'1701 sayılı kararı düşmanın bakış açısıyla anlayanlar var'
"Dünyanın hiçbir yerinde kimsenin, hiçbir şekilde Lübnanlıların yarısından fazlasını temsil eden bir kesime, bu tür seçenekleri dayatma hakkı yoktur."
El-Ahbar gazetesinin genel yayın yönetmeni İbrahim el-Emin, Lübnan'daki farklı siyasi ve toplumsal grupların, Siyonist rejim ile savaşın sonlandırılması ve "1701 sayılı BM kararının uygulanmasına" ilişkin tutumları ele alıyor. Bu grupların ortak noktasının, Lübnan’ın kendi egemenliğini ve direnişini hiçe sayarak, İsrail’in taleplerine uyum sağlamayı çözüm olarak görmesi olduğunu vurgulayan el-Emin, İsrail’in “meşru müdafaa hakkı” bahanesiyle her türlü müdahaleyi meşru gördüğüne ve Lübnan ordusunun ise bu ihlallere karşı etkisiz bırakıldığına dikkat çekiyor.
Son olarak, yazar direnişin silahsızlandırılmasının ve uluslararası taleplere boyun eğilmesinin, İsrail’in düşmanca politikalarına hizmet ettiğini belirtiyor.
Lübnan'da, İsrail ile savaşı sonlandırmak isteyen ve direnişi silahsızlandırmayı hedefleyen tüm uluslararası kararların uygulanmasını talep eden bir kitle, siyasi güçler ve şahıslar var.
Sakin bir şekilde, çoğunuzun istediği gibi, İsrail meselesine dair “klişe” gördüğünüz yaklaşımları bir kenara bırakıp sizin yolculuğunuza eşlik edelim. Ama izin verin, durumunuzu bizim anladığımız şekliyle, yani gerçekte olduğu gibi değerlendirelim.
Sizin aranızda, devletin tüm kurumlarında var olan ve sayıca azımsanmayacak bir grup mevcut. Tartışmayı kolaylaştırmak için bu gruba “kanun uygulayıcıları” diyelim. Bir diğer grup ise, iktidarın tüm kurumlarına erişme arzusunu daha açık bir şekilde ifade eden, ancak bunu diplomatik bir üslupla maskeleyen partiler ve şahıslardan oluşuyor.
Bu grup, Lübnan’ın “uluslararası meşruiyetin kucağına” dönmesi gerektiğini, Amerika Birleşik Devletleri’ni kızdırmamanın önemini ve “uluslararası toplumun” her talebine uyulmasını savunuyor.
Buna, İsrail’e saldırılara son verilmesi, ABD’nin düşmanlarıyla ilişkilerin kesilmesi ve uluslararası kararların harfiyen yerine getirilmesi de dahil. Bu gruba da “Uluslararası Meşruiyet Savunucuları” adını verelim.
Üçüncü grup ise, Amerikalıların, Avrupalıların ve petrol-doğalgaz zengini Arapların taleplerini açıkça dile getirenlerden oluşuyor.
Bu grup, direnişin tamamen silahsızlandırılmasını, İsrail ile savaş dosyasının kapatılmasını ve Lübnan ordusunun, gerektiğinde uluslararası güçlerden ya da çok uluslu bir koalisyondan yardım alarak, bu görevi Lübnan’ın tamamında -yalnızca 1701 sayılı kararın uygulama bölgesinde değil- üstlenmesini istiyor.
Aynı zamanda, Amerikan hükümetinin kişilere, kurumlara ya da gruplara yönelik yaptırımlarını harfiyen uygulamayı savunuyor. Ancak bu grup, tüm bu görevleri dünyanın geri kalanından talep ediyor. Bu gruba da “tembel aptallar” adını verelim.
Konuyu daha fazla dağıtmadan, bu üç grubun bir an önce uygulanmasını istediği 1701 sayılı karara bir göz atalım. Bu gruplar, direnişin son 18 yıl boyunca kararın uygulanmasını engellediğini düşünüyor. Ayrıca, önceden planlanmış bir şekilde, Lübnan’ın karara uymamasını, İsrail’in kendi güvenliğini sağlamak için özel yollar bulmasını meşru gören bir anlayışa sahipler.
Peki, 1701 sayılı kararı nasıl uygularız?
Bu üç gruba göre, İsrail’in saldırılarının sebebi Lübnan’ın 1701 sayılı karara tam olarak uymaması. Dolayısıyla, onların çözüm önerisi, kararı doğru bir şekilde uygulamamız gerektiği yönünde.
Üstelik, uluslararası toplumu ya da İsrail’i kızdırmak istemediklerinden, çözüm yolu olarak İsrail’e ve uluslararası topluma, bu kararın nasıl uygulanacağını sormayı öneriyorlar. Ve ardından, onların belirlediği yolu izleyerek bu talimatlara uymamızı istiyorlar.
Birleşmiş Milletler’in kabul ettiği şekliyle, 1701 sayılı karar, Litani Nehri’nin güneyinde konuşlanan uluslararası güçlerin, Lübnan hükümetine otoritesini tesis etmesi için yardım etmesini öngörüyor.
Bu, Lübnan ordusunun bölgede büyük bir güç konuşlandırarak, hükümetin kontrolü altında olmayan hiçbir silah ya da silahlı grup bulundurulmamasını sağlaması anlamına geliyor.
Fakat burada kritik bir soru ortaya çıkıyor: Lübnan ordusunun, güneyde konuşlanmadan önceki resmi görevi nasıl tanımlanacak? Uluslararası güçlerden bu kararı uygulamak için nasıl bir yardım talep edilecek?
