Alman istikrarının sonu mu?
Aşağıda tercümesi verilen makale, The Critic’te geçen yıla kadar Freiburg Üniversitesi’nde erken modern tarih kürsüsü başkanlığı yapan emekli tarihçi Ronald Asch’in imzasıyla yayımlandı.
Almanya, son birkaç yılda SPD, Yeşiller ve FDP koalisyonun kör göze parmak şekilde yanlış adımlarından mustarip. Bunların elbette bir ölçüde Merkel döneminin bakiyesi olduğu yadsınamaz; ancak yeşil dönüşüm ajandasında vites yükseltilmesi, Ukrayna’ya verilen koşulsuz destek ve göç sorunun büyümesi, Alman toplumunu yeni tercihlere itiyor, daha doğrusu daha da sağcılaştırıyor. AfD, gündemlerin ekonomik maliyetinin sıradan vatandaşa yüklenmesine karşı son derece radikal ve karşılık bulan bir politika izliyor. Bunun sonucu, AfD’nin anketlerdeki puanlarının yükselmesi şeklinde tezahür ediyor. AfD’nin sıfır medya desteği ve güvenlik aygıtının takibindeyken toplumda bu kadar karşılık görmesi de ayrıca dikkat çekici.
İşte o yazı:
Almanya uzun zaman boyunca siyasi istikrarın timsali olarak görüldü. Batı Almanya (1989 öncesi Fransa ve İtalya’nın aksine) hiçbir zaman radikal bir sol partinin yarattığı tehditle boğuşmak zorunda kalmadı; savaş sonrası orta yolcu siyasi uzlaşıya açıkça meydan okuyan bir sağ parti de Federal Parlamento’da sandalye kazanmayı başaramadı. Bu durum birleşmeden önce de geçerliydi, birleşmeden sonra da —2017’ye kadar— geçerliliğini korudu. O yıl yapılan seçimlerle birlikte bu durum değişti. AfD (Alternative für Deutschland) oyların yüzde 12’sinden fazlasını almayı başardı. Parti 2013 yılında ekonomi profesörü Bernd Lucke tarafından, avro krizinin bir sonucu olarak, avro tedavüle sokulurken ülkenin çıkarlarını korumak için tasarlanmış olan yasal kuralların (kurtarma paketlerinin olmaması, hükümet harcamalarının Avrupa Merkez Bankası tarafından parasal olarak finanse edilmemesi) Fransa ve Güney Avrupa’nın baskısıyla büyük ölçüde terk edilmiş olmasını protesto etmek amacıyla kurulmuştu.
Avrupa’nın birleşmesi, savaştan sonra (Batı) Alman siyasi zümresi açısından her daim kutsal bir amaç sayılmıştı. Alman Anayasa Mahkemesinin zaman zaman AB’ye karşı daha eleştirel bir tutum takınmasına rağmen, parasal birliğin çok ileri bir adım olup olmadığı sorusunu sormak bile yaygın bir biçimde sapkınlık olarak görülüyordu. Geleneksel partiler, AfD’nin kendi otoritelerine yönelttiği meydan okumayı, bu partiyi aşırı milliyetçi ve aşırılıkçı olarak göstererek bertaraf edebileceklerine inanıyorlardı. Bu taktik bazı açılardan kendi kendini gerçeğe dönüştüren bir kehanete dönüştü. Yeni partideki radikaller, ki bunlar daha önce Doğu Almanya’daki bölgesel liderliğe hakim olmuşlardı, hemen hemen her şekilde ılımlıları saf dışı bırakarak yeni partiyi tamamen kendilerine ait hale getirmeyi amaçlamışlardı. Kısa süre sonra oyunu kurallarına göre oynamanın faydasız olduğunu, AfD’nin söylemini yumuşatmak için ne kadar çaba sarf ederse etsin siyaset kurumu ve medya tarafından her zaman aşırılıkçı olarak gösterileceğini savunmaya başladılar. Partinin sağ kanadının 2015’te biraz beceriksiz Lucke’yi devirmeyi başarmasının tek nedeni tam olarak bu değildi —açıkça daha acımasız ve daha iyi örgütlenmişlerdi— ama mutlak anlamda partinin başından beri başarılı bir şekilde bir tür siyasi gettoya itilmesine ön ayak oldu.
