Mezheplerin ortaya çıkışı ve asıl sorumluluğumuz
"Sahi Batı bizi neden tarih boyunca "barbar" olarak gördü? Bugün Batı toplumlarında "İslamofobi" neden yaygın?"
Öncelikle şunu belirtmiş olalım ki, mezhepler konjonktürel şartlardan dolayı "arizî" olarak ortaya çıkmıştır. Yani daha açık bir ifade ile, mezhepler "nevzuhur"dur. Allah Resulü ahirete irtihâlinden 150 sene sonra mezhepler türemiştir. Öncesinde insanlar fıkhi sorunların birçoğuna ya bizzat muttali idi veya bir bilene soruyorlardı. Halk eğer mutahhar Ehl-i Beyt imâmlarından bilgi alıyorlarsa sorunsuz olarak dinî vecibelerini yerine getirebiliyorlardı. Çünkü Kûr'ân ve Allah Resulü Ehl-i Beyt'i bize referans göstermektedir. (Ahzab: 33, Şûrâ: 23, Nisa: 58-59 ve Gadir-i Hum Hadisi)
Ancak olayın olmaması gereken bir başka boyutu ise saltanat sahiplerinin baskı ve tahakkümlerinden dolayı Ehl-i Beyt imâmlarına ulaşmak zorlaşınca insanlar mücbir sebeplerden dolayı ehil olmayan kişilerden, yanılabilir potansiyele sahip insanlardan din öğrenmeye yönelince, din bütünlüğünde tahrifatlar ortaya çıkmaya başladı ve insanlarda din algıları da değişir oldu. (Kötü yöneticilerin blokajları bakın nelere mal oluyor?) Bu süreçte en temel ibadet ritüellerinde bile farklılıklar oluştu. Bununla birlikte asıl olarak "tevhid" anlayışının temel ilkelerinden olan "ümmet bütünlüğü" değişik isimler altında bölünmeye, ayrışmaya doğru evrildi. Bu süreçte insanlar tabi oldukları mezhep imâmlarının ismi ile anılmaya başlandı. Bu gelişmeden dolayı mezhep isimleri zamanla dinin önüne geçmişti. Milâdî 786 tarihinde işbaşına geçen Sultan Harun Reşit kendisini meşru gören dört mezhebi tek isim altında birleştirip yeni bir metafor üreterek, "Ehl-i Sünnet Vel Cemaat" söylemini kullanmaya başladı. Bu tarihten sonra saltanat nezdinde meşru olan sadece "Ehl-i Sünnet Vel Cemaat" olarak isimlendirilen yapı oldu. Aslında bu yaklaşım İslâm'ın saltanat dinine dönüştürülmesiydi. Ama Harun Reşit, "Asıl İslâm budur" diyordu. Tamamen şeytanî bir plân çerçevesinde yapılan böylesi bir blokaj ile İslâm tevhidî akidenin temel direği olan "adalet" anlayışından soyutlandırılarak edilgen bir kalıba dökülmüş oldu.
Reaya ise zamanla bu ismi benimsedi. O tarihten sonra dört mezhep müntesipleri bu isim ile anılmaya başlandı. Oysa mezhepler ilk baştan mücbir sebepten dolayı sivil inisiyatif olarak ortaya çıkmıştı. Özellikle Ehl-i Sünnet'in dört mezhep imâmına baktığımızda saltanat rejimini meşru görmedikleri için saray ile ilişkilerinde mesafeliydiler. Hatta bu imâmlar sarayda resmî görev almayı reddettikleri için zindanlara atılıp işkence görmüşlerdi. İmâm Malik zindanda işkenceler altında vefat etmişti. Ebu Hanife de zindanda bir hayli kalmış ve işkence görmüştü. Ebu Hanife saltanat sistemine başkaldıran İmâm Zeyd'e 10 bin dirhem vererek kıyam için katkıda bulunmuştu. Ayrıca şunu da belirtmiş olalım ki, söz konusu mezhep imâmlarının hepsi Ehl-i Beyt'in 5'nci imâmı olan İmâm Cafer'in talebeleridir. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, bunlar verdikleri fetvalardan dolayı kendi isimleri ile anılmalarına rağmen hiçbiri mezhep kurmamıştır. Kısacası, verdikleri fetvalar toplumda kabul gördükten sonra her fetva tasnif edilip kayıt altına alınınca birer müstakil ekol olarak kendi isimleri ile anılan mezhepler ortaya çıktı. Elbette bu gelişme "de-fakto" bir durum olarak zuhur etmişti. Çünkü asıl olarak Allah Teâlâ'nın mutahhar kıldığı vasî imâmlar ümmete rehberlik etmeleri gerekirken saltanat sahiplari tarafından toplum ile aralarına bariyerler konmuştu. Ehl-i Beyt imâmlarının kimileri zindanda tutulmuş, bazıları da göz hepsinde bulunmuşlardı ve bu şekilde toplumdan tecrit edilmişlerdi. Harun Reşit zamanında ise, yukarıda ifade ettiğimiz gibi bu mezhepler kontrol altına alınarak ve muhalif yanları rutuşlanarak resmî statüye sokulmuşlardı. Elbette bu durumun öncesi de var! Özellikle Ebu Hanife'nin Muhammed ve Yusuf ismindeki talebeleri saraya yerleşmiş ve orada fetva makamında sanatlarını (!) icra etmişlerdi. Saltanat sisteminin meşrulaştırılması, tağutların Sakife ehli gibi "halife" olarak görülmeleri bu dönemde başlamıştı. Saraylardan ulufe kapmak ve nemalanmak arzusunda olan bir takım din tacirleri kendi meşum emelleri uğruna mezheplerini ve din anlayışlarını saltanat rejimlerine payanda yaptılar.
