'Düşen uçakta inancın geri dönüşü; hoca kuvvetli oku!'
Ali Bulaç, ‘Bir ateistin uçağın düşme tehlikesi geçirdiği anındaki korkusuna şahid olduğum için “ateizmin temeli boş ve kritik anda kolayca vazgeçilebilecek bir inanç olduğu”nu rahatlıkla söylüyorum.’ dedi.
Yazar Ali Bulaç, kendi web sitesinde yayınladığı yazıda uçakta yaşadığı eski bir anıyı anlattı. Bulaç, ‘Bir ateistin uçağın düşme tehlikesi geçirdiği anındaki korkusuna şahid olduğum için “ateizmin temeli boş ve kritik anda kolayca vazgeçilebilecek bir inanç olduğu”nu rahatlıkla söylüyorum.’ dedi.
Yazının tamamı şöyle:
Düşen uçakta ateist kalmadığı doğru. Ömrünün büyük bölümünü ateist geçiren birinin tam düşmekte olan uçakta “Tanrım!” diye feryad etmesini nasıl anlamalı?
İnsanı ateist olmaya sevkeden birden fazla sebep var. Bunlardan önemli olanlarından biri, aklın rehberliğinde elde edilen bilimsel bilgiyle varlığın ve insan hayatının açıklanabileceğine, yapılabilen açıklama doğrultusunda yaşanabileceğine olan inançtır. Belki diğer sebep Tanrı hakkında bâtıl temelde varlıklarını sürdüren dinlerin teolojik iddia ve yakıştırmalarıdır. Özgürlüğü dilediğini yapma serbestiyeti şeklinde algılayanların da ilahi sınırlardan pek hoşlanmadığı biliniyor.
Her neyse, şu veya bu sebep! Ateizm de sonuçta bir inançtır. Bu inanç afet zamanlarında ciddi bir testten geçer.
Ateizme “inanç” diyorum çünkü bunun inanç olduğunu uçağın düşme anındaki “Tanrım!” feryadı göstermeye yeter. Herkesin inancı, her inanç “iman” değildir; bir itikadın yani inanılan şeyin iman seviyesine çıkabilmesi için sahih bir din, tahrif olmamış vahiy tarafından düzenlenmesi lazım.
Bir ateistin –şimdi ateist değil deist oldu- uçağın düşme tehlikesi geçirdiği anındaki korkusuna şahid olduğum için “ateizmin temeli boş ve kritik anda kolayca vazgeçilebilecek bir inanç olduğu”nu rahatlıkla söylüyorum.
Anlatayım:
1996 yılı Ekim ayında birkaç akademisyen ve gazeteci ile Özbekistan ve Türkmenistan’a gitmiştik. Taşkent, Semerkant ve Buhara’daki ziyaretlerimizi bitirdikten sonra Çarşev üzerinden Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’a geçmek üzere uçağa bindik. Havaalanı küçüktü, bizi taşıyan uçak da “pır-pır” dedikleri cinsten, bayağı ufaktı.
Gezi boyunca kafilemizin başındaki zat –ismi lazım değil, hala hayatta- hangi mescid veya türbeyi ziyaret ettiysek sadece bir turist gibi mekana bakıyordu. Bizler ise dua okur, türbesini ziyaret ettiğimiz zatı hayırla yad ederdik. Taşkent’te Şah-ı Nakşibendi’nin mezarını ziyaretimizde pek laik/sol liberal bildiğimiz bir köşe yazarı gözyaşı dökerek dua etti, başkanımız zerre miktarı duygulanmadı, duygusuz bir heykel gibi bakıp durdu. Semerkant’ta şehid düşmüş Hz. Peygamber’e siması en çok benzeyen bir sahabenin kabrini ziyaret ettik. Ben mezarın bulunduğu yere –küçük bir dehlizden geçmek gerekiyordu- gelmesi için epey ısrar ettiysem de “Benim sahabeyle işim olmaz” dedi. Yıllardır tanıştığımız için yol boyunca şakalaşır, benim hocalığımla dalga geçerdi. Ama benim dindarlığıma da tuhaf bir itimadı vardı.
