Yaşama Hakkı
Çoğu zaman “dünya nereye gidiyor?”, diye hepimizin içinden geçer. Bu soru eskiden büyük şaşkınlıklar yaratacak olayların akabinde sorulurdu. Ancak şimdi bu soru neredeyse dillerde pelesenk haline geldi. Bütün dünya bir yere gidiyor. Gittiği yer ise sürekli bir karmaşa doğuran bir yer oluyor. İhtilaflar çığ gibi büyüyor. Hayatın her alanında bu ihtilaflar keskin bir nefret duygusundan besleniyor. Şayet gidişat bu şekilde beslenme devam ederse insanlar nasıl bir arada yaşayacak? Ortak değerler, ortak duygular sürekli tahrip ediliyor. Ortak bir duygu, ortak bir iklim oluşturulmazsa bir bütün olma durumu, imkân olmaktan da uzaklaşacak.
Aslında her gün birçok cinnet, cinayet ve vahşet haberleri okuyoruz. Bu haberlerin bir toplumsal boyutu var elbette ilgililer bunu değerlendiriyordur. En azından bu değerlendirmelerin yapılmasını ummak istiyoruz. Geçen gün gencecik bir akademisyen, başka bir genç tarafından hunharca katledildiği haberini okudum. Peki, ne var bunda diye düşünebilirsiniz. Haberin dehşetinden daha dehşete düşürecek şey haberin altına yazılan yorum oldu. Yorumdan sonra işte bu soru gelip başucumuzda duruyor. Yorum şu şekilde: “Bazı hocalar hak ediyor.” Ne demek bu? Bir insan ne yaparsa yapsın “yaşama hakkının” elinden alınması nasıl hak edilir? Bu nasıl bir garipliktir, ne tuhaf psikolojidir. Yaşama hakkından daha kıymetli ne olabilir ki?
Haber metinlerinin satır aralarını okumaya gayret ediyorum, karşılaştığım temel duygu öfke, ister magazinel boyuttaki ilişkileri, isterse her hangi bir siyasi, kültürel, sosyal birlikteliği inceleyin hepsinde bu ana duygu yer etmiş durumda. Hem dışarıdaki, ötekine karşı hem de kendi aidiyet kümesindekine karşı duyulan büyük bir öfkeyi görüyorsunuz. Bu beslenme toplumun her katmanında insanları etkiliyor. İnsanların tahammülleri yok, ne kendilerine ne de başkalarına. Bu tahammülsüzlüğün altında birçok neden sayabiliriz. Maalesef bitişik iki duygu var ki hiç birbirinden ayrılmıyor. Bu duygular diğer duyguları da tetiklediği kanaatindeyim. Bu iki duygu, korku ve nefrettir. Elbette bugün insanların her şeyi aleni bir hale getirdiği sosyal mecralarında bu yaygınlaşmada büyük pay sahibi olduğunu vurgulamak gerekir. Nefretin de, karşıtlıkların da, yoksunlukların da hızlı ve etkin bir yaygınlaşmaya vesile olduğunu sıradan bir müzik videosunun altında yazılan yorumlardan, ilgisiz bir eğlence videosuna varana kadar her yerde görebilirsiniz. İki insanı aynı anda bir ritimde buluşturan ve kısa bir sürede birbirinden taban tabana zıt noktalara savuran bu duygular nasıl da kolay besleniyor.
Bu beslenme kısa sürede kurban oluşturup, ardından da büyük bir linç girişimine dönüştürülüyor. Kim daha çok linç girişiminde bulunur ve kurbanını madden ve manen imha ederse onun kazandığı bir durum mu var? Yoksa alttan alta bu hınç duygusu ile birlikte duyulan bir haz mı var? Şayet bu durumu sadece psikolojik olarak açıklamaya çalışacak olursak yetmez bir de ortaya çıkan durumun patolojisini görmek gerekir. Nasıl bir sıyırmanın eşiğinde durulduğunun izaha ihtiyacı var. Unutulmamalı ki ötekileştirdiğin her insan, senin insanlığında büyük delikler açıyor, açılan bu delikler neredeyse insanlıktan soyutlanmana sebep oluyor. Merhametsizlik, şefkatsizlik hiçbir değer, hiçbir kutsal tanımıyor onun için yaşama hakkının da bir önemi kalmıyor. İnsanlık adına dünyanın dört bir yanında büyük bir kıyım var ve bu kıyımların çoğunluğu bir takım değerler ve kutsallar adına yapılıyor. İster bu seküler değerler adına isterse inançsal bir takım değerler adına yapılmış olsun nihayetinde insanı yok edip, tüketiyor. Baştaki soruya dönersek nereye bu gidiş?
