Tedavülde Olan İki İslam
![](https://hurseda.net/resimler/yazarlar/877_ali-akel.jpg)
Aslında İslâm adına tedavülde olan birçok din anlayışı var, ancak biz bunu iki ana eksende ele almak istiyoruz. Sadece Türkiye'de irili ufaklı belki 100 dolayında cemaat var. Hepsinin de kendi aralarında farklı din yorumları mevcut. Peki biz bunları nasıl iki kategoride değerlendirebiliriz? Şöyle ifade etmiş olalım: Klişe bir reklam metaforunda, "Yok aslında birbirimizden farkımız çünkü biz Osmanlı bankasıyız." ifadesi kullanılıyordu. Evet, bu söz konusu edeceğimiz iki İslâm anlayışının bir cenahında farklılıklar olsa da temelde aynı mantığı ve aynı zihniyeti taşıyorlar. Örgütlenme ve cemaat yapılanmaları ile birlikte mantık, düşünce ve temayüllerini de aynı taassub üzere sürdürmektedirler.
İsim olarak kabul etmeseler de bunlar üç aşağı beş yukarı Muaviye'nin angaje ettiği din anlayışına sahipler. Bunların içerisinde âlim, şeyh, şıh veya kutub olarak bilinenler genelde Kûr'ân hafızıdırlar, Kütüb-ü Sidde'yi su gibi yutmuşlardır. Bunların müntesipleri tevhidî değerler adına putlardan nefret ederler, ancak kendi şeyhlerini putlaştırırlar. Bunlar "nass" olmayan hususlarda şeyhlerinin vaazlarında söylediklerini tabu olarak mülahaza edip "nass" olarak görmektedirler. Bu da şirkin bir şubesi, bir çeşidi olmaktadır. Dinde fer'i meseleler "nass" olarak algılanamaz. Muaviye ve ardılları saraylarına aldıkları "kapıkulu" sözde âlimlere, kendilerine muhalif olan fıkıh ekollerini öylesine ayrıştırıp ötekileştirdiler ki, bu ekoller tarih boyu "bidat ehli" ve "sapkın fırka" olarak insanlara empoze edildiler.
Kin ve düşmanlığa tahrik edilen cahil halk kitleleri de kendi dışındakileri ötekileştirmekte ve ayrıştırmakta o kadar ileri gittiler ki kendilerinden olmayanları çok rahat bir şekilde tekfir edebilmektedirler. Maatteessüf ki, bu mantık bugün de tedavülde bulunmaktadır. Yani ifade etmek istediğimiz o ki, Muaviye'nin saray uleması tarafından insanlara sunulan din anlayışı hâlâ yürürlükte bulunmaktadır. Adeta bulaşıcı bir hastalık gibi bunlarla teşriki mesai içerisinde olan insanlar bir şekilde enfekte oluyorlar; taassub hastalığı onlara da bulaşıp sirayet ediyor. Her ne kadar ilk eksen kayması ve ilk fay hattı kırılması "Sakife"de başlamış olsa da ilerleyen yıllarda Emevîlerin iktidara gelmesiyle yüce dinimiz İslâm iki ana akıma ayrılmış oldu. Biri, Muaviye'nin din anlayışına angaje olmuş cenah, diğeri ise saltanat sahipleriyle asla uzlaşmaya yanaşmayan Ehl-i Beyt muhibbi kesim. Ehl-i Beyt muhibbi olanlar saltanat sahiplerini meşru görmedikleri için sürekli dışlanmışlar ve zulme maruz kalmışlardır. İşin üzücü tarafı bu kesim tarih boyunca azınlıkta oldukları için sadece saltanat sahiplerinden değil, diğer halk kitlelerinden de dışlanmaya ve baskılara maruz kaldılar. Bu dışlanılmışlık bugün de devam etmektedir. Ötekileştirmenin temeli her ne kadar Sakife, Cemel, Sıffin, Nehrevan ve Kerbelâ vakalarında atılmış olsa da dışlama ameliyesi hicrî 295 yılında devlet politikası olarak resmiyet kazanmış oldu.