Uçağa dönecek olursak…
Ben bir gazeteci arkadaşla en ön koltukta oturmuştuk. Kendisi da orta sıralardaydı. Uçak havalandıktan birkaç dakika sonra sarsıntılar başladı. Sağa sola savruluyor, iki de bir uçak düşecek gibi oluyordu. Herkes korktu tabii. Ben Ayetü’l kürsi’yi okudum. Bir ara baktım, biri arkadan omuzuma dokunuyor, dokunan kendisiydi.
-Hoca okudun mu?
Benimle yine dalga geçtiğini zannettim.
-Evet, dedim.
Yanımdaki arkadaşa
-Sen yerime geç ben hocanın yanında oturayım, dedi.
Arkadaş itiraz etmeden kalkıp onun yerine geçti. Yanıma oturunca
-Hoca kuvvetli oku, kuvvetli oku deyip duruyordu.
Yüzüne baktım, kireç kesilmişti, bu sefer bana takılmıyordu. Korkuyu yüzünün her çizgisinden düz bir cümle gibi okumak mümkündü. Dedim ki
-Okudum, daha da okuyacağım. Şu anda ilahi koruyuculuğun kanatları altındayız. Hayatımız kudret elinde olan Allah’ın elinde. Bizi korusun diye dua edelim.
-Evet, dedi.
Gökyüzündeki boşlukta o anda dua sanki beni bir merkeze kopmaz bir halatla bağlıyor gibiydi. O anda sadece yeryüzünde ve toplumsal hayatta değil, gök boşluğunda da “Allah’ın ipine sımsıkı sarılmalı”ydı ve bu sadece dua ile mümkündü.
-İnşaallah sağ selim yere ineriz. Sana bir şey söyleyeyim: Senin hakkında Kur’an’da bir ayet var, biliyor musun? dedim.
Hayretle,
-Benim hakkımda mı? diye sordu.
-Evet, deyip izah ettim: “Bir ayette buyrulur ki inkârcılar denizde şiddetli bir fırtınaya yakalandıklarında “Allah!” diye feryad ederler. Karaya çıkınca da unuturlar. Senin durumun da böyle. Şimdi Allah diyorsun, yere inince unutacaksın.
Pek kısa, ama bayağı korkutucu bir uçak yolculuğundan sonra Aşkaabad’a indik. Kur’an’ın haber verdiği gibi oldu, uçakta “Allah!” diyen zat Allah’ı unuttu.
Şimdi Allah’a inanıyor, fakat bir deist olarak Allah’ın insanla hiçbir iletişim kurmadığını düşünüyor. Geçenlerde ona bu olayı hatırlattım, epey güldü. Canı sıkıldığında hep şunu der –“Of Allah’ım, off!” Ona dedim ki
-Madem Allah insanla konuşmaz, iletişim kurmaz, herhangi bir talepte bulunmaz, uçakta yaptığın gibi ona dua etmenin veya şimdi ikide bir “Of Allah’ım, off!” demenin manası ne?
-Ben, dedi. Kültürel müslümanım.
Doğru, kültürel müslümanlık bile, ateizm ve deizm adı verilen batıl bir inancı çökertmeye yeter.
Bu konuya nerden geldik! Koronavirüs’ün gezegenimizi tehdit etmeye başladığı bugünler “dindarlık zamanı”dır. İnançlar uykuya yattıkları kalplerden uyanacak; ezan ve salavatın okunduğu yerlerde ıslık çalıp gürültüyle duayı bastırmaya çalışanlar da bir noktadan sonra inanca dönecekler. Henüz daha ezici çoğunluk türbülansta olduğumuzu, düşme tehlikesiyle karşı karşıya olmadığımızı düşünüyor. Öyledir de inşaallah!
İnancın imana dönüşme fırsatını kaçırdığı kritik andaki teslimiyetine “Firavun imanı” denir. Bir sonraki yazımızın konusu bu olsun.