İnsanın gönlüne, merhamet şefkat yerleştiremeyen bir sistem ancak cinnet ve cani üretir. Adaletten, haktan, hukuktan uzaklaşıldıkça insana ve dolayısı ile topluma; merhamet, şefkat ve ülfet sirayet etmez. Bu değerler topluma yerleşmedikçe de ne öz saygı, ne diğerinin hakkı korunabilir. Mesuliyetler mensubiyetlere kurban edilir. İster ferdi bir durum olsun ister toplumsal bir vaka hepsi mühimdir. Her vakadan gereken ders çıkartılıp, üzerine gidilmeli; eksiklikler tespit edilerek çözüm yollarına kafa yorulmalı. Yoksa ne farklılığa tahammül ve saygı, ne de ötekileştirme ve yok etmenin önüne geçilebilir. Nefret dalgası bumerang gibidir. Başladığı yere döner. Onun için toplumsal bir ülfet, muhabbet ve şefkate ihtiyaç var. ‘Yaşama Hakkı’nı ve diğer temel hakları hayatın bütününe güçlü bir şekilde yerleştirmeli ki nereye gittiği belli olmayan insanlık kendine gelebilsin. Hoşça bakın zatınıza…
TAŞ GEMİ
“Sâna layık
kullarınla hemdem et,
Ehl-i derdin
sohbetine mahrem et,”
(Süleyman Çelebi)
Not: Bu hafta rahmetli Yıldırım Gürses’i hatırladım birden, neden bilmiyorum. Belki rahmet istedi. Elbette onu daha çok “Fetih Marşı” ile hatırlarız ama ben bu sefer “sonbahar rüzgârları” ile hatırladım. Hemen bir çırpıda aklıma “Güller ağlasın”, “elveda gençliğim”, “son mektup” geldi. Bir çırpıda bu kadar şarkıyı hatırlayışıma şaşırıp kaldım. Eve varıp bir Yıldırım Gürses listesi hazırladım. Siz de bir seçki yapabilirsiniz. Bir de rahmet okumayı unutmayalım, güzel zamanların güzel adamına.
Bize kadar:
1- Kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma düsturuna sıkı sıkıya sarılmalı.
2- Kendin için istediğin şeyi bir başkası için de isteyebilmelisin.
3- Yapmadığın şeyleri başkasına tavsiye etmemelisin.
4- Bir şeyi düzeltmek istiyorsan şayet, önce kendini düzeltmekle işe başlayabilirsin.
5- İğneyi de çuvaldızı da önce kendine batırmalısın. Yani uzaklarda arama her şey nefsinde gizli. Yeter ki yüzleşebilmeyi bil.
Dağarcık
“Ve insanlar dağların yüksekliğini, denizlerin dev dalgalarını, nehirlerin geniş yataklarını, okyanusların enginliğini, hattâ yıldızların yörüngelerini hayranlıkla izlerler, lâkin kendilerini ihmal ederler.” (Aziz Augustinus’tan tadımlık)
Tekke
“Müesseriyet ve kuvvet mülahazalarına aşırı derecede ihtimam gösterilmesi hürriyet, hukuk ve insanlık prensiplerinin ihlal edilmesine sebep oluyorsa o toplum İslami değildir.” (Aliya’dan tadımlık)
Bir lahza:
“Dünyayı seyrederken öğrendiğim bir şey varsa, o da insanların göründüğü gibi olmadıklarıdır.” (Stardust’tan)
(Milli Gazete)