Mezhep Taassubu ve Birlik Olmanın Zarureti

İslâm dünyası açısından ne acı bir durumdur ki, hâlâ ümmet bünyesinde Emevî narkozlamasının tesirinde olan âlim kisveli şahıslar var. Bunlar kürsülerden yaptıkları konuşmalarında Ehl-i Beyt muhibbi Şiî Müslümanlara karşı müntesiplerini kin ve düşmanlığa tahrik ediyorlar. Bu tutum, bölünmüş olan İslâm ümmetinin birlik olmaması için çaba sarf etmekten başka bir şey değildir.
Allah Teâlâ bizlere birlik olmayı emrediyor, bunlar ise mezhep üzerinden küresel emperyalist güçlerin isteklerine uygun bir şekilde fitne çıkarmanın derdindeler.
Maatteessüf ki, bu âlim müsveddelerinin tesirinde kalan cahil yığınlar, aynı tekfirci mantıkla sosyal medya üzerinden nifak saçmaya devam ediyorlar.
Bildiğiniz üzere Emevîlerin en belirgin özelliği Ehl-i Beyt düşmanı olmalarıydı. Biz bunu Sıffin Savaşı’nda ve Kerbelâ katliamında gördük. Bu acı gerçeğe rağmen Emevî zalimlerine değil de Ehl-i Beyt muhibbi olanlara karşı mezhep üzerinden kin ve düşmanlık körüklenmektedir...
İfade etmek istediğimiz o ki, Emevîler tarihe karışalı aradan bin küsur yıl geçmesine rağmen ekmiş oldukları nifak tohumları vasıtasıyla etkileri hâlâ sürmektedir. Yüce dinimiz biz İslâm ümmetine birlik olmamızı emrederken bir takım yobaz cemaat liderleri Allah Teâlâ’nın buyrukları hilafına müntesiplerine mezhep üzerinden düşmanlık körüklemektedirler. Somut örnek verecek olursak. İslâm Devrimi vuku bulmadan önce İran halkına ve Şah Pehlevî rejimine yönelik mezhep üzerinden en ufak bir eleştiri söz konusu değildi. Komşuluk ilişkilerimiz gayet iyiydi. Ne kimse 500 yıl önce geçmişte yaşanmış hadiseleri gündeme taşıyıp Şah İsmail’e sövüyordu, ne İran halkının Şiî oluşu husumet konusu ediliyordu.
Türkiye’den Emel Sayın gibi bazı sanatçılar gidip Tahran’da konser veriyor, oradan Cihangir Gaffari gibi bazı artistler gelip Yeşilçam’da film çekiyordu. (Cüneyt Arkın bizzat bir TV programında açıkladığı üzere, 5 yıl İran’da kalıp Fahrettin Cüreklibatur ismi ile filmler çektiğini söylemişti.) Ayrıca ve özellikle Şah Rıza Pehlevî ailece Türkiye geldiğinde, gazeteler günlerce bu ziyareti haber konusu yapıp Şah ve ailesine hayranlıklar dile getirilip methüsenalarda bulunuyordu.
Kısacası İslâm Devrimi öncesinde Türkiye’de Şahlık rejimine ve İran halkının Şiî oluşuna yönelik en ufak bir mezhep taassubu ve düşmanlık güdülmüyordu. İran o zamanlar tarihî dokusuyla, kültürel zenginliği ve doğal güzellikleri ile gezip görülmesi gereken şirin bir ülke idi. Nasıl olduysa bu husumet ve tekfir içerikli söylemler 11 Şubat 1979 tarihinde vuku bulan İslâm Devrimi ile birlikte başladı. Olayı şöyle tahlil etmek gerekiyor: İslâm Devrimi’nin vuku bulmasıyla birlikte hangi ülkelerin İran üzerindeki çıkar ve sömürüsü son buldu? Hangi ülkelerin vantuzları kesildi? Önce buna bakmak lazım.
Hiç kuşkusuz İslâm Devrimi ile birlikte başta büyük şeytan ABD ve Siyonist çete olmak üzere Batılı emperyalist ülkelerin sömürü düzeni sonlandırıldı. Hatırlayacak olursak İslâm Devrimi vuku bulur bulmaz Türkiye’deki Siyonist güdümlü Masonik gazeteler sekiz sütuna manşetler atarak (koro hâlinde) çeşitli iftira ve tezviratlarla yayın yapmaya başladılar. Üç gün geçmiyordu ki yalan ve iftira içerikli haberlere ara verilmiş olsun. “Çağdışı molla rejimi şöyle, ortaçağ molla rejimi böyle” diyerek devrim liderinin resimleri son derece çirkin bir şekilde karikatürize edilerek baş sayfalarında yayınlıyorlardı. Bu tür yayınlarla yüce dinimiz İslâm ve Sevgili Peygamberimiz de dolaylı olarak hedef alınıyordu. Fransa’da yayınlanan Charlie Hebdo Dergisi’nin benzeri yayınları o dönemde Türkiye’nin en çok satan gazeteleri yapıyordu. Elbette ki, yapılan bu pespaye yayınlar Türkiye kamuoyuna yönelik algı operasyonundan başka bir şey değildi.
Halkın cahil kesimi gazetelerde yayınlanan çirkin iftiraların tesirinde kalarak kahvehane köşelerinde bunun muhabbetini sürdürüyordu. Gün geldi bu muhabbetler camilerin çay ocaklarına taşındı. Çünkü yukarıda söz konusu ettiğimiz âlim müsveddeleri bu iftiraları, bu düşmanlığı kürsülerine taşımışlardı. Dolayısıyla cahil halkın tesir altında kalması kaçınılmaz olmaktadır. Nereden nereye? ABD ve Siyonist çetenin düşmanlığını anlıyoruz. Onların kuyruk acısı var.
Seküler kesimin din adına neşvünema bulmuş bir devrimi hazzetmemesi de normal. O yıllarda ve sonrasında uzun süre bu düşmanlıklarını seküler refleks adına, “Türkiye laiktir, laik kalacak, Türkiye İran olmayacak” türünden sloganlarla dile getiriyorlardı. Seküler kesimin endişesi (domino etkisi ile) rejimlerinin yıkılıp yerine dini yasalara dayalı bir yönetimin tesisine ilişkin bir endişeyi, bir korkuyu yansıtıyordu. Laik kesimin nezdinde eğer Şiî olmak husumet konusu olsaydı Azerbaycan halkı da Şiî..
Demek oluyor ki, laikler nezdinde Şiî olmak sorun değil, yeter ki rejim seküler olsun. Bu yüzden “iki devlet, tek millet” metaforu onlar nezdinde itibar edilen söylem. Oysa İran halkının nerede ise yarıya yakını Azeri Türk’ü, ayrıca Devrim Lideri Seyyid Ali Hamanei ile Cumhurbaşkanı Mesut Pezeşkiyan Türk; peki Azerbaycan için dile getirilen kardeşlik söylemleri neden İran için dile getirilmiyor? Aksine husumet ve kin pompalanıyor. Özellikle FETÖ elebaşısı Fethullah Gülen uzun yıllar boyunca ABD’nin şeytanî projesi adına müntesiplerine İran İslâm Cumhuriyeti’ne karşı kin ve düşmanlığı körükleyip durmuştu. FETÖ elebaşısı Gülen, “Cennete giden yol İran’dan geçse ben etraftan dolaşmayı tercih ederim, benim o Rafizîlere büyük bir antipatim var” deyip duruyordu.
Elbette İran İslâm Cumhuriyeti’ne düşmanlık besleyen sadece FETÖ ve avanesi değildi; çeşitli tarikat ve cemaatlerden de husumet besleyen bir hayli yobaz grup var. Özellikle Aksa Tufanı sürecinde Filistin davasına fiîlen sahip çıkan ve Direniş Cephesi’ni silah/askerî techizatla konsolide edip iki ayrı tarihte işgalci İsrail’e karşı insansız hava araçları ve uzun menzilli balistik füzelerle askerî operasyon düzenleyen İran bu çıkışından dolayı ABD ve Siyonist çetenin hışmını ve tehditlerini bir paratoner gibi üzerine çektiği böylesi bir dönemde ana akım medyanın ve bir takım cemaat liderlerinin sözlü ve yazılı saldırısına uğraması ne anlama gelmektedir?!
Kendileri Gazze için bir şey yapmadıklarından dolayı utanç duyup, yardımcı olanları takdir edeceklerine aksine husumet körüklüyorlar. Elin gâvuru ABD ve Siyonist çetenin hışmı ve tehditkâr saldırıları bir yönüyle, yani İslâm’a ve mukaddesatımıza düşman olmaları hasebiyle anlaşılır bir durum. Gâvur düşman düşmanlığını yapıyor. Peki sözüm ona dinî cemaatlerin düşmanlığı neyin nesi? Bu asla anlaşılır bir durum değil. Dindar kesimde bu husumetin neşvünema bulması her şeyden önce İslâm akidesine tezat teşkil etmektedir.
Bakınız dışlanan, ötekileştirilen ve tekfirle itham edilen Şiî kardeşlerimiz Sünnî kardeşlerimizle aynı kıbleye yöneliyor, aynı Allah’a secde ediyor, aynı Peygambere, aynı kitaba inanıyor. Bunlar da içkiye, kumara, domuz etine, faize ve zinaya haram diyor. O hâlde sorun nerede? Şimdi bunlar namaz kılarken el bağlamıyor diye tekfir mi edilmeli? Oysa Malikîler de el bağlamıyor. O hâlde bu insanlar hangi gerekçe ve hangi saikle tekfir ediliyorlar? Oysa insanlar mezhebî farklılıklardan dolayı asla tekfir edilemezler. Hatta Ebu Hanife buyuruyor ki: “Bir insanda 99 tane küfür alameti görseniz, buna mukabil o kişide 1 tane iman alameti görseniz ona Müslüman muamelesi yapınız.” Şu hâlde bu hükmün hilafına nasıl bir taassup sergilenir de Ehl-i Kıble tekfir edilir? Oysa Ehl-i Sünnet dünyasında en temel prensiptir: “Ehl-i Kıble tekfir edilemez.”
Rabbimiz ne güzel buyuruyor: “Ancak Müslümanlar kardeştir.” (Hucurat: 10)
Sevgili Peygamberimiz de ikaz mahiyetinde buyuruyor ki: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız.” Peki bundan daha ötesi var mı? Hangi cüretle hâlâ Ehl-i Beyt muhibbi Müslümanlar dışlanır, ötekileştirilir ve hatta tekfir edilir?
Rabbimiz buyuruyor ki: “Hayırda yarışınız.” (Bakara: 148) Yine bir başka ayet-i kerimede: “Siz insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz. İyi olanı tesis eder, kötü olanı bertaraf edersiniz.” (Al-i İmrân: 110)
Gelin şu hâlde Şiî’si ile Sünnî’si ile birlik olup başta Filistin olmak üzere İslâm coğrafyalarında yaşanan acıların ve zulümlerin bertaraf edilmesi için, “Kurşunla kaynatılmış duvar gibi” (Saf: 4) kenetlenerek zalimlere karşı mücadele edelim. Allah Teâlâ birlik olmamızı emrediyor: “Hep birlikte Allah’ın ipine sarılın; bölünüp parçalanmayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın..” (Al-i İmrân: 103)
“Allah ve resulüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin, sonra zayıflarsınız, gücünüz – devletiniz gider. Sabredin, kuşkusuz Allah sabredenleri sever.” (Enfal: 46)
“Dinlerini parça parça eden ve kendileri de değişik gruplara ayrılan kimselerle senin bir ilişiğin yoktur. Onların işleri Allah’ladır ve sonra O kendilerine ne yaptıklarını bildirir.” (En’âm: 159)
Bugünkü İslâm ümmetinin hâline bir bakın! Bir taraftan İran halkı Şiî diye ayrıştırıcı yaklaşımlar sergileniyor, diğer taraftan ise Sünnî dünya kendi içinde çeşitli cemaat ve gruplara bölünmüş vaziyette. Cemaat ve tarikatlar birbirlerini sevmez, birbirlerinin aleyhinde konuşur, birbirlerine husumet beslerler. “Dinlerini parçalayıp gruplaşanlardan olmayın. Her grup, müntesibi olduğu cemaat ile övünüp durur.” (Rûm: 32) Oysa birlikten, dayanışmadan kuvvet doğar. Emperyalist ülkeler bugüne kadar etnik kökenlerimizin farklılığını kullanarak bizi birbirimize kırdırdı. Şimdi ise mezhep kışkırtıcılığı ile Şiî ve Sünnî Müslümanları birbirine kırdırmanın plânını yapıyor. Bunu yapmasının tek nedeni sömürü düzenini devam ettirmek. Büyük şeytan ABD’nin bölgemizde yapıp ettiği zulüm, katliam ve melanetleri görüyorsunuz! Trump, “Ben petrolü çok seviyorum, askerlerimizi bu yüzden orada tutuyoruz” diyor.
Böyle mi olmalıydı? Az önce söz konusu ettiğimiz Al-i İmran Suresi’nin 110’ncu ayetinin gereği olarak biz dünya insanlığına örnek olacak şekilde iyi işler yapmalıydık, değerlerimize, petrolümüze, kaynaklarımıza sahip çıkmalıydık, mütegallibenin işgaline son vermeliydik, kötülükleri bertaraf etmeliydik. Kısacası insanlarımızın güvenliğini, huzurunu ve refahını temin edip “müellefe-i kûlub” olan dünya insanlığına da medeniyet ve uygarlığımızdan istifade imkânı sunmalıydık. Ama bunun tam tersi olarak ümmetin başındaki nice nam-ı diğer Firavunlar bize Batı’nın kokuşmuş medeniyetini getirip dayattılar. Müstevlilere topraklarımızı açtılar. Onlar da ellerini-kollarını sallayarak topraklarımıza yerleştiler.
NATO’su ile, askeri üssleri ile gelip coğrafyamıza çöreklendiler. Holdingleriyle, şirketleriyle ve markalarıyla zenginliklerimizi hortumluyorlar. Biz de bir taraftan “boykot” deyip duruyoruz, diğer taraftan bağırıyoruz, “İncirlik kapatılsın, Kürecik kapatılsın, NATO’dan çıkalım.” Hadi şimdi kov kovabilirsen, hadi şimdi çıkar çıkarabilirsen!. Elbette her siyasî lider Merhum Erbakan gibi dirayet gösteremiyor ki 25 Temmuz 1975 tarihinde olduğu gibi ABD üsslerine el koysun... Merhum Erbakan diyordu ki: “Tek çare İslâm Birliği.” Bu aynı zamanda imanî vecibedir. Bu birlik sağlanmadığından dolayı ümmet “sosyal şirk” içerisinde bulunmaktadır. Rabbim bizleri bu durumdan kurtarsın ve ümmetin başındaki yöneticilere basiret versin....
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun, O’na yaklaşmaya vesile arayın ve O’nun yolunda çaba harcayın ki kurtuluşa eresiniz.” (Mâide: 35)
Bütün bu ilâhî delillerle açıklamalarda bulunduğumuz hususlardan sonra dile getirmek istediğimiz o ki, mezhebî saikle düşmanlık üreterek propaganda yapanlar çok büyük veballere girmektedir. Din âlimleri, müntesiplerine vahdetten, kardeşlik bilincinden ve ümmet şuurundan söz etmesi gerekirken ayrıştırıcı söylemlerde bulunmaları tevhid akidesine tezat teşkil etmektedir. Vahdet ve ümmetin birliğinden en çok söz etmesi gerekenler âlimler olması gerekirken bir siyaset adamı çıkıyor ömrünü İslâm Birliği’ne adıyor. Söz konusu ettiğimiz Merhum Erbakan Hoca’mızdan başkası değil.
Erbakan Hoca’mız, bazı mezhep taassubu güden cemaat liderlerinin ve ABD’nin istememesine rağmen başbakan olduğunda İslâm Birliği’ni tesis etmek amacıyla ilk yurtdışı ziyaretini İran’a yapmıştı. İslâm Birliği’nin kısa vadeli projesi olan D-8’in temelleri İran ziyareti ile atılmıştı. Erbakan Hoca’mızın ufku ve vizyonu böylesine geniş bir perspektife sahipti. Erbakan Hoca’mız küresel güçlere karşı İslâm Birliği’nin zaruretini en iyi bilen bir siyaset adamıydı. İslâm ümmetinin 57 parçaya bölünmüş olması Erbakan Hoca’mızı rahatsız eden en önemli husustu. Bu yüzden 40 küsur yıllık siyasî hayatı boyunca İslâm Birliği deyip durdu ve bu idealini hayata geçirmek için projeler üretip somut adımlar attı.
Allah Teâlâ’nın “Birlik olun” emrine ilişkin bu müspet gelişmelerden Siyonist çete başta olmak üzere küresel güçler son derece rahatsız olmuştu. Ne yapıp edip bu gelişmeye engel olunmalıydı! Aksi takdirde İslâm Birliği tesis edilirse onların ümmet coğrafyası üzerindeki sömürü düzenleri son bulacaktı. Türk Silahlı Kuvvetleri içerisine sızmış olan piyonlarını alelacele devreye sokup 28 Şubat Darbesi’ni yaptılar. Süreç içerisinde darbeci generaller yargılandı ve rütbeleri söküldü. Fakat bu yeterli değil. Asıl olarak onların engel olduğu D-8 projesinin günümüz siyasîleri tarafından sahiplenilmesi ve hayata geçirilmesidir. Zira D-8 kapsamında oluşturulan projede İslâm Birliği hedefleniyordu. Bu proje her şeyden önce imana taallûk etmektedir. (Hazım Koral - Hürseda Haber)