Siyonistler kendi dindaşlarına karşı bile ırkçı: Falaşalar
Taha Kılınç, Falaşalar üzerinden Siyonistlerin ırkçılık konusunda hiçbir sınır tanımadığını gözler önüne seren örnekler veriyor.
Nil Nehri’nin doğduğu topraklarda seyahate çıkan İskoç kâşif James Bruce, bugünkü Etiyopya civarında ilk siyahî Yahudilerle karşılaştığında, tarihler 1769’u gösteriyordu. Hikâyelerini bizzat kendilerinden dinledi. İddialarına göre, meşhur Sebe Kraliçesi’nin soyundan geliyorlar, Hz. Süleyman’ı da “baba” biliyorlardı. Yaşadıkları coğrafyadaki farklı kültürel kesişimlerin ortasında “Falaşa” (yerel dildeki anlamıyla “yabancı” ve “yersiz yurtsuz”) adıyla anılıyorlardı. Yahudilik anneden geçtiği için, Falaşalar teknik anlamda “Yahudi” sayılamazdı, ne var ki onlar kendilerini Yahudi olarak görüyor, yüzyıllardır bu itikat üzere yaşıyorlardı.
Bruce’un kaleme aldığı notlardan sonra, modernist Alman haham Azriel Hildesheimer (ö. 1899), Falaşaların “gerçek Yahudi” olduğunu savunan ilk isim oldu. Falaşalara maddî ve siyasî yardım yapılması gerektiğini belirten Hildesheimer, Avrupa çapında kampanyalar düzenleyerek konuyu gündemde tutmaya çalıştı. Bunun üzerine 1867’de, Edirne doğumlu bir Osmanlı Yahudisi olan Yosef Halevy, merkezi Paris’te bulunan Evrensel Yahudi Birliği (L’Alliance Israelite Universelle) tarafından Etiyopya’ya gönderildi. Halevy, Falaşalarla detaylı mülakatlar yaptı, onlar hakkında çok ayrıntılı bir rapor hazırladı. Falaşaların nüfusunu 200 bine kadar çıkaran rapor, Evrensel Yahudi Birliği yönetimince “güvenilir” bulunmadı ve konu tamamen rafa kaldırıldı. Falaşalar, sonraki asrın ortalarına dek unutulmaya terk edildi.
1948’de İsrail kurulup da dünyanın her yerindeki Yahudilere “ülkelerine geri dönüp yerleşme hakkı” verilince, Falaşaların statüsü tartışmaya açıldı. 1955-1972 arasında İsrail Sefarad Hahambaşı olan Yitzhak Nissim’in “Şu siyahîlere kimin ihtiyacı var?” şeklindeki ünlü açıklaması, Falaşalara nasıl bakıldığının da özetiydi. Kendilerini İsrail’in kurucuları olarak gören Aşkenaz Yahudiler, Falaşalara karşı zaten son derece elitist ve ırkçı bir yaklaşım içindeydi.
Sonraki yıllarda Arap-İsrail savaşları çıktıkça ve Filistin topraklarında işgale karşı direniş hareketleri yoğunlaştıkça, İsrail yönetim aygıtı, bütün gerilim noktalarında kendisini düşünmeden feda edecek ve bunun karşılığında da devletten büyük beklentilere girmeyecek bir insan gücüne ihtiyaç duydu. Akla, doğal olarak Falaşalar geldi. Böylece, 1984-1991 arasında düzenlenen hava operasyonlarıyla, on binlerce Falaşa İsrail’e nakledildi.
İsrail kanunları çerçevesinde otomatikman vatandaş olan Falaşalar, iç savaşların ve kıtlığın hüküm sürdüğü bir coğrafyadan kopup gelerek yerleştikleri yeni ülkelerinde, kendilerini Siyonist efendilerine ispat derdine düştüler. Filistinlilere en fazla saldıran asker ve polisler, onların arasından çıktı örneğin. Şuur altlarında, “gerçek Yahudi” kabul edilmenin, İsrail işgal organizasyonuna daha fazla ve ödünsüz hizmete bağlı olduğunu net bir şekilde idrak ediyorlardı.
Ne var ki, İsrail devlet aklı, her türlü pis işe koştuğu Falaşaları asla “gerçek Yahudi” kabul etmeyecekti. Sosyal ve siyasî birçok aşağılama ve dışlamanın yanı sıra, 1996 ve 2008’de patlak veren iki skandal, Falaşalara hangi konumun münasip görüldüğünü ortaya çıkaracaktı:
İlkinde, İsrail’in önemli gazetelerinden Maariv’in manşetten verdiği bir haber, 1980’lerden itibaren ülkeye taşınan Falaşalardan alınan kanların, İsrail Kan Bankası tarafından çöpe atıldığını ve hiçbir şekilde genel kan stoklarına karıştırılmadığını ifşa ediyordu. “Gerçek Yahudi” olgusunun altı, gayet aşağılayıcı biçimde çizilmişti. Sokaklara dökülen Falaşalar, “Sizin kanınızı AIDS riski sebebiyle ayrı bir yerde tuttuk” şeklindeki resmî açıklamayı da elbette yeterli bulmadı.
İkinci skandalı, İsrailli gazeteci Sebba Reuven’in Etiyopyalı kadınlarla yaptığı uzun ve ayrıntılı mülakatlar gözler önüne serdi. Falaşa kadınlar, Etiopya’dan İsrail’e nakledilmek üzere transit kamplarda tutuldukları sırada, kendilerine zorla bazı aşıların yapıldığını söylüyorlardı. Reuven’e konuşan isimler, “Bu aşıyı yaptırmazsak, İsrail’e gelemeyecektik. Bizi tehdit ettiler” diyordu. İsrail’e nakledildikten sonra da zorla aşılanan Falaşa kadınlara, devlet eliyle kısırlaştırma uygulanmıştı. Reuven’in ifşaatlarını beş yıl boyunca reddeden İsrail yetkili makamları, 2013’te nihayet pes ederek, Falaşaları kısırlaştırdıklarını resmen kabullendi. Bu durum, Falaşalar arasındaki doğum oranlarında 2000’lerin başından itibaren görülen yüzde 50’lik şok düşüşün de izahıydı.
Velhasıl, ırkçılık, düşmanlık ve kibir sarmalında coğrafyayı kana bulayan Siyonist ideoloji, kendi dindaşını bile insan olarak görmeyen bir barbarlık seviyesini temsil ediyor.(Taha Kılınç/Yeni Şafak)