Bence bugün de ortada apaçık bir durum söz konusuysa, hem kamu bütçesini yağmadan kurtarmak hem kamu vicdanının infialinin önüne geçmek için müsadereye başvurulur. Yerel yönetimlerde ve merkezi idarede görev alanlar kamu vicdanını isyan ettirecek ölçeklerde zenginleşiyor, birkaç sene içinde normal bir vatandaşın 50-60 senede biriktiremeyeceği servete sahip olabiliyorlar. Böylesi durumlarda padişah sorgusuz sualsiz vezirin malına mülküne el koyardı, bugün de bu bir anda servet toplama rekoru kıranların mal ve mülklerine el konulabilmelidir.
Önceki yazıda işaret ettiğimiz üzere zaman içinde müsadere iki yoldan suistimale uğramıştır: Biri padişahın veya eyelet yöneticilerinin açık veren kamu bütçesini finanse etmeleri; diğeri muhaliflerin mallarına mülklerine el koymak suretiyle onları cezalandırma, mali yönden çökertme yoluna gitmeleri. Bu haksızlıktı. Ancak mülkiyet hakkı ve mal emniyetinin ihlaline uzanmadığı sürece rüşvet ve yolsuzluk yaparak servet iktisap edenlerin servetlerinin müsadere yoluyla Beytü’l-mal’a aktarılmasına bugün de ihtiyaç vardır.
Müsadereyi hak ve hukuk ihlalinden çıkarmanın yolu, yöneticilere ve siyasilere uygulanmasıyla sınırlı tutulmaktan geçer. Fertlerin tasarruf sonucunda biriktirdikleri meşru servetlerine veya stk’ların, vakıf ve derneklerin bağış veya işletme yoluyla sahip oldukları taşınır ve taşınmaz mal ve mülklerine el koymak gayrimeşru siyasetin zulüm aracıdır. Osmanlı’da gayrimüslimler müsadere dışı tutulmuşken, bugün onların vakıf mallarına el koymak da aynı şekilde büyük haksızlıktır. Eğer muhalif cemaat ve grupların mal ve servetlerine el konulacak olursa, 17. yüzyılda tamamen keyfi hale gelmiş IV. Murad usulü müsadere dönemine geri dönmüş olacağız. IV. Murad, isyanları bastırmak veya muhalifleri susturmak üzere sayısız idama karar vermiş, muhaliflerin servetlerini müsadere etmiş, bunun sonucunda öksüzler sorunu ortaya çıkmıştır. “Öksüz malını korumak için III. Mustafa ve II. Selim zamanlarında miras sahiplerinin hesapları görülerek borçları ödendikten sonra kalan kısmının miras kurallarına göre vârislere taksimi kararlaştırılmıştır.”
Özetle, bugün rüşvet ve yolsuzluk yaparak servet sahibi olanların mal ve mülklerine el konulmalı; müsadere sadece rüşvet ve yolsuzluk sonucu servet toplayanlarla sınırlı tutulmalı; fertleri ve sosyal grupları iktidarların bir cezalandırma aracı olarak kullanmak istedikleri müsadere teşebbüslerine karşı koruyacak tedbirler alınmalıdır. Müsadere hükmünün maksadı toplumu ve muhalifleri değil, yolsuzluk yapan yöneticileri ve siyasileri cezalandırmaktır. (Zaman)