Mezhep imâmlarının saltanat rejimlerini meşru görmeyen düşünceleri hilafına bu din tacirleri mezhep üzerinden asabiyet geliştirip iktidara muhalif olan Ehl-i Beyt ekolünü dışlayıcı ve hatta tekfir edici bir tutum sergilediler. Ne acıdır ki, aradan bin küsur yıl geçmesine rağmen bugün de mezhep üzerinden hamaset güden bir takım cüppeli sarıklı şahıslar ve eli kalem tutan köşe yazarları Ehl-i Beyt ekolüne yönelik halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmektedir. Bunlar ümmet bütünlüğünü alt kimlikler üzerinden ayrıştırmaya kalkmanın küfür ve şirk olduğunu bilmiyorlar mı acaba? Aynı şekilde geçmiş tarihlerde iktidarlar nezdinde itibar ve çıkar peşinde olan sözüm ona ulema kisvesine bürünmüş din satıcıları adalet temeline dayalı tevhidî ilkeleri ayaklarının altına alarak az bir dünya menfaati için ahiretlerini sattıklarının fakında değiller miydi? "Dileseydik, onu ayetlerimizle üstün kılardık; fakat o, dünyaya meyletti ve hevesine uydu. Onun durumu, üstüne varsan da kendi haline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin hâli gibidir. İşte ayetlerimizi yalan sayan kimselerin hâli böyledir." (A'râf: 176)
Tarihte yaşanan ve günümüzde de var olan bu meşum durum için Ali Bulaç "Mezheplerin Doğuşunda İlk Kırılma" isimli makalesinde şu ifadeyi kullanıyor:
"Mezheplerin iktidarlar eliyle resmileştirilip toplumun geneline teşmil edilmeye çalışılması bu uğursuz mirasın eseridir."
Ne yazık ki, söz konusu edilen tağutî rejimlerin meşrulaştırılmasına ilişkin çaba zaman ve süreç içerisinde İslâm ümmetinin büyük bir kesimi tarafından kanıksandı ve içselleştirildi.
Fakat İslâm ümmeti bünyesinde ufak bir azınlık ise saltanat rejimlerini asla meşru görmedi. Bu kesim tarih boyunca tağutî rejilerin amansız ve uzlaşmasız düşmanları oldular. Bu nedenle de tağutî rejimler ve tağutî rejim savunucuları tarafından düşman olarak görüldüler. Bunlara "Ali Şiası/Ali taraftarları" veya "Ehl-i Beyt muhibbi" deniyordu.
Bu grubun "Ali Şiâları" olarak anılmaları bir Hadis-i Şerif'ten mülhem. Sevgili Peygamberimiz İmâm Ali ile ilgili birçok Hadis-i Şerif'inde şöyle buyuruyor: "Ben ilmin şehriyim, kapısı da Ali'dir. Bana o kapıdan gelin." "Ali hak iledir, hak Ali iledir. Ali ne tarafa yönelse hak o taraftadır." "Yaşayan Kûr'ân görmek isteyen Ali'ye baksın." "Ali konuşan Kûr'ân'dır. (Kûr'ân-ı Natık'tır.)" "Kurtuluşa erecek olanlar Ali'nin Şiâsı (taraftarı) olanlardır."