Tam da bu noktada, Amerikalı arabulucu Amos Hochstein aracılığıyla yürütülen müzakereleri tıkayabilecek bir mesele beliriyor.
Bu üç grup, bu görevin nasıl uygulanması gerektiği konusunda ABD'nin, İsrail’in ve uluslararası güçlerin anlayışıyla tamamen aynı fikirde olduklarını dile getiriyor.
Hepsi, güneydeki direnişçilerin elindeki silahların alınmasını ve bölgedeki evlerde, çiftliklerde ya da vadilerde hiçbir silah bulunmamasını sağlamak için Lübnan ordusunun devreye girmesini istiyor.
Bu bağlamda, hükümetin Lübnan ordusuna vereceği talimat şu olacak: İsrail’in güvenliğini sağlamak ve gerekirse zorla bunu temin etmek.
Ancak ilginç bir şekilde, bu grupların hiçbiri (tıpkı ABD ve uluslararası güçler gibi), Lübnan ordusunun İsrail’in ihlallerine karşı koymasını talep etmiyor.
Zaten, orduya bu tür ihlalleri engelleyecek uygun silahları da vermeye niyetleri yok. Lübnan ordusunun yapabileceği tek şey, ihlal durumunda Denetleme Komitesine şikâyette bulunmak. Fakat bu şikâyete cevap almayı beklemek bile ordudan istenmiyor.
Üç grup da İsrail’in aynı şekilde davranmayacağını çok iyi biliyor. İşgalci İsrail ordusu, bir ihlal durumunda yalnızca bir şikâyet kaydı oluşturup Denetleme Komitesi’ni beklemeyecektir. Aksine, işi kendi eline alıp müdahale edecektir.
Nitekim İsrail hem Amerikalılarla yaptığı müzakerelerde hem de müzakere edilen anlaşma metninde açıkça şunu talep etti: “Meşru müdafaa hakkı”.
Bu, İsrail’in herhangi bir ihlal durumunda tek başına hareket etme ve kimsenin itiraz edemeyeceği bir şekilde müdahalede bulunma hakkını saklı tutması anlamına geliyor.
İşte şu anda tartışılan gerçek mesele budur ve herkesin yüzleşmekten kaçındığı gerçek de budur. Bir yandan savaşın maliyeti, diğer yandan ise dünyaya karşı duramama korkusu bu gerçeği örtbas etmek için birer bahane olarak kullanılıyor.
Peki, bu üç gruba bir arada ne söyleyebiliriz? Ve onlara, meselelerin bu şekilde ilerlemeyeceğini, ordunun görevinin düşmanın taleplerini yerine getirmek olamayacağını nasıl açıklayabiliriz?
Sırf uluslararası toplumu memnun etmek adına, hiçbir akıl sahibi, ordunun görevinin İsrail’in emirlerini yerine getirmek olmasını kabul edemez.
Bu gruba uluslararası güçlerin, NATO kuvvetlerinin ya da başka bir yabancı askeri oluşumun bize hiçbir şekilde işgalci rejim gibi muamele etmesine izin verilmeyeceğiniz nasıl anlatabiliriz?
Dünyanın hiçbir yerinde kimsenin, hiçbir şekilde Lübnanlıların yarısından fazlasını temsil eden bir kesime, bu tür seçenekleri dayatma hakkı yoktur.
Peki, hala bize uluslararası meşruiyet, uluslararası mahkemeler ve insan hakları örgütleri hakkında konuşanlara ne söyleyebiliriz? Gazze'de 14 aydır yaşananları görmüyorlar mı?
Ya da uluslararası mahkemenin başsavcısının, bir Amerikalı yetkilinin kendisine açıkça şunu söylediğini itiraf ettiğini duymadılar mı: “Bu mahkemeler Batı’nın düşmanlarını Afrika’da yargılamak için kuruldu; Amerika’nın İsrail’deki dostlarını yargılamak için değil.”
Peki, Lübnan’da düşmanın işlediği suçları kınamayı reddeden, buna karşın kendi canlarını ortaya koyarak düşmanın Lübnan’ın egemenliğini ihlal eden kuvvetlerine karşı duran direnişçileri sürekli kötüleyenlere ne diyebiliriz? Onlar için söyleyecek bir şeyimiz var mı?
Durum bu kadar netken, devam eden müzakerelerin sonuçlarını beklemek elbette gerçekçidir. Saldırıların durması hakkımızdır ve katliam makinesini durduracak bir anlaşmaya varılmasına katkıda bulunmak görevimizdir.
Fakat hem hakkımız hem de görevimiz olan bir başka şey daha var: İsrail’in her zaman düşman olarak kalacağını ve yok edilmesi gereken bir varlık olduğunu açıkça söylemek.
Filistin toprakları hepimize aittir. Filistin halkı ise bu dünyadaki güçlülerin adaletsizliğini ve zulmünü en net şekilde temsil etmektedir. Harabeler arasından çıkan ve İsrail’in çelik duvarlarına karşı kendi kanlarıyla “Hayır!” diyerek mücadele eden gençler, cesaretin, hürriyetin, onurun ve insanlığın gerçek örneğidir.
Evet, bu konuda farklı düşünenler olabilir. Ancak açıkça söylemek gerek: Bu savaşın sona ermesi, direnişin de sona erdiği anlamına gelmez.
Direnişin yeniden inşası hem insan kaynağı hem de kabiliyet ve imkanlar bakımından, bugün devam eden bir görevdir ve ilerleyen dönemlerde daha da güçlenerek sürdürülecektir. Bu, her zaman var olacak bir görevdir.(Çeviri: YDH)