Hayrettin Karaman’dan Alevi-Sünni ihtilafı yorumu
İslam Hukuku Profesörü Hayrettin Karaman, Yeni Şafak’taki köşesinde Alevi-Sünni ihtilafı ile ilgili gelen bir soruya cevap verdi.
İslam Hukuku Profesörü Hayrettin Karaman, Yeni Şafak’taki köşesinde Alevi-Sünni ihtilafı ile ilgili gelen bir soruya cevap verdi.
Karaman’ın cevabı şöyle oldu:
Sorunun ilk paragrafındaki makul tespitlere katılıyor, dualara âmin diyorum.
Alevilik’le ilgili kısmına gelince:
Bu konuda birden fazla soru geldiği için soru sahibine özel cevap vermek yerine köşemde genel olarak cevaplamayı tercih ediyorum.
1.Mademki önemli bir imtihan döneminden geçiyoruz, etrafımız kuşatılmış, dostlarımız az, düşmanlarımız çok, Müslümanları çeşitli isimlerle ve niteliklerle bölüklere ayırarak birbirine düşürmeyi düşman, bir taktik olarak kullanıyor… asıl bu konuda uyanık olmamız ve oyuna gelmemeye çalışmamız gerekiyor.
2.Şeyh Sa’dî-i Şîrâzî, Gülistan isimli, kültürümüzün önemli eserinde, “Âdem’in çocukları birbirinin organları gibidir; çünkü hepsinin yaratılışı aynı cevherden (kökten, asıldan)dir” diyor.
Şu halde bu bakımdan bütün insanlara “Âdem’in çocukları” mânâsında kardeşçe bakmak mümkündür.
3.Çocukluk ve gençlik yıllarımda doğup büyüdüğüm şehirde ve mahallemizde, ayrıca babamın mesleği (demirci ve nalbant) sebebiyle birçok köyde Alevîleri tanıdım. Bunlardan bir kısmının, bazı Sünnîlerden ziyade Sünnî olduklarına şahit oldum. Bazı Sünniler içki içerken, namaz kılmazken, bozuk itikad sahibi olurken bazı Alevî komşularımız beş vakit namazını camide kılıyor, hacca gidiyor, helale-harama riayet ediyor, ama dede gelip dernek kurduğunda oraya da katılıyorlardı.
Bazı Alevîler de soruda zikredilen itikada ve amel tarzına sahip bulunuyorlardı. Sünni aileler bunlarla insani ve komşuluk ilişkileri içinde yaşıyorlardı.
Bu sonuncuların Sünnîleri, Sünnîlerin de Ehl-i Sünnet itikadının dışına çıkmış bulunan Âlevîleri makbul Müslüman saymayacakları bellidir ve tarih boyunca da böyle olmuştu.
Şimdi soru şudur: Bu iki inanç grubu birbirini tekfir edip fırsat elverdiğinde yok etme niyetinde, hazırlığında, plan ve programında mı olmalılar, yoksa hepimize ait olan bu vatanda ve mevcut şartlarda bir veya daha fazla bağ ile kardeş olduklarını öne alarak birlik ve beraberlik içinde mi yaşamalılar.
Bence çıkar yol ikincisidir.
Bu ikinci yol tutulduğunda her iki gruptan insanımız birbiri ile çeşitli ilişkiler kurar, hayatın pek çok alanını paylaşır, böylece efsanelere dayanarak karşı taraf hakkında fikir ve kanaat sahibi olmak yerine tanışarak, konuşarak bilgi sahibi olurlar.
Kız alıp vermek, kestiği hayvanın etini yemek gibi konularda her iki grup, kendi itikadına göre amel eder, davranır, yaşar. Karşı tarafı, kendi inanç ve değerleri bakımından tanımlamanın faydası yoktur. Her birey neye, niçin inandığını bilmek ve doğru bildiğine sadık olmak hakkına sahiptir. Ehl-i Sünnet, farklı inanç sahipleri silahlı veya silahsız saldırıda bulunmadıkça onlarla barış içinde yaşamayı ilke edinmiştir. Hz. Ömer’in, Hâricîlere muamelesi bu konuda önemli bir örnektir.
Diyelim ki, bir Sünnî ailenin kızı, Ehl-i Sünnet’e göre İslam’ın dışına çıkmış bulunduğu sabit olan bir şahıs ile aileye rağmen evlenmiş, bu kız ve o aile ile ilişki nasıl olmalıdır?
Bu sorunun cevabı fayda-zarar ilkesine dayalı olur. Maddi faydayı ve zararı kastetmiyorum; itikad, ahlak, eğitim… bakımından zararlı olduğuna inanılan ilişkiler kısıtlanır, zararsız veya faydalı olduğuna inanılan ilişkiler ise kurulur ve yaşanır.
Alevî-Sünnî ihtilafını canlı tutanlar ve zaman zaman kaşıyanların Çorum ve Maraş olaylarında nelere sebep olduklarını, milli birlik, beraberlik ve servete ne kadar zarar verdiklerini, düşmanın ekmeğine nasıl yağ sürdüklerini gördük ve yaşadık; hâlâ ibret almayacak mıyız?’ (Yeni Şafak)