Malumunuz İmâm Ali 12 Ehl-i Beyt imâmının ilkidir. Sonrasında İmâm Hasan, İmâm Hüseyin, İmâm Zeynelabidin, İmâm Muhammed Bakır, İmâm Cafer Sadık, İmâm Musa Kâzım, İmâm Ali Rıza, İmâm Muhammed Taki, İmâm Ali Naki, İmâm Hasan Askerî ve 12'nci İmâm Muhammed Mehdi'dir. Allah Teâlâ'nın selâmı hepsinin üzerine olsun. Ehl-i Beyt imâmlarının ismi Ehl-i Sünnet kaynaklarında da geçmektedir. Ancak bir farkla; Ehl-i Sünnet kaynaklarına göre Ehl-i Beyt imâmları İslâm ümmetinin manevî liderleridir. Bunlara göre, "Siyaset kirli bir iştir, bu nedenle Allah Teâlâ mutahhar olan, pak olan Ehl-i Beyt imâmlarına siyasî iktidarı nasip etmemiştir." Said-i Nursi 4'ncü Lemalar'ında Ehl-i Beyt imâmları hakkında açıklamalarda bulunurken vasîlik ve velâyet konusunu ayet ve hadisler ışığında "Şecere-i Tayyibe" vurgusunu da kullanarak çok güzel açıklamalarda bulunmuş, ancak bu açıklamaların hemen akabinde Ehl-i Beyt imâmlarının asıl misyonu olan siyasî liderlik konumlarını es geçip onlara sadece "manevî rehberlik" payesi vermişti. Neymiş efendim, siyaset kirli bir işmiş, bu yüzden temiz, pak, mutahhar Ehl-i Beyt imâmlarına Allah Teâlâ siyasî rehberliği uygun görmemiş ve nasip etmemiş! Oysa siyaset işin ehli tarafından yürütülürse yeryüzünde adalet, güvenlik ve huzur tahakkuk eder. Siyaset kötü yöneticilerin elinde olursa makam ve mevki zulüm aracına dönüşür ve siyaset bu şekilde kirletilmiş olur. Salatanat sistemlerinin, yani tağutî rejimlerin güttüğü baskıcı ve kirli siyaset buna en somut örnektir.
Kirli siyaset ile ilgili şöyle bir örnek vermiş olalım:
Cahiliye döneminde Arap aşiretlerinin güçlü olanları geçimlerini talan ve soygunlarla sağlıyorlardı. Arazilerinin tarıma elverişli olmayışından dolayı talan ve soygunculuk onlar için bir geçim kaynağına ve bir yaşam biçimine dönüşmüştü. Pazarlarında sadece gasp edilmiş/çalınmış mallar satılmıyordu, çalınmış yetişkin insanlar ve çocuklar ucuz işgücü olarak "köle" statüsünde satılıyordu. Kadınlar ve genç kızlar ise "cariye" adı altında alınıp satılıyordu. Emevîlerin iktidara gelmesiyle birlikte bu meşum gelenek devlet eli ile sürdürülmeye başlandı. Muaviye bu amaçla düzenli bir ordu kurup hemen komşu beldelere saldırıya geçti. Eskiden sadece mal ve insanlara el konup gasp edilirken bu sefer topraklar da işgal edilmeye başlandı. Sonrasındaki saltanat sahipleri de Muaviye’nin ardılları olarak, Muaviye'nin sünneti üzere yollarına devam etti. Oysa İslâm medeniyetinin amacı toprakları değil gönülleri fethetmekti. Kûr'ân-ı Kerim'in inzal ediliş amacından biri ve en önceliği yeryüzünde adaleti, barışı ve huzuru teminat altına almaktı. Kötü yöneticilerin/saltanat sahiplerinin derdi bu değildi. Saraylardan nemalanan din tacirlerinin insanlara sundukları dejenere edilmiş fıkıh anlayışının din olarak kanıksanması ne kadar hazin bir durum. İnsanlar angaje oldukları bu yaşam biçimlerini din bellemişlerdi. Gelenek ve görenekleri de böyle şekillenmişti. Buna istinadendir ki, zaman ve süreç içerisinde zalim yöneticiler dinin gerçek temsilcileri olarak görülür oldu. Oysa zalim yöneticiler ve saltanat sahipleri asla meşru görülmemeleri gerekiyordu. Bakınız Rabbimiz ne buyuruyor:
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Zalime meyletme yoksa sana da ateş dokunur." (Hûd: 112-113)
İlâhî uyarıya rağmen zalim yöneticiler meşru görüldüler.