O dönemde Harun Reşit saltanat sürüyordu. Kûr'ân ve Sünnet'in gerçek muhafızı ve müfessiri olan Ehl-i Beyt imâmlarına sürekli baskı, sabotaj ve blokajlar yapıldığı için insanlar başka başka kapılarda hak ve hakikat arayışına ve fıkhî sorunlarını çözmeye girince Harun Reşit'in dönemine kadar mezhep sayısı oldukça çoğalmıştı. Harun Reşit kendi saltanatına onay veren 4 mezhebi meşru ilân edip, 4 mezhep dışındakileri illegal ilân etti. Bu durum zamanla halk kitleleri tarafından benimsenmiş oldu. Saray alimleri 4 mezhebi halk kitlelerine kanıksatmak ve bu anlayışı yaygınlaştırmak için birçok eserler yazdılar. Zamanla bu 4 mezhep "hak" ve "mutlak doğrunun kaynağı" olarak görülür oldu. Bu yanlış mantık Müslüman camia tarafından öylesine anlayışla karşılandı ki, mezhep ürünü olan fıkhî çıkarsamalar "nass" olarak görülmeye başlandı. Bu nedenle "4 hak mezhep" metaforu İslâm dünyasının ezici çoğunluğu tarafından kabûl gördü.
Oysa o 4 mezhebin kriterleri ve fıkhî çıkarsamaları birbiriyle de çelişiyordu. Biri Allah Teâlâ'ya mekân isnad ederken, diğeri beden isnad etmektedir. Birinin "haram" dediğine, diğeri "helâl" damgasını vurmaktadır. Birinin "mekruh" dediğine diğeri "mubah" diyebilmektedir. Oysa hak ve doğru bir tanedir, haram ve yanlış bir tanedir. Bir gün imâm Cafer insanların başka kapılarda fetva arayışına girdiklerini görünce, "Bu insanlara ne oluyor, bu insanlar bizim kapımızda neyi eksik gördüler de başka kapılara gidiyorlar?" diye soruyor ve sitem edip hayıflanıyor. Bu tutuma ilişkin iki hadis-i şerif karşımıza çıkmaktadır. Birincisi, "Benim Ehl-i Beyt'im Nuh'un gemisi gibidir. Ona sığınan kurtuluşa erer, yüz çeviren helâk olur." İkincisi, "Benden sonra yanlış yollara sapmayasınız diye size iki ağır emanet bırakıyorum. Birincisi Allah'ın kitabı Kûr'ân-ı Kerim, diğeri ise Kûr'ân ile benim sünnetimin muhafızı ve müfessiri olan Ehl-i Beyt'im." Hadis-i şeriflerdeki mesaj çok açık ve net: Allah Teâlâ'nın mutahhar kıldığı Ehl-i Beyt imâmlarını siyasette/toplumsal düzenin tanziminde ve hayatın her alanında rehber ve yol gösterici olarak kabullenmek "sahih hadis" kapsamında olduğu için "nass" olarak karşımıza çıkmaktadır. Keşke o ezici çoğunluk "nass" nosyonunun hangi referans ve kriterlerle karşımıza çıktığını bilseler! Ne yazık ki, tarih boyunca İslâm ümmetinin büyük ekseriyeti "nass" ile tayin edilmiş olan Ehl-i Beyt imâmlarından yüz çevirip saltanat sahiplerini meşru gördü ve onların tayin ettiği kapıkulu ulemasını kendilerine yol gösterici edindi. Mutahhar imâmlar dururken fıkhı yanılabilir insanlardan öğrendiler ve onların verdikleri fetvaları tabu hâline getirip "nass" olarak gördüler.
Oysa "nass" hak olana denir, mutlak olana denir. Öyle ki, içtihad doğruya ve hakka yakın olabilir ancak "hak" ve "mutlak doğru" olamaz. İctihad tercihe bırakılmış bir çıkarsamadır. Bu nosyon iyi anlaşılırsa ayrıştırıcı yaklaşımlardan ve bu bağlamdaki şirk kavramından uzak durulmuş olur. Tevhidî değerlerle mücehhez kılınmış din ile eksen kaymasına maruz kalmış din üzerindeki farklı algı anlaşılmış olması lazım. Özgün ve otantik bilgiyle Ehl-i Beyt'in öğretmenliğinde Kûr'ân ve Sahih Sünnet'e yeniden rücû etmek durumundayız. Zira "Kurtuluş Nuh'un gemisindedir." Kurtuluş liyakat sahibi olmayanların yolundan gitmek değil, kurtuluş "mutahhar" olanların yolundan, "sırat-ı müstakim" üzere olanların yolundan gitmekle, onları rehber edinmekle olur. Vesselâm.. (rast)
NOT: Alıntı makaleler Hürseda Haber'in yayın politikasını yansıtmayabilir.