2015’ten itibaren parti giderek artan bir şekilde Björn Höcke ve takipçileri tarafından domine edilmeye başlandı. Höcke, AfD’nin Thüringen’deki lideriydi ve halen de öyle. Asıl mesleği öğretmenlik olan Höcke, 1920’ler ve 1930’ların başındaki Muhafazakâr Devrim’den esinlendiğini gizlemiyor. “Muhafazakâr devrim” sloganı genelde Weimar Cumhuriyeti’nde anti-demokratik ve milliyetçi olan ancak NSDAP’nin hedefleriyle aynı olmayan hedefleri takip eden entelektüel hareketi tanımlamak için kullanılır. Esasında Edgar Julius Jung (1894-1934) gibi hareketin bazı temsilcileri Nazi rejimi tarafından öldürüldü, yazar Ernst Jünger gibi diğerleri ise 1933’ten sonra rejimle aralarına sessizce mesafe koydular. Bununla birlikte, Höcke’nin Hitler’in tiranlığına ve 20. yüzyılın başlarındaki faşist harekete karşı tutumu en hafif tabirle ikircikli görünüyor. İtalya’da ülkenin faşizm tarihiyle ilgili bu tür bir kararsızlık makul görülebilir -mevcut İtalyan hükümeti bunun en iyi kanıtı— ama Almanya’da, Nazi rejiminin barbarlığını niteliksiz bir şekilde kınamayı reddetmek haklı olarak liberal demokrasinin ruhuna ve savaş sonrası siyasi konsensüsün özüne karşı bir saldırı olarak algılanır.
Açıkça aşırılıkçı olan bu eğilimlere rağmen —tüm parti üyeleri ve AfD seçmenlerinin büyük bir kısmı tarafından paylaşılmasa da, yine de yeterince güçlü— son anketlerin tüm Alman seçmenlerin yüzde 20’sinin AfD’ye oy vermeye hazır olduğunu göstermesi daha da şaşırtıcı. Kuşkusuz destek, pek çok insanın Ukrayna’da devam eden savaşta Rusya’ya sempati duyma eğiliminde olduğu ve AfD’nin yüzde 25 ve daha fazla destek toplayabildiği Doğu’da, bu oranın yarısından fazlasını elde etmekte zorlandığı Batı’ya kıyasla çok daha güçlü. Bu tür anketlerin sadece geçici bir ruh halini belgelediği iddia edilebilir. Ne de olsa AfD, 2018’de mülteci krizinin doruk noktasında, anketlerde benzer şekilde yüksek destek görmüş ve bu daha sonra kısmen çökmüştü. Yine de televizyonda görüşlerini sunmasına çok nadiren izin verilen, çok az medya desteği olan ve yaygın olarak saygınlıktan yoksun görülen, dahası Alice Weidel ve Tino Chrupalla (Höcke şu ana kadar parti liderliğine adaylığını koymadı) gibi ne karizmatik ne de popüler olan iki siyasetçi tarafından yönetilen bir partinin bu kadar destek toplamayı başarması oldukça şaşırtıcı.
Hükümete ve aynı zamanda geleneksel siyasi partilerin Almanya’nın karşı karşıya olduğu önemli sorunları çözme kabiliyetine olan güvenin epey düşük bir seviyede olduğu aşikâr. Anketler, hangi partinin ciddi sorunları çözebileceğine inandıkları sorulduğunda, seçmenlerin yarısından fazlasının yukarıdakilerin hiçbiri cevabını verdiğini gösteriyor. AfD’nin bu tür anketlerde daha iyi bir performans sergilediği söylenemez, fakat bazı seçmenler tarafından tercih edilmesinin nedeni, siyasi zümreye karşı protestolarını kaydetmek istemeleri. Politikacıların, kaygılarını dinlemeye hazır olmadıklarını düşünüyorlar. Göç hem hükümetin hem de mevcut ana muhalefet partisi CDU’nun geçmişte büyük ölçüde sağır olduklarını kanıtladıkları en tartışmalı konulardan biri. Sahici bir tartışmaya gerek yokmuş gibi davranmaya çalıştılar ama bu durum az da değişmeye başlamak üzere.
Sınırsız düzensiz göçün, örneğin büyük kentlerdeki okullarda ya da konut piyasasında olduğu kadar güvenlik konusunda da her türlü soruna yol açacağı öngörülebilirdi. Refah devletine haddinden fazla yük bindirilmesi de aynı şekilde bu sorunlardan biri. Almanya’da son zamanlarda daha da genişletilen sosyal yardım sistemi, düzenli bir geliri olmayanlara vatandaşlık maaşı (“Bürgergeld”, vatandaş olmayanlar vatandaşlarla aynı yardımları aldığı için yanlış bir isim) adı altında son derece cömert bir destek sunuyor. Çocuklu ebeveynler ve bir dereceye kadar diğerleri için artık iş aramaya çalışmak bile —yüksek ücret alabilmek için makul derecede kalifiye değillerse, ki maalesef çoğu mülteci böyle bir durumda değil— pek mantıklı değil. Enflasyon nedeniyle pek çok Almanın çok daha yoksullaştığı bir dönemde, bu tür politikalar, mütevazı bir düzenli gelir elde etmek adına çok çalışanlar nezdinde fazla destek bulmayacaktır.
Esrarengiz Şansölye Scholz liderliğindeki mevcut hükümet, ülkeye net sıfır enerji politikasını dayatmaya çalışıyor. Bir yandan çalışan son nükleer santralleri kapatırken —şimdilik yerlerine kömürle çalışan santrallerin kurulması gerekiyor— diğer yandan da konutların ısıtılmasının karbon nötr hale gelmesini istiyor. Bu övgüye değer bir hedef olabilir, fakat pratikte çok daha iyi yalıtılması gereken eski binalarda yaşayanlara büyük maliyetler yükleniyor. Hükümeti şaşırtan bu yasa, halk arasında yaygın bir öfke patlamasına yol açtı. Hükümet koalisyonunun en küçük partisi olan liberaller, gösterişli Yeşil Ekonomi ve Çevre Bakanı Habeck’i yasayı değiştirmeye zorladı. Yasanın daha yumuşak yeni halinin pratikte nasıl işleyeceğini öngörmek zor ve çatışma, bu yıl içinde yeniden ortaya çıkmak üzere sadece geçici olarak yatıştırılmış olabilir.
Her halükarda Almanya’daki genel hava giderek daha da karamsar bir hal alıyor. Ülke açıkça, ölümcül sayılabilecek bir şekilde iktisadi gerileme içinde. Enerji fiyatları çok yüksek, otomobil üretimi gibi geleneksel endüstriler, yeni elektrikli otomobilleri çok daha düşük maliyetle üretebilen yabancı şirketlerle rekabet etmekte zorlanıyor ve çalışma çağındaki nüfus hızla azalıyor; bu, Avrupalı olmayan pek çok göçmenin Alman iş piyasasına ayak uydurmakta zorlanmasıyla daha da kötüleşen bir sorun. Yukarıda da belirtildiği üzere sosyal yardım sistemi de bu konuda caydırıcı bir rol oynuyor ve öyle görünüyor ki SPD’li Çalışma Bakanı Hubertus Heil tarafından tam da bu etkiyi yaratmak üzere bilinçli olarak tasarlandı.
Son 20 yıldır girişimcilere ve şirketlere giderek daha karmaşık kurallar ve düzenlemeler dayatan hükümet politikaları da durumu iyileştirmiyor. Bu bir ölçüde AB’nin baskısından kaynaklansa da büyük bir kısmı da bizden kaynaklanıyor. Benzer sorunlar diğer Avrupa ülkelerinde de mevcut ama Romanya ya da İtalya’da, özellikle aptalca bazı kuralları görmezden gelmek istediğinizde en azından bir devlet memurunu başka yöne bakmaya ikna edebilirken, Almanya’da bu daha zor. Her ne kadar Alman bürokrasisinin eski Prusya ruhu tamamen ortadan kalkmış olsa da —bugün kesinlikle çok fazla verimlilik arz etmiyor— eski kültürel mirasın büyük bir kısmı hala yaşıyor.
Tüm bunlar büyük bir hoşnutsuzluk yaratıyor ve AfD, söylemi ne kadar kaba olursa olsun, bu hoşnutsuzluğun sesi olmakta başarılı. Nükleer enerjiyi açıkça savunan, çok daha sert bir göç politikası talep eden ve her türlü azınlık lehine pozitif ayrımcılık ve duyarcı politikalara açıktan karşı çıkan tek parti. Almanya’yı 2021’e kadar 16 yıl boyunca yöneten en büyük muhalefet partisi olan CDU, Merkel’in liderliğinde merkez sol bir parti haline geldi. Mevcut Genel Başkan Friedrich Merz, zaman zaman muhafazakâr seçmenleri geri kazanmak yönünde bazı gönülsüz teşebbüslerde bulunsa da bunlar, partinin güçlü sol kanadının direnci ve kendisinin gerçek cesaret eksikliği nedeniyle düzenli olarak baltalanıyor. CDU’nun yeniden şansölyelik makamına talip olması halinde, solcu bir koalisyon ortağına (Yeşiller ya da SPD, AfD ile koalisyon kendi kendini yok edeceğinden ve tabu olacağından) ihtiyaç duyacağı neredeyse kesin. Hakim sol politikalardan hazzetmeyen muhafazakârlara sunacak bir şeyleri olmayan bir parti olarak yeniden inandırıcı olmaları çok zor.
Dolayısıyla Alman siyasi sistemi önümüzdeki birkaç yıl içerisinde daha da istikrarsız bir hal alacak, zira seçmenlerin beşte biri tarafından desteklenen ve Doğu’da yüzde 30’lara varan oranlara ulaşan radikal sağcı bir partiyi tamamen saf dışı bırakmak zor olacaktır. Belki de Alman politikacılar, seçmenlere peri masalları anlatmanın (“avro ve Avrupa entegrasyon politikaları sizi daha da müreffeh kılacak” gibi) sadece bir yere kadar götüreceğini zor yoldan öğrenme mecburiyetinde. Bir gün gerçeklerle yüzleşmek ve pek çok seçmenin hayati önemde olduğunu düşündüğü sorunlar hakkında bir şeyler yapmak zorunda kalacaklar.
Yakın gelecekte, pek çok tartışmalı alanda idare-i maslahatçılık ve hatta hükümetin “yeşil” ve duyarcı hedefler uğruna ekonomiye ve insanların yaşamlarına daha fazla müdahale etmesi, muhtemelen resmi politikanın merkezinde yer almaya devam edecek. Ne de olsa, SPD ve CDU’daki pek çok politikacı ve muhtemelen Şansölye Scholz’un bizzat kendisi tarafından hala büyük bir hayranlıkla izlenen, büyük politik iş bitirici Merkel, ortalığı karıştırma konusunda bir dâhiydi. Fakat Merkel, bu hükümetin iktidara geldiğinden beri yaptığı gibi kararlı ve tek fikirli bir şekilde öfke ve hayal kırıklığı yaratamayacak kadar zeki davranabilirdi.(Ronald Asch/The Critic-Tercüme: Harici)