Bu yüzden tevhidin en temel prensiplerinden olan toplumsal düzenin tanzimine ilişkin adalet anlayışı tarih boyu hiçbir zaman olması gerektiği şekilde olmadı. Yöneticilerde aranan en temel kriter olan "adalet ve liyakat" ne yazık ki, gereksiz bir olgu konumuna düşürüldü. Zalimlere itaat adeta dinin temel rüknü hâline getirildi. Elbette bu konuda ayetlerin hilafına hadisler uydurulmuştu: "Başınızdaki yönetici zalim de olsa, fasık da olsa itaat ediniz." Allah Teâlâ ise, "Zalime itaat etme yoksa sana da ateş dokunur." diyordu. Din anlayışı uydurma hadislerle değiştirilerek halk zalim/tağutî yönetimlere itaat eder oldu. Ve bu şekilde tarih boyu liyakat sahibi olmayan kötü yöneticiler bu ümmeti yönetti. Müslüman halk ise böylesi pespaye yönetimler altında hiçbir zaman İslâm'ı gereği gibi ne yaşayabildi ne temsil edebildi. Hasılı, İslâm ümmeti Kûr'ân-ı Kerim'in önerdiği ve Allah Resulü'nün Medine'de tesis ettiği medeniyete hiçbir zaman ulaşamadı. "Kötü yöneticiler bir ülke yönetimini ellerine geçirdiklerinde o yöre halkının onur sahibi insanlarını hor ve aşağılık kılarlar. İşte onlar böyle yaparlar." (Neml: 34)
Evet, ne yazık ki bu ümmet, tarih boyu en inkişaflı dönem olarak görülen muayyen zaman dilimlerinde bile İslâm'ın ön gördüğü medeniyet seviyesine ulaşamadı, yani medeniyet olarak, uygarlık olarak, sosyal gelişmişlik olarak, bayındırlık hizmetlerinden, kültürel gelişmişlikten yoksun olundu. İslâm dünyasında yaşanan hayat olması gerektiği şekliyle alakalı değildi. İslâm'ın ön gördüğü insanı erdemli kılan medeniyet nerede, yaşanmakta olan vahşilik, barbarlık, saltanat uğruna toprak işgalleri nerede?
Sahi Batı bizi neden tarih boyunca "barbar" olarak gördü? Bugün Batı toplumlarında "İslamofobi" neden yaygın? Neyse ki bugün bu İslâmofobi algısını mazlum/biçare Gazze halkı kırmaktadır. O da uğramış oldukları soykırımdan dolayı. Yani olması gereken bu değildi. 57 parçaya bölünmüş olan İslâm ümmeti bir Gazze'ye sahip çıkamadı. Oysa İslâm ümmeti bütün yeryüzüne şamil olarak kötülüklerin bertaraf edilmesine ve iyiliklerin ikâme edilmesine ilişkin bir misyonun muhatabıdırlar. "Siz insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz iyi olanı tesis eder olumsuz olanı bertaraf edersiniz."
(Al-i İmrân: 110) Allah Teâlâ'nın sunduğu misyon nerede, ümmetin 57 ulus devlete bölünmüşlüğü ve zillet hâli nerede? Bu misyonun ifası İslâm ümmetinin tek devlet çatısı altında birleşmesini zorunlu kılmaktadır.
Bakınız, alt kimlik taassubu ve kötü yöneticilerin tasallutu İslâm ümmetini nerelere savurmuş oldu? İnsanın kendisini rehabilite etmesi için var olan bir takım temel ibadet ritüelleri adaletin ikamesi misyonunun önüne geçirilerek dinin afyon olarak kullanılmasına neden oldular. Namaz dinin direğidir ama, o direk din binasını ayakta tutmak içindir. Namaz bu yönüyle Allah Teâlâ ile günün muayyen vakitlerinde yapılan tekmil ve mukaveledir. Neyin tekmili, neyin mukavelesi? Dinin temel rükünlerinin, din binasının tahakkukuna ilişkin tekmil ve mukavele! Din binası ne tür umde ve kriterlerden müteşekkil? Ümmet bütünlüğünün tahakkuku ile birlikte İslâm'ın müesses nizam hâline getirilmesidir. Bu ne için yapılır? Al-i İmrân Sûresi'nin 110'ncu, Bakara Sûresi'nin 193'ncü, Hadid Sûresi'nin 25'nci, Casiye Sûresi'nin 18'nci ve Hûd Sûresi'nin 61'nci ayetlerinin ikâmesi için. Vesselâm...(Rast)