'Ben Şehid olursam…'
Kapıyı kapattığı anda yeni bir âleme girdiği belliydi. Dışarıda dünyalık yarışında nefes nefese kalmış yığınlar vardı. Geleceğe dair korku ve endişeler insanların yüzlerine yansıyordu. Şimdi kendisine döndü. Kendi âlemi, çevresi çok farklıydı ve son günlerde kendisi de bunu fark ediyordu.
Yaşlılardan görüp onlara has bildiği bir durum vardı; “ben ölürsem …” diye başlayıp yapılacakları sıraladıkları vasiyetleri olurdu. İşte öyle konuşmalara şahit oluyordu sıklıkla. Etrafındaki gençler adeta vasiyetlerini yapıyordu. Ama yaş dışında bir farkı daha vardı bu durumun: Gençler, “ben ölürsem…” diye başlamıyordu vasiyetlerine; “ben Şehid olursam..” diye söze giriyordu. Arkadaşlarına şehadetlerinden sonra ne yapacaklarını anlatıyorlardı, düğününden sonrasını anlatır gibi.
Camiadaki insanların nerdeyse onda dokuzu “her an Şehid olabilirim” düşüncesi ile yaşıyordu. Ancak bu düşünce onlara bir korku, endişe hatta ürkeklik bile yaşatmıyordu. Aksine heyecan, coşku hatta umuda dair bir gülümseme beliriyordu yüzlerinde. Düşündü kendi kendine ve “bu, imanın nişanesidir.” dedi.
Düşünceleri kendisine döndü bir muhasebe için. Kendisi de öyle değil miydi? Yakın geçmişe daldı sonra.
Şehid Ubeydullah, şehadetin geçmişte kalmadığını göstermişti. Saldırıların; taşlamalar, kavgalar ile sınırlı olduğu bir ortamda bir yiğit, dernek çatısında şehid olmuş; şehadet âşıklarının gözleri parlamıştı. Çünkü şehadet layık olanın yanı başında duruyordu.
Kobani bahaneli vahşette bir gerginlik anında Müslümanların katledilebildiğini düşündü. Amed’in hayırsever gençleri, saldırgan güruh karşısında tıpkı Ashab-ı Kehf gibi bir yere sığınmak istemişlerdi. Ancak sığındıkları ev onları mağara gibi muhafaza edememişti. Bölgenin farklı yerlerindeki Müslümanlar da bu vahşetten paylarını almıştı.
Ve Xanikê Şehitlerinde komünist ideolojinin gençleri nasıl kör ettiğini; topluma ne denli canavarlar kattığını hatırladı. Topluma kargaşa ve huzursuzluk dışında bir katkısı olmayanlar, yaptıkları sözde seçim çalışmasından sonra arkalarında kan ve gözyaşı bırakarak köyden ayrılmışlardı. Şehid Aytaş Baran ise her şuurlu Müslüman’ın zaten şehadetle nişanlı olduğunu öğretmişti. Çünkü ortada ne bir gerginlik ne de olay vardı. Karanlık beyinliler şerri planlamış ve saldırıya geçmişti.
Düşünceleri tarihin ne kadar da tekerrür ettiğini ispatlarcasına tarihin farklı olaylarında gezindi. Ve yolculuğunu tamamlamış bugünün durağına varmıştı. Değişen bir şey yoktu. Tıpkı Ashabın Bedir öncesi “Ya Resulullah dilediğini emret. Yemin olsun ki yüzümüzü denize çevirsen arkandan dönmeyiz” deyişi gibi Müslümanlar davalarında sebat ediyorlardı. İnsanlar, “düşmanlarınız size karşı ordu topladı, saygı duyarak onlardan korkun” dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırıyor ve “Allah bize yeter.” diyorlardı.
Söylenenler kısmen de olsa doğruydu. Hakikaten de hakikat düşmanları ellerinden gelen her hazırlığı yapmaktaydılar. Ellerine fırsat geçtiğinde zehirlerini de kusmakta ve yeni fırsatlar da gözetlemekteydiler. Bunu biliyordu ama kesinlikle üzülmüyordu.
Endişe ettiği tek bir nokta vardı: Hainlerin ihanetine, zalimlerim zulmüne uğradıklarında kimi yakınları, akrabaları, dostları ihaneti görmeyecek, zulmü lanetlemeyeceklerdi. Aksine “ben demiştim” ukelalığıyla kendilerini dinlemediklerini söyleyecek, “rahat durmadıkları” ve akıllarını başlarına almadıkları gerekçesiyle Müslümanları suçlayacaklardı.
Kimileri, tıpkı münafıkların Uhud Şehidlerine “yanımızda kalsalardı öldürülmezlerdi” sözlerini dillendireceklerdi. Sahte bir üzüntü gösterecekler; hatta belki kimi vicdansızlarda “oh olsun” kanaati oluşacaktı. Buna cidden içerliyordu. Nasıl da hakikati görmüyorlardı. Nasıl da ölçüp biçip kötü hüküm veriyorlardı.
“Allah bize yeter” dedi. O ne güzel dost ne güzel yardımcıydı.
Edip Akar / İnzar Dergisi – Aralık 2015 (135. Sayı)