Murray Bookchin: İsrail’in sömürgeciliğini ve savaş suçlarını aklayan bir Siyonist
Anarşist "kahraman" Murray Bookchin İsrail’in sömürgeciliğini ve savaş suçlarını aklayan bir Siyonistti
Murray Bookchin anarşist komünite için aziz gibi bir şeydir. Sosyal ekoloji, özgürlükçü belediyecilik ve komünalizm olarak kavramsallaştırdığı fikirleri, kendisini solcu olarak tanımlayan çok sayıda insan üzerinde kalıcı etki yaratmıştır. Murray Bookchin, Occupy Wall Street ve küreselleşme karşıtı hareketlerin arkasındaki ilham verici önemli bir ideolojik figür olarak kabul edilmektedir.
Bookchin, Abdullah Öcalan’ın onun fikirlerini benimsemesinin ardından Kürt çevrelerinde önemli bir nüfuz kazandı. Kürdistan İşçi Partisi PKK’nin hapisteki önderi Öcalan, “demokratik konfederalizm’’ görüşünü desteklemek için Bookchin’in kavram setinden faydalandı. Daha sonra Öcalan’ın takipçileri, ABD ordusunun desteğiyle demokratik konfederalizmi Suriye kuzeydoğusunda pratiğe dökmeye çalıştılar.
Bununla beraber çok da dillendirilmeyen bir şey var ki, o da, Bookchin’in birçok anarşist ve liberteryen sosyalist gibi emperyalizm karşısında hoşgörülü bir mahcubiyet içinde olmasıdır.
Bilhassa, Bookchin, İsrail’in insanlığa karşı işlediği suçları rasyonalize eden ve hatta alenen aklayan bir Siyonist’ti. Ayrıca Küresel Güney’deki sömürge sonrası bağımsız hükümetleri sık sık şeytanlaştırarak, ABD’nin rejim değişikliği için hedef aldığı ülkeler hakkındaki emperyalist propagandayı ve şovenist mitleri yineledi.
1986’da Bookchin, liberal Siyonist görüşleri savunan ve günümüzün neo-konservatif New York Times köşe yazarlarının söylemini andıran bir yazı yayınladı. Aşağıda tamamı yer alan makale, Hasbara tezlerini analiz etmeden tekrarlamakta, toprağın yerlisi Filistinlilerin yerlerinden edilmesine değinmeden barış çabalarının başarısızlığını komşu Arap ülkelerine ve Arap irredantistlere (kurtarımcılar) bağlamaktadır.
Bookchin makalesinde Araplara karşı önyargılı bir bakış açısını ortaya koymakta, onları doğuştan otoriter, kana susamış ve anti-Semitik eğilimleri olan kişiler olarak tasvir etmektedir. Anti-komünist solun kahramanı, bağımsız Arap uluslarını Ortadoğu’daki gerçek emperyalistler olarak tasvir ederken onları Latin Amerika’nın ABD destekli sağcı askeri cuntalarına benzetmektedir.
Küresel Güney’e yönelik şovenist bakış açısı, Bookchin’in kapitalist sistemin neden olduğu şiddeti durdurmak için önerdiği çözümlerin nihayetinde Burlington, Vermont’ta beyazların çoğunlukta olduğu bir mahalleye taşınmasına ve orta-sınıf anarşist ortaklarıyla topluluk konseyleri kurmasına evrildiğini açıklayabilir. Bu arada Boochin’in hükümeti de, kendisinin “otoriter’’ olarak eleştirdiği çok sayıda Üçüncü Dünya sosyalisti ve komünisti de dahil olmak üzere dünya çapındaki yoksulları bombalamakta ve işkence etmekteydi.
ABD emperyalizmini desteklemekten hoşnut anarşistler
Murray Bookchin’in İsrail sömürgeciliğine verdiği açık destek ve anti-Siyonist solculara yönelttiği sert eleştiriler, ABD emperyalizminin destekçilerini ilericiliğin gerçek şampiyonları olarak göstermeye dünden razı Batılı özgürlükçü sol kesim tarafından sessizce halı altına süpürülmüştür.
Bookchin’in ünü, 2011 yılında Suriye’de uluslararası vekâlet çatışmasının başlamasıyla birlikte daha önce görülmemiş seviyelere yükseldi. PKK ile bağlantılı olan ve Bookchin’in ideolojisinden büyük ölçüde etkilenen Kürt liderliğindeki milis gücü YPG, Halk Koruma Birlikleri, ABD imparatorluğundan büyük destek aldı.
YPG’nin adı, 2015 yılında Pentagon’nun direktifi üzerine Suriye Demokratik Güçleri olarak değiştirilmiştir. Sonuç olarak SDG, Suriye kuzeydoğusunda bir düzineden fazla ABD askeri üssünün kurulmasına müsaade etmiştir.
SDG’nin sözcüsü, 2017 yılında Washington’un askeri varlığını sürdürmedeki stratejik çıkarını gerekçe göstererek Amerikan askerlerinin on yıllar boyunca bölgede kalmaya devam edeceğini vurguladı.
SDG’nin çıkarları gerçekten de stratejikti: ABD işgali altındaki bölgenin Suriye’nin petrol rezervlerinin çoğuna sahip olması ve aynı zamanda ülkenin ekmek kapısı olarak hizmet vermesi gibi…
Bookchin’in anarşist ideolojisinin ABD destekli övünçlü izleyicileri olan bu Kürt nasyonalistleri, Washington’ın taleplerine boyun eğip Suriye’nin tahıl üretimini koz olarak kullanıyor, Şam ile buğday ticareti yapmayı ise reddediyorlar. Bölgedeki stratejik çıkarlarını ekonomi-politik bir araca dönüştürmüş haldeler.
ABD kontrolü altındaki Suriye topraklarının yaklaşık yüzde otuzunu oluşturan bu bölge, ABD destekli Kürt nasyonalistleri tarafından özerk bir bölge olarak nitelendiriliyor. Rojava adını verdikleri bu yer, etnik ve dini çeşitliliğiyle bünyesinde Kürtleri, Ermenileri, Türkmenleri ve Araplarla beraber melez halkları bünyesinde barındırıyor.
Rojava, paradoksal ve ironik bir şekilde, ABD’nin garantörlüğünü yaptığı kapitalist emperyalist sisteme meydan okumaya cