Orta Afrika'da Müslüman Kıyımı Devam Ediyor!
Orta Afrika'da Müslümanlara yönelik katliam, ülkede bulunan Afrika Birliği, Birleşmiş Milletler Barış Gücü ve Fransız askerlerine rağmen aralıksız sürüyor.
Orta Afrika Cumhuriyeti’nde Müslümanlara yönelik vahşet, katliamlar devam ediyor. Ülkede yaşanan gelişmeler karşısında birçok uluslararası kuruluşun soykırım ya da etnik temizliğe yol açabileceği konusunda alarm veren açıklamaları, Orta Afrika Cumhuriyeti’ni bir anda dünyanın gündemine taşıdı. Ancak Hıristiyan Anti Balaka terör çetelerinin kadın çocuk demeden yaptığı katliama ülkede bulunan Afrika Birliği, Birleşmiş Milletler Barış Gücü ve Fransız askerlerinin müdahale etmemesi, ölenlerin Hıristiyan değil de Müslüman kimlikli olmalarından kaynaklandığı şeklinde yorumlanıyor.
Ülkedeki gelişmelerle ilgili sorularımızı yanıtlayan SETA Vakfı Orta Doğu ve Afrika Araştırmacısı Dr. Mehmet Özkan önemli açıklamalarda bulundu
“Çatışmaların önünü alacak bir çözüm halen bulunamadı!”
Orta Afrika’da Müslümanlar Hıristiyan çetelerin katliamlarına maruz kalıyor. Yaşanan siyasal krizin temelinde neler yatıyor? Bu katliamları tetikleyen sebepler nelerdir genel hatlarıyla açıklayabilir misiniz?
Orta Afrika Cumhuriyeti’nde yıllardır siyasal hayatın şekillenmesinde en kilit ülke Çad oldu. Eski Cumhurbaşkanı François Bozize’den desteğini çeken Çad, darbe yapan Michael Djotodia’ya destek vererek aslında ülkedeki siyasal gelişmelerde kilit rolünü sürdürmek istiyordu. Fakat bu kez yapılan iktidar değişimi hamlesi, siyasal alanda yaşanan sorunu sosyal alana, yani Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasında çatışmaya yol açacak şekilde genişletmiş bulunuyor. Dolayısıyla, ülkede yaşanan sorunun temel sebebi, bölgesel ülke olan Çad’ın etkinliğini koruma çabası ve ülke içindeki kırılgan siyasi yapının sosyal sorun haline dönüşmesidir. Bu sorun bir taraftan kontrol edilmeye çalışılırken, diğer taraftan durumdan fırsat çıkaran bazı yerel gruplar özellikle Müslümanlara saldırarak siyasal sorunu hem derinleştirmek hem de sosyal alana çekmek istiyorlar.
Ülkede olaylar kontrolden çıkıp şiddet olayları artınca Mart 2013’te gerçekleşen askeri darbeden beri iktidarda olan Djotodia, Aralık 2013’te başlayan sosyal ve dini çatışmalar sonrasında Ocak 2014’te istifa etti. Yerine gelen geçici Cumhurbaşkanı Catherine Samba-Panza ise 20 Ocak 2014’te görevine başladı ve teknokrat bir hükümet kurarak 2015 yılında ülkeyi seçime götürecek şekilde hazırlıklar yapmakla görevlendirildi. Bu süreçte sayıları yaklaşık 4300 civarında olan Afrika Birliği (AfB) barış gücüne 1600 civarında Fransız askeri de katıldı. BM Güvenlik Konseyi, Ocak sonunda aldığı bir kararla Polonya, Belçika ve Estonyalılardan oluşan 600 kişilik bir Avrupa Birliği asker grubunu özellikle Bangui havaalanında yaşayan yüz binden fazla insanın güvenliği için görevlendirdi. Ülkede hem askeri varlığı hem de siyasal çözüm sürecini hızlandırmaya yönelik bu çabalara rağmen, çatışmaların önünü alacak bir çözüm halen bulunamadı.
Ülke üzerinde etkili olan aktörler ve ülkeye yönelik politikaları neler?
Afrika Birliği, Aralık 2013’te BM tarafından onaylanan misyon çerçevesinde ülkede 5300 civarında askeri varlığa sahipti. Fakat Afrika Birliği’nin askeri varlığı maalesef sürecin başından beri ne askeri darbeyi engelleyebildi ne de sonrasında yaşanan çatışmaları engellemede başarılı oldu. Özellikle finans ve teçhizat noktasında sıkıntılar yaşayan Afrika önderliğindeki Orta Afrika Cumhuriyeti Destek Misyonu (MISCA), çatışmaları engellemekte etkisiz kaldı. Bu durum, Afrika Birliği’nin askeri varlığını sadece koruma ve destek gücüne dönüştürdü ve çatışmaları engelleme konusundaki misyonunu Fransız askerlerine bırakmasına neden oldu.
Süreçte Birleşmiş Milletlerin rolüne bakınca, her ne kadar üst düzey temsilciler aracılığıyla muhtemel soykırım uyarıları yapılsa da, aslında BM olarak Fransa’nın askeri teçhizat ve varlığına destek vermekten başka bir opsiyonu görünmedi. BM 1994 yılında Ruanda’da yaşanan soykırım tecrübesinden hareketle, daha çok küresel bir ilgi uyandırarak Fransa’nın durumu kontrol etmesi için destek verme çabasına girişti. Fakat bununla birlikte, BM’nin, açlık ve yerinden edilmeler gibi insanlık dramı sonrası oluşan durumu kontrol altına almaya yönelik destek ve çalışmaları sürüyor.
AB ülkede pay kapma peşinde
Ülkenin yeraltı altın ve benzeri madenlerinin başta Fransa olmak üzere Batılı ülkelerce yıllar yılı sömürüldüğü ortada. Farklı bir açıdan değerlendirmek gerekirse Avrupa Birliği ve Fransa’nın ülkede devam eden katliamların önünü almak yerine ülkeye kalıcı yerleşim hesapları içerisinde olduğu şeklinde bir izlenim var. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu durumu?
Fransa’nın özellikle 2000’li yılların başından itibaren Afrika’ya biraz da agresif bir hareket tarzıyla geri dönmek istediği görülüyor. Sarkozy’nin cumhurbaşkanlığı döneminde daha çok uluslararası ya da bölgesel oluşumlardan meşruiyet aramadan bir Afrika politikası üreten Fransa, François Hollande döneminde ise daha çok bölgesel ve uluslararası kuruluşların desteğini alarak politikasını şekillendiriyor. Zira 2012 yılında Mali’ye yaptığı müdahale hem bölgesel entegrasyon örgütü olan Batı Afrika Ülkeleri Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (ECOWAS) tarafından destek gördü hem de BM ve AB tarafından desteklendi. Aynı durum Orta Afrika Cumhuriyeti’ne yönelik politikasında da görülüyor. Olayların asıl şekillendiricisi Fransa olmakla beraber, yıllardır Çad’ın siyaseti şekillendirdiği OAC’de artık uluslararası kuruluşların sağladığı meşruiyetle birlikte Fransa’nın siyasal ve ekonomik anlamda etkinliğini artırmak niyeti gözleniyor. Ayrıca bu, Fransa’nın Orta Afrika’daki etkinlik alanını genişletmesi için bir fırsat olarak da görülüyor.
Bir diğer aktör AB ise, çeşitli dönemlerde seçimlerin yapılmasına destek olmak amacıyla gönderdiği EUFOR askeri gücü dışında genellikle Afrika’ya barış koruma amacıyla çok sayıda asker göndermeyi tercih etmedi. OAC’de son yaşanan gelişmeler sonrası AB ilk defa 600 kişilik bir askeri gücü ülkeye göndermeye karar verdi. Bunun yetmeyeceğini düşünen AB, Türkiye dâhil diğer bazı ülkelere mektup yazarak asker göndermesi için teklifte bulundu. Geleneksel anlamda Afrika’daki çatışma alanlarına askeri açıdan kurumsal olarak destek olmayan AB’nin bu yeni tavrı ancak iki şekilde okunabilir: Bunlardan bir tanesi, 1993 yılında Somali tecrübesi sonrası Afrika’ya asker göndermede çekinceli davranan, fakat 2000 yılı sonrasında AFRICOM ile kıtada askeri anlamda varlık göstermek isteyen Amerika Birleşik Devletleri’nin bıraktığı boşluğu doldurmak düşüncesi. Her ne kadar AB ne kapasite ne de siyasi anlamda bu şekilde bir iradeye net olarak sahip olmasa da, en azından finansal anlamda hep desteklediği barış gücü kuvvetlerinin oluşması konusunda öncesine göre biraz daha aktif bir rol oynamak istiyor. AB’nin atılgan davranmasının ikinci bir sebebi ise Fransa’nın tutumu. Fransa son yıllarda biraz da agresif bir şekilde Afrika’daki eski sömürgelerine geri dönerek, etki alanını genişletmeye çalışıyor. Yukarıda da bahsedildiği gibi, Nikolas Sarkozy döneminde daha çok tek başına kıtada hareket etmeyi tercih eden ve ne bölgesel ne de küresel kurumlardan meşruiyet arayışına giren Fransa, François Hollande döneminde bu politikasını revize etti. Yeni politikaya göre, eski politika aynen devam etmeli fakat Afrika’daki bölgesel ve kıtasal örgütlerin desteği aranmalıdır. Meşruiyet anlamında destek istenen küresel kuruluşlar ise BM ve AB olmaktadır. Geride kalan süreçte, genellikle Afrika kıtasındaki faaliyetlerde Fransa öne çıkmakla birlikte maliyet AB tarafından karşılanıyordu. Son yaşanan gelişmeler ışığında AB’nin artık sadece finansal destek verip politikanın uygulanmasını Fransa’ya bırakma niyetinde olmadığını, aksine biraz daha sürece girmeye meyilli olduğunu söyleyebiliriz. Bu aynı zamanda Afrika’da kendi çıkarlarını AB üzerinden meşrulaştırıp kendisine alan açmaya çalışan Fransa’yı biraz dizginleme amacı da taşıyor. Avrupa Birliği’nin bölgeye 600 asker göndermesi ve sonrasında bir nevi barış gücünün genişletilmesi için diğer bazı ülkelere mektup yazması ancak bu çerçevede okunabilir. Görünen o ki, özellikle 2011 yılında Güney Sudan’ın bağımsızlığına kurumsal anlamda ciddi destek veren ve önemli tecrübeler edinen AB, bunu biraz daha ileriye götürme niyeti taşıyor.
Türkiye Afrika’da aktif rol almalı mı
Somali, Sudan gibi Afrika ülkelerinde artık hissedilir bir şekilde varlığını gösteren Türkiye, Orta Afrika’da bölgenin barışına yönelik neler yapabilir? Türkiye AB’nin bölgeye asker gönderme çağrısına nasıl karşılık vermeli?
Türkiye özellikle 2011’den beri Afrika kıtasındaki sorunlara yaklaşımında bir siyasal aktör olarak kendisini öne çıkarma niyetinde. Somali’deki bölgesel ve iç barışa yönelik derin ve kapsamlı çalışma ve katkıları yanında; Sudan ve Mali’deki çatışmalarda daha düşük bir profil izlemişti. Özellikle “sessiz diplomasi” olarak tarif edilebilecek bu politikaları, Türkiye’ye hem arazi tecrübesi hem de kıtada saygınlık kazandırmıştı. OAC’de yaşanan gelişmeler sonrası özellikle de AB’nin Türkiye’den asker talebi birkaç açıdan derinlemesine değerlendirilmelidir. Burada ilk olarak vurgulanması gereken nokta, bu davetin artık Türkiye’nin Afrika’daki sorunlarda katkı yapabilecek siyasal bir aktör olarak kabul edildiğinin bir tescili olduğudur. Türkiye ilkesel olarak asker göndermeyi tercih ederse, kıtadaki bölünmüşlük ve ülkedeki sorunun dini boyutunu da dikkate alarak hareket etmelidir. 2012 yılında Afrika Birliği Komisyon Başkanlığı seçimi sırasında İngiliz Afrika’sı ile kıtadaki diğer ülkeler, özellikle de Fransız Afrika’sı arasında bir fikir ayrılığı yaşanmış ve bu durum seçimin ertelenmesiyle sonuçlanmıştı. Daha sonra yapılan seçimde Güney Afrika Cumhuriyeti’nin (GAC) adayı diğerlerinin karşı çıkmasına rağmen seçimi kazanmıştı. Bu durum, kıtada de facto bir bölünmeye yol açıp, AB dahil kıtasal entegrasyon örgütlerinin artık 2000’lerde olduğu gibi birlikte hareket etmediğini gösteren bir örnekti.
Mali örneğinde net bir şekilde görülen bu durum, OAC için de geçerli. Askeri darbenin yaşandığı Mart 2013’te ülkede bulunan GAC askerlerinden 15 tanesinin hayatını kaybetmesi, GAC’de bir infiale yol açmıştı. Bunun üzerine askerlerini çeken Pretoria, kıtadaki askeri ve teçhizat anlamında en güçlü ülkelerden birisi olarak sorunun dışında kalmıştı. Türkiye eğer asker gönderme kararı verirse, bu bölünmeyi ciddi şekilde dikkate almalı ve mümkünse AfB ve GAC gibi kıtadaki diğer kilit ülkelerle bir işbirliği zemini bulmaya çalışarak farklı bir yol haritası çıkarmalıdır. Kıtasal ve bölgesel dengeleri görmezden gelerek sadece AB üzerinden kıtaya asker gönderilmesi -özellikle başarısız olunması durumunda- Türkiye’nin son yıllarda kazandığı saygınlığı tartışmaya açabilir. Diğer dikkat edilmesi gereken nokta ise Türkiye’nin özellikle Fransa’nın emellerini meşrulaştırıcı bir misyonda olduğu imajının verilmemesidir. Hem askeri varlık hem de olayların şekillenmesinde etkinlik anlamında Fransa’nın ciddi şekilde ağır bastığı OAC’de bu durum ayrı bir önem kazanmaktadır. Türkiye’nin yaşanan sorun çerçevesinde açabileceği bir başka kanal ise, sorunun asıl mağdurlarının Müslümanlar olduğu düşünüldüğünde İslam İşbirliği Teşkilatı gibi yapılardır. Onların sürece dâhil olması hem Türkiye’nin elini güçlendirebilir hem de olayları pozitif yönde etkileyebilir.
Türkiye daha önce Liberya, Sudan, Fildişi Sahilleri gibi çeşitli ülkelere sayıca küçük de olsa askeri destek vermişti. Bu tür katılımlar belki de arazideki gelişmelere çok ciddi etki yapmasa bile Türkiye’nin hem operasyonel etkinliğini hem de kıta hakkında bilgisini artırmak için en ideal yoldur. Özellikle yaşanan olayların sadece sayılı basın-yayın organları tarafından aktarıldığı bu süreçte bu tür bir katılım devlet açısından yerelden sağlıklı bilgi akışında kilit bir rol oynayabilir.
Orta Afrika’da katliamların durması ve Müslümanların güven içerisinde yaşayabilecekleri ülkede barış ve huzurun sağlanabilmesine yönelik çözüm önerileriniz nelerdir?
Orta Afrika Cumhuriyeti’ndeki durumun durulması için öncelikle Hıristiyan Anti-Balaka grubunun elinden silahların alınması ve kontrol edilmesi gerekmektedir. Fransa olayların başlangıcında Müslümanlardan oluşan Seleka grubunu silahsızlandırmıştı ve bu durum hem Müslümanları savunmasız bıraktı, hem de Hıristiyanlardan oluşan Anti-Balaka grubuna rahat hareket etme imkânı sağladı. Sorunun çözümü için, öncelikle bu grubun mümkün olduğunca silahsızlandırılması ve sonrasında ülkenin iç siyaset anlamında yeniden yapılandırılması gerekiyor. Tüm bunlarla beraber, her geçen gün siyasal bir sorundan sosyal ve dini bir soruna dönüşen çatışma ortamının kontrol altına alınması daha çok katliamın önüne geçecek olup küçük çaplı bir Ruanda yaşanmasının da önüne geçecektir. Bu öncelikli yapılması gerekenler sonrasında Orta Afrika Cumhuriyeti’nde devletin kurumsal anlamda yapılandırılması noktasında hem uluslararası ilginin devam etmesi hem de Çad gibi bölgesel ülkelerin etki alanının sınırlandırılması uzun vadeli sorunları engelleyecektir. (MEHMET ÖZCAN – İLKHA)