‘Ümmetin liderlik’ ve Filistin’in silah sorunu
Türkiye-Katar Ekseni ile Suudi Ekseni, Filistin için harekete geçmemekle suçladıkları ‘uluslararası toplumu’ Filistin için harekete geçmeye çağırarak, Filistin için her şeyi yapmış oluyor!
Filistin’de direnişin somut kazanım sağlayan tek gerçekçi seçenek olduğu fikri, artık Filistinlilerin ortak görüşü haline gelmiş görünüyor.
Filistin’de direnişin üssü olan Gazze, daha önce İsrail rejiminin kendisine yaptığı saldırıları sadece izleyen Batı Şeria ve 1948 topraklarını yalnız bırakmadı. Dolayısıyla da coğrafi bölünmenin siyasi bölünmeyle derinleştiği 2005’ten beri tarihsel Filistin toprakları yeniden direniş olgusu etrafında tek vücut oldu.
İsrail rejiminin Kudüs’ün Şeyh Cerrah mahallesindeki Filistinlileri tehcir kararına Batı Şeria, 1948 toprakları ve Gazze’nin birlikte direnmesiyle oluşan mevcut şartlar, 1987’deki birinci intifada atmosferini çağrıştırıyor.
Direnişin tarihsel Filistin topraklarının tamamına yayılması ve inisiyatifin yerel liderlerde olması 1987 intifadasıyla 2021 savaşını benzer kılan özellikler.
Hamas’ın yeni kurulduğu 1987’de Filistin’in resmi liderliği Tunus’ta bulunuyordu ve intifadayı FKÖ Lideri Yasir Arafat’ın “Benim küçük generallerim” dediği yerel liderler taşıyordu. Bugün de Batı Şeria ve 1948 topraklarındaki direnişe Filistin Özerk Yönetimi; Gazze’nin verdiği savaşa ise Katar’daki Hamas siyasi bürosu komuta etmiyor.
1948 topraklarıyla Batı Şeria’daki direnişe örgütsel mensubiyetini ulusal kimliğinin çok gerisine itmiş olan Filistin halkı, Gazze’deki savaşa ise farklı dünya görüşlerinden direniş gruplarının ortak operasyon odası liderlik ediyor.
1987 intifadasıyla 2021 savaşının süre ve sonuç bakımından benzerlik taşıyıp taşımayacağını zaman gösterecek; ancak şu iki faktörden dolayı 2021 savaşının 1987 intifadası gibi beş yıl sürmeyeceği ve Filistin’deki uzlaşma eğilimini değil, direniş eğilimini güçlendireceği söylenebilir.
1- 1987’de taştan başka silaha sahip olmayan Filistinliler, şimdi milyonlarca İsrailliyi sığınaklara hapseden roketlere sahip. Dolayısıyla İsrail rejiminin mevcut savaşı değil dört yıl, 4 hafta sürdürmesi bile büyük bir başarı olacak.
2- 2020’deki ‘Yüzyılın Anlaşması’ ve Suudi Ekseni’nin ilişkileri normalleştirme sevdası sebebiyle, artık İsrail rejiminin gündeminde ne ‘iki devletli çözüm’ havucu var ne de bu havucu sadece koklattığı bir Oslo süreci.
Öte yandan ‘terörist’ olarak Lübnan’dan Tunus’a sürgün edilen Arafat’ı ‘diplomat’ olarak omuzlarında Oslo’ya taşıyan ‘Küçük Generaller’in de ne Oslo’ya ne de ‘iki devletli çözüm’e inancı kalmadı. Çünkü o generallerden birçoğu mezarda, hayatta kalanlardan biri olan Mervan Bargusi ise beş müebbet hapis cezasıyla İsrail zindanında.
Irkçı İsrail rejiminin Kudüs’te oy kullanılmasına izin vermemesi yüzünden Mahmud Abbas tarafından ertelenen Yasama Meclisi seçimleri 21 Mayıs’ta yapılabilseydi, Filistin halkının tercihinin direnişten mi yoksa diplomasiden mi yana olduğunu öğrenebilirdik.
Ancak Oslo sürecine ve sonrasına dair şu iki veri eğilimin bundan sonraki yönü için de fikir verebilir.
1996'da Filistin'de Oslo barış sürecine kamuoyu desteği yüzde 80, İsrail'e karşı şiddetten yana olanların desteği yüzde 20 civarındaydı. Yine aynı yıl İsrail’le müzakerelere öncülük eden el-Fetih'i destekleyenler yüzde 55 iken, Arafat'ın şahsına verilen destek yüzde 65'ti. Buna karşılık diğer muhalif grupların, İslamcıların ve milliyetçilerin sahip olduğu toplam halk desteği yüzde 40'tan yüzde 20'ye gerilemişti. Muhalif grupların seçimleri boykot çağrısına rağmen de seçimlere katılım yüzde 75 olmuştu.
Oslo Anlaşmasının imha edilmesinden sonra 2005’te yapılan seçimlerde ise İsrail rejiminin varlığını reddeden Hamas, Filistin Yasama Meclisi’ndeki 118 sandalyeden 75’ini kazandı.
1987’deki intifadaya Oslo’dan bağımsız bir devletle dönme umuduyla 1992’de son veren Filistinlilerin 2005’te Hamas’a seçim zaferi armağan etmesi, Filistinlilerin İhvancılaşmasının değil, Oslo Anlaşmasının Ariel Şaron tarafından 2000 yılında dinamitlenmesinin sonucuydu.
Bir başka deyişle diplomasi yoluyla bağımsız devlet kazanmaktan umudunu kesen Filistinliler, direniş seçeneğinin sağladığı somut kazanımlara tanık oldukları için direnişin siyasal temsilcisi olarak gördükleri Hamas’ı iktidar yapmayı tercih etmişti.
Zira daha önce “Tel Aviv’in stratejik önemi neyse, Gazze’nin stratejik önemi de odur” diyen İsrail rejimi, direnişin baskısına dayanamayarak Gazze’den tek taraflı olarak çekilmek zorunda kalmıştı.
Peki şimdi tarihsel Filistin topraklarının tamamında tek vücut olarak ve daha gelişmiş silahlarla İsrail rejiminin karşısına dikilen Filistin halkı, 1992’den 2001’e kadar olan dönemdeki ‘siyasi çözüm’ tecrübesini tekrar etmeyi bir seçenek olarak görür mü?
Soruyu şöyle sormak da mümkün Oslo sürecinin dokuzuncu yılında bağımsızlık yerine liderlerinin işgalci rejim askerleri tarafından aşağılanmasına tanıklık eden Filistinliler için ‘iki devletli çözüm’ün inandırıcı bir tarafı kalmış mıdır?
Son birkaç yılda yaşanan uluslararası ve bölgesel gelişmeler, bu soruya olumlu cevap vermeyi güçleştiriyor.
Yüzyılın Anlaşması, iki devletli çözümün tabutuna çakılan son çivi
Amerika’nın 28 Ocak 2020’de açıkladığı ‘Yüzyılın Anlaşması’ planı, tarihsel Filistin topraklarının tamamını Filistinlilerden arındırılmış bir şekilde İsrail rejimine kazandırmayı öngördüğü için ‘iki devletli çözüm’ artık tamamen gündem dışı.
2002 yılında Lübnan’da yapılan Arap zirvesinde 1967 topraklarında bağımsız bir Filistin devletinin kurulması karşılığında Arap ülkelerinin İsrail’le ilişkilerini normalleştirmesini öngören ‘barış planı’ Suudi Arabistan tarafından sunulmuştu.
Ancak iki devletli çözüme dair bir müzakere zemini bile yokken, Suudi Ekseni’nin İsrail rejimiyle normalleşme anlaşmaları, tamamen ‘Yüzyılın Anlaşması’ adlı Amerikan planıyla ilgili.
Amerikan Kongresinin Kudüs’ü İsrail rejiminin başkenti olarak tanıma kararını 1995’te aldığı ve 2017 yılına kadar tüm başkanların bu kararın uygulanmasını ertelediği biliniyor.
Bununla birlikte Kudüs’ü İsrail rejiminin başkenti olarak tanıma kararı, Yüzyılın Anlaşması ve Suudi eksenindeki ülkelerin İsrail rejimiyle ilişkilerini normalleştirmesi, bir kronolojik sistematik içerisinde birbirini destekleyen gelişmeler.
Ancak doğumu dört yılda gerçekleşen bu gelişmelerin gebelik dönemi 2011’de başladı ve Yüzyılın Anlaşması adlı Filistin’i tasfiye planının zemini yaratıldı.
Yüzyılın Anlaşması’nın şartlarını yaratmak için rol paylaşımı
2011 yılındaki ‘Arap Baharı’ Amerika’yı 6 bölge ülkesindeki isyanları üç kategori içerisinde yönetme zorunluluğuyla karşı karşıya bıraktı.
Mısır ve Tunus ‘eskiye döndürülmesi gerekenler’, Yemen ve Bahreyn ‘statükosu korunması gerekenler’ ve Suriye ile Libya ise ‘yıkılması gerekenler’ kategorileri çerçevesinde ele alındı. Bu kategorilerdeki ülkelere müdahalede için de rol dağılımı yapıldı.
Mısır, Yemen ve Bahreyn’de Suudi Ekseni; Tunus Suriye ve Libya’da ise başlangıçta Katar-Türkiye ekseni liderlik rolü üstlendi. Filistin konusuyla doğrudan ilgili olmadığı için Suriye dışındaki yerleri konu dışı tutalım.
Mısır, Tunus, Yemen ve Libya’da çok bariz bir şekilde birbiriyle çatışan Suudi Ekseni ile Türkiye-Katar Ekseni, Suriye’de çok yakın zamana kadar benzersiz bir iş birliği sergiledi. Diğer her yerde çıkar çatışması yaşayan bu iki ekseni, Suriye ve İran konusunda uyumlu iş birliğine sevk eden etken hiç kuşkusuz Amerika ve İsrail’le ilişkiler ve Filistin sorununa bakıştı.
Türkiye’nin Filistin direnişi yaklaşımı
Türkiye’nin Filistin sorununa ilişkin resmi görüşünde direniş seçeneğine destek yer almıyor. Çünkü Ankara Filistin sorununu konusunda 2002 tarihli Suudi barış planından başka bir şey önermiyor.
Dışişleri Bakanlığı bu resmi görüşü şöyle açıklıyor: “Türkiye, Filistin-İsrail ihtilafına iki devletli çözüme yönelik yerleşik BM parametreleri temelinde ve müzakereler yoluyla adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüm getirilmesini, bu çerçevede 1967 sınırları temelinde başkenti Doğu Kudüs olan, coğrafi bütünlüğe sahip, bağımsız ve egemen Filistin Devleti’nin kurulmasına yönelik çabaları desteklemektedir.”
Dolayısıyla Türkiye, Hamas gibi direniş gruplarıyla ilişkisini de bu resmi perspektif göre kurdu. Yani Türkiye’nin Hamas’la ilişkisi, Filistin halkının kendini savunması için direnişi desteklemeye değil, Hamas’ı silahsızlandırmaya yönelik bir hedef içeriyordu.
Nitekim Adalet ve Kalkınma Partisi yetkilileri Hamas’a direniş örgütü olmaktan vazgeçip İsrail rejimiyle müzakere başlatması için baskı yaptıklarını gizlemedi.
Türkiye’nin Hamas’la ilk ve en büyük sınavı 2006’da oldu. Hamas heyetinin Ankara’ya gelmesi tartışma yaratınca dönemin Adalet Bakanı Cemil Çiçek, ziyaretin arka planına ve Türkiye’nin Hamas’a verdiği mesaja dair şu açıklamayı yaptı:
“Hamas'ın da bölge barışına katkısı olacaksa, bu ihtilafın çözümünü arzu ediyorsa, eski usulleri bırakması gerekiyor, bu kesindir. Eski usullerle bu sorunları çözmeleri mümkün değildir. Türkiye'nin söylediği budur.”
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ilk başbakanı Abdullah Gül de cumhurbaşkanı sıfatıyla 2010’da yaptığı açıklamada “Hamas’a silah bırakın” dediklerini belirterek şunları söyledi:
“Onlara, terörü ve roket atmayı, bütün bunları bırakmaları gerektiğini söyledik. Hamas'a, Amerikalı ve Avrupalılarla konuşmaları gerektiğini ve onlara topraklarında bağımsız devlet kurmaları halinde İsrail'le birlikte yaşamaya hazır olduklarını söylemelerini istedik. Yani biz İsrail'e çok yardımcı olduk.”
Şu anki Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da 2017’de “Türkiye – ABD stratejik ortaklığının geleceği” konulu bir konferansta “Hamas’a silah bırakması için baskı yaptık”
Çoğaltılabilecek bu örnekler, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Hamas’la ilişkilere, Türkiye’nin Filistin direnişine olan ilgisi bakımından değil, Amerika ve İsrail’le ilişkilerinde sağlayacağı avantajlar bakımından önem atfettiğini gösteriyor.
Yani Türkiye-Katar Ekseni açısından Filistin direnişine silah bıraktırmak hedefiyle kurulan ilişkiler, Ankara ve Doha’nın İsrail üzerinden Amerika’yla ilişkilerinde sağlayacağı avantajlar bakımından önem taşıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “İsrail, bölgede Türkiye gibi bir ülkeye muhtaçtır. Bizim de İsrail’e ihtiyacımızın olduğunu kabul etmemiz lazım. Bu, bölgenin bir gerçeği” şeklindeki açıklaması da bu görüşü teyit ediyor.
Katar’ın Filistin direnişi yaklaşımı
Filistin direnişine yönelik bu yaklaşım, sadece Ankara’yla sınırlı değil; Doha ve Müslüman Kardeşler örgütünün de aynı perspektife sahip olduğu Mısır’da İhvan yönetiminin hakim olduğu dönemde çok bariz bir şekilde görüldü.
Dönemin Katar Başbakanı Hamad bin Casim, Arap Birliği dönem başkanı sıfatıyla, Filistin’le İsrail rejimi arasında barış müzakerelerini yeniden başlatmak için Washington’da Filistin’le İsrail arasında toprak takası önermişti.
İsrail rejiminin Batı Şeria’daki işgalci varlığının devamı için İsrail’in başka yerlerden Filistinlilere toprak vermesini öngören bu teklifin Suriye’nin ateşe verildiği, Mısır’da İhvan yönetiminin hakim olduğu bir dönemde yapıldığına dikkat edilmelidir.
Suriye’yi terk eden Hamas siyasi bürosunun Katar’da bulunduğu o dönemde Katar’ın bu önerisiyle Filistin Özerk Yönetimi ile İsrail rejimi artasında müzakereler başlamış ve Filistinli direniş grupları da buna tepki göstermişti.
Elbette Katar’da ikamet eden Hamas siyasi bürosu liderleri, buna açıkça karşı çıkabilecek durumda değildi; ancak Suriye konusunda da hep Katar’daki ekipten farklı düşünen Gazze’deki Hamas liderlerinden Mahmud Zahhar, buna sert tepki göstermiş ve şunları söylemişti:
“Hamad bin Casim’e sesleniyorum, bugünlerde senden bedavadan tavizler ve siyasi saçmalıklar duyuyoruz. Sana ve seninle birlikte Amerika’ya giden heyete diyoruz ki eğer bu sizin görüşünüz ise Filistin meselesinden elinizi çekin. Biz bu meselede sizden daha öncelikli ve daha fazla hak sahibiyiz. Biz, her türlü fedakarlığı göstermeye hazırız ve sonunda da kesinlikle zafere ulaşacağız. Biz asla her ikisi de bize ait olan toprakların takasını kabul etmeyeceğiz. 1948 yılında işgal edilen topraklar da bize aittir.”
Katar’ın Amerika’ya yakınlaşmak için İsrail rejimine götürdüğü bu teklifin kendisi kadar sunumu da çok dikkat çekiciydi; zira bu teklif Katar’ın kullanışlı din aparatı Şeyh Yusuf Karadavi’nin Gazze ziyaretiyle neredeyse eş zamanlı olmuştu.
Katar’ın Filistinlilerin kesesinden İsrail rejimine toprak takasının Katar’daki Hamas liderlerini kızdırdığı, hatta Halid Meşal’in Katar’dan ayrılmayı düşündüğü yönünde haberler, Hamas’taki rahatsızlığın gizlenemez boyutta olduğunu gösteriyordu. Bununla birlikte Yusuf el-Karadavi’nin kullanışlı rolü etkili olmuş olacak ki Hamas Sözcüsü Salah Berdavil, Meşal’in Katar’dan ayrılmak istediğine dair haberleri yalanladı ve “Arap barış planını tadil etmek için gündeme getirilen toprak takası önerisi sadece Katar’la ilgili bir şey değil, bu öneri Arap Birliği tarafından gündeme getirilmişti; ancak bu plan artık ölmüştür ve yok hükmündedir” dedi.
Ancak Salah Berdavil, açıkça yalan söylüyordu; zira Mısır Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Amr Ruşdi, Katar’ın toprak takası önerisinin Arap Barış Planı ile uzaktan yakından hiçbir ilgisi bulunmadığını, söylemişti.
İhvan’ın Filistin direnişi yaklaşımı
İhvan (Müslüman Kardeşler) örgütünün Filistin konusundaki teorik olarak Filistinli direniş gruplarıyla benzeşiyor. Yani İhvancılar, Türkiye ve Katar’ın aksine teoride 1948 ve 67 toprakları ayrımı yapmaksızın tarihsel Filistin topraklarının tamamını Filistin olarak kabul ediyor ve İsrail rejimini de tanımıyor.
İhvancıların bu resmi görüşlerine ne kadar vefa gösterebileceği, ilk kez Mısır’da parlamento çoğunluğunu ve cumhurbaşkanlığını ele geçirdiği Haziran 2012’de test edilebildi.
Elbette Mursi, yüzde 50 katılımlı bir seçimde oyların yüzde 51’ini alarak cumhurbaşkanı olmuştu ve Mısır gerçekliğini bilen hiç kimse de Mısır’daki İhvancıardan Cemal Abdunnasır rolü beklemiyordu.
Gerçi cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda elenen İhvan’ın eski siyasi liderlerinden Abdulmunim Ebulfutuh gibi siyasilerin “Mursi Camp David’i lağvetmelidir” gibi beklentileri vardı; ama Mursi, eski rejimin uluslararası anlaşmalarına bağlı olduğunu; ancak Camp David’i de gözden geçireceklerini söyledi.
Ancak cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturduktan sonra 14 Temmuz 2012’de dönemin Amerikan Dışişleri Bakanı Hillarry Clinton’dan “Camp David zorunluluktur” vaazını dinleyen Mursi, 26 Eylül’de Camp David anlaşmasında değişikliğe gerek olmadığına karar verdi.
Suudi Ekseni ile Türkiye-Katar Ekseni’ni buluşturan ortak düşman
Suudi Ekseni ile Katar-Türkiye Ekseni, 2011’den beri birçok konuda çıkar çatışması yaşsa da Filistin ve Lübnan direnişlerinin dünyadaki tek silah tedarikçisi olan İran ve Suriye’ye karşı işbirliğinde hiç sorun yaşamadığını ispat etti.
Suudiler ile Türkiye-Katar ekseni, 2011’den bu yana İsrail’i normalleşilmesi gereken; İran ve Suriye’yi ise tehdit olarak görülmesi gereken taraflar olarak gördü ve gösterdi.
Türkiye, Şam’la ilişkisinin çok iyi olduğu 2011 öncesi dönemde Suriye’nin İsrail rejimiyle ilişkilerini normalleştirmesi için arabulucu oldu. 2011’den sonra ise Suriye’nin askeri altyapısı, Türkiye ve Katar’ın öncülük ettiği, İsrail ve Suudi Ekseni’nin ise aktif katkı sağladığı, vekalet savaşı ile çökertildi.
Türkiye’nin tüm ağız dalaşına rağmen İsrail rejimiyle diplomatik ilişkileri hiç kesilmedi; ticari ilişkileri de cumhuriyet tarihinin en yüksek rakamı olan 6.2 milyar dolara çıktı.
Henüz diplomatik ilişki kurmayan ve Hamas’a ev sahipliği yapan Katar’la İsrail rejiminin 2009’a kadar karşılıklı ticaret temsilcilikleri vardı.
Katar Emiri Hamad bin Halife ile başbakanı Hamad bin Casim, İsrail rejiminin Gazze’ye 22 gün boyunca vahşice bombalamasından kısa bir süre önce İsrail’e gizli ziyaretlerde bulunmuş;Venezuela Devlet Başkanı Hugu Chavez’in bu katliama tepki göstererek İsrail elçiliğini kapatmasından sonra İsrail’deki ticaret bürosunu kapatmıştı.
İhvancılar, 2011’den beri Kudüs’e giden yolun Şam’dan geçtiği sloganıyla Suriye’yi ateşe verdi; ama ne iktidar oldukları Mısır’da Gazze’ye sınır kapısını açtı ne Mısır ordusunun Gazze’ye açılan tünelleri yok etmesini engelleyebildi.
Tabi doğal olarak Şam’ın fethini bekleyerek vakit kaybetmek yerine Sina yarımadasından girip Kudüs’ü fethetmeyi akıl edemedi!
Varlığını direniş örgütü olmaya borçlu olan Hamas, askeri destek alabildiği tek Arap ülkesi olan Suriye’yi Katar veTürkiye’nin ‘ricasıyla’ terk etti.
İran’ın Gazze’yi desteklemek için 2010’da füze fabrikası kurduğu Sudan,[16] Suudi nüfuzu ile 2014’te İran karşıtı cepheye geçti; 2021’de de İsrail’le normalleşme anlaşması imzaladı.
Türkiye, Kürecik’te İran’ın İsrail’e yönelik muhtemel bir füze saldırısını İsrail’e bildiren radar kurmayı NATO gerekçesiyle izah etti; ama “Washington’un Kürecik’ten elde ettiği radar bilgilerini İsrail ile paylaştığı”nı ve “TSK’nın Kürecik’ten doğrudan bilgi alamadığını” açıklayamadı.
Sonuç
İsrail rejimi Gazze’ye saldırırken Filistin sorununun çözümünün ‘iki devletli çözüm’ olduğunu savunan ülkeler, aynı içerikte ve aynı tonda açıklamalar yapıyor.
Türkiye, “İsrail'in Filistin'deki kanlı saldırılarının durdurulması ve uluslararası camianın İsrail'e güçlü bir tepki ve caydırıcı bir ders vermesi için yoğun bir diplomasi trafiği yürütüyor.” “Cumhurbaşkanı Erdoğan, görüştüğü liderleri, İsrail'in Mescid-i Aksa, Kudüs, Gazze ve Filistinli Müslümanlara yönelik saldırılarına ve baskılarına karşı birlikte etkili şekilde harekete geçmeye davet ediyor.”
Katar, uluslararası topluma “durdurun” diye çağrı yapıyor. Suudiler “uluslararası kamuoyunun bu tehlikeli gerginliği durdurmak adına sorumluluğu olduğunu belirip iki devletli çözüme dair barış görüşmelerine dönülmesini” istiyor.
Özetle, Türkiye-Katar Ekseni ile Suudi Ekseni, Filistin için harekete geçmemekle suçladıkları ‘uluslararası toplumu’ Filistin için harekete geçmeye çağırarak, Filistin için her şeyi yapmış oluyor!
Çünkü Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun tabiriyle “Ümmet bizden liderlik bekliyor”
Ümmetin liderlik beklemediği İran ile İsrail rejiminin kayıtsız şartsız destekçisi Amerika ise kimsenin harekete geçip geçmemesiyle ilgilenmiyor.
“Siyonistler yalnızca gücün dilinden anlar”diyen İran, Filistin direnişini, “İsrail’in kendini savunma hakkı var” diyen Amerika ise İsrail rejimini silahlandırıyor. (YDH)