İslam Devrimi Batı’nın söylemsel hegemonyasını kırdı
"İslam Cumhuriyeti'nin kuruluşu, adaletsizlik ve baskıya karşı varoluşsal mücadelenin bir parçası olarak anlaşılmaktadır. İslam Cumhuriyeti anlatısında, adaletsizliğin ve zulmün egemen olduğu her siyasi momentin yıkıma mahkûm olduğu savunulur."
İran bu hafta, çağdaş dünya tarihinde bir dönüm noktası olan ve insanların dünyaya farklı bir dil ve siyasi ufukla bakmasında önemli değişikliklere yol açan İslam Cumhuriyeti'nin kuruluşunun 45. yıldönümünü anıyor.
Ayetullah Ruhullah Humeyni'nin öncülük ettiği 1979 İslam Devrimi, Batı merkezli tarih yazımı tarafından pasif ve depolitize olarak tasvir edilen insanlara ses ve eylemlilik kazandırdı.
Müslümanlar arasında var olduğu varsayılan bu eylemlilik eksikliği, 1979'da İslam Cumhuriyeti'nin kuruluşunun istikbar [emperyalizm] tarafından tanımlanan normların dışında bir hadise olarak görülmesine yol açmıştır.
İslam Cumhuriyeti'nin kurulmasından önce, Batı gramerini takip etmeyen ve Fransız, Rus ve Çin devrimleri gibi diğer klasik devrimlerden farklı, türünün ilk örneği bir devrim hareketinin -İslam Devrimi- gerçekleştiğini belirtmek önemlidir.
Bir şekilde 'Aydınlanma' ile aynı tarihsel-politik momentten kaynaklanan bu devrimlerin aksine İran İslam Devrimi, Aydınlanma ve hedefleriyle ilintili amaç, yön ve sloganlardan ayrı yol tutmuştur.
İslam Devrimi ve ardından İslam Cumhuriyeti'nin kuruluşu epistemik bir perspektiften anlaşılmalıdır, yani amacı sadece yozlaşmış bir hanedanın devrilmesi değil, aynı zamanda Batı siyasi gramerinin (bazı uzmanların "Westernesse" olarak adlandırdığı) kaldırılması ve ardından değiştirilmesidir.
İran'da Pehlevi hanedanı tarafından temsil edilen bu gramer, genel olarak bağımsız bir Müslüman siyasi kimliğinin inşasını engelleyen bir dizi ilkeyi ön plana çıkarıyordu.
Örneğin, "Westernesse" altında İslam, siyasi alandan ayrı özel bir inanç olarak tanımlanan bir [dar anlamıyla] “din” [religion] olarak algılanıyordu. Aynı zamanda, Pehlevi rejiminin İslam'ı bir "din" olarak görmesi, sekülerizm söyleminin zorunlu varlığına dayanıyordu.
Sekülerizm basitçe dinin yokluğu ya da kamusal alandan dışlanması şeklinde değil, kendi sınırlarını kendi belirleyen normatif bir proje olarak anlaşılmalıdır.
İslam Cumhuriyeti için sekülerizm ne doğaldır ne de tarihsel bir sürecin sonucudur. Disiplinci bir söylem, belirli siyasi duyarlılıkları geçerli kılarken diğerlerini tehdit sayan dışlayıcı bir siyasi modalite olarak algılanmaktadır.
İslam Devrimi, "Batılılık" (Westernesse) olarak bilinen tüm söylemsel kompleksin hegemonyasının yıkılmasında çok önemli bir rol oynamıştır. İslam Cumhuriyeti'nin kuruluşunu tanımlamak için kullanılan "skandal" kategorisini anlamak için bu yıkımın farkında olmak önemlidir. Zira İslami devrimci siyasetin müdahalesiyle, "Platon'dan NATO'ya" olarak bilinen güya zorunlu tarihsel sekans kesintiye uğratılmış olmaktaydı.
Başka bir deyişle, farklı bir siyasi dilin, bu durumda İslami bir dilin harekete geçirilmesiyle, dünyanın doğal ve zorunlu olarak böyle olduğuna dair normatif fikir sorgulanmıştır.
Dolayısıyla İslam Devrimi'nin birincil sonucu, Batı ideolojisi tarafından tanımlanan anlatıyı sorgulamak ve aynı zamanda siyasi açıdan dünyayı yurt edinmenin farklı yollarını mümkün kılmaktı.
Dolayısıyla, elde edilen şey sadece Batı destekli yozlaşmış ve otoriter Pehlevi hanedanının yıkılması değil, aynı zamanda Batı'nın taşralaştırılmasıydı: “Westernesse” tek mümkün dil olmaktan çıktı.
Devrimci moment, politik olanın geri dönüşüne işaret ediyordu. "Politik" terimini daha yaygın ve sıradan bir terim olan "politika"dan ayırmak önemlidir.
Politik olan, statükonun açıklık, istikrarsızlık ve parçalanma anını ve dolayısıyla dünyada yaşamak için yeni olasılıkların ortaya çıkışını temsil eder.
Öte yandan, "politika" tortulaşma ve normalleşme anını ifade eder. Her iki an da gereklidir ve aynı zamanda bir arada varoluşları her zaman istikrarsızlık yaratır.
Bu çerçeveyi takip etmek, İslam Devrimi'nin kuruluşunun yıllar ve binlerce ömür süren devrimci aşamanın doruk noktası olduğu anlamına gelir.
Bununla birlikte, 1979 yılında İmam Humeyni tarafından İslam Cumhuriyeti'nin kuruluşunu sadece teolojik değil, siyasi bir eylem olarak analiz etmek çok önemlidir. Ancak bu eylem, daha önce de belirtildiği gibi, özünde İslam olan belirli bir dilden türetilmiştir.
Bu yaklaşım, mevcut İslam Cumhuriyeti'nin tüm siyasi çerçevesinin dayandığı temeli oluşturan bir dizi İslami ilkede yansımaktadır. Bu ilkeler, hem Pehleviler hem de Batı ideolojisinin hâkimiyeti tarafından temsil edilen adaletsizlik ve baskıya karşı bir mücadele hikâyesi anlatmaktadır.
Adaletsizliğe karşı mücadele, İslam Cumhuriyeti'nin kuruluşuna yansıyan iki boyutu kapsamaktadır. Bir yandan Müslümanları dünyadaki adaletsizliklere karşı savunma iradesi vardı ve bunu başarmak için Ümmeti koruyabilecek İslami bir güç inşa etmek gerekiyordu. Bu İslami güç, çağdaş dünyada bağımsız bir İslami varlığın garantisi olacaktı ve yokluğu da Müslümanların küresel düzeyde siyasi olarak temsil edilmeyeceği anlamına gelecekti.
Öte yandan, adaletsizliğe karşı verilen bu mücadele varoluşsal-ontolojik bir perspektiften anlaşılmalıdır: asla tam olarak varılamayacak ama her zaman mevcut olan bir rehber görevi gören etik bir ufka doğru sürekli bir yürüyüş.
Bu varoluşsal-ontolojik perspektif Kur'an'daki Firavun hikâyesinde yansıtılır. Bu figür, adaletsizliğin işaret ettiği her şeyin bir arketipi haline gelir. Firavun, otoriter ve despotik terimlerle anlaşılan mutlak otoritenin bir sembolüdür. Bu nedenle, her türlü merhametin yokluğunu, adaletsizlik ve zorbalığa dayalı politik-ekonomik sistemlerin uygulanmasını temsil eder. Aynı zamanda Firavun, Tanrı’nın yerine geçmeye çalışarak haddi aşma suçunu işlemektedir.
İslam Cumhuriyeti'nin kuruluşu, adaletsizlik ve baskıya karşı varoluşsal mücadelenin bir parçası olarak anlaşılmaktadır. İslam Cumhuriyeti anlatısında, adaletsizliğin ve zulmün egemen olduğu her siyasi momentin yıkıma mahkûm olduğu savunulur.
İslam Cumhuriyeti'nin kuruluşu ve ondan türeyen tüm siyasi eylemler, adaletsizliğe karşı mücadele içinde çerçevelenmiştir. Bu nedenle İslam Cumhuriyeti'ni anlamak, Batı dilinin reddini, bağımsız siyasi vizyonları dile getirme ihtiyacını ve baskıya dayalı hiyerarşiler inşa etmeye çalışan tüm siyasi oluşumlara karşı çıkmayı kavramak demektir.(Xavier Villar/Press TV-Çeviri: Medya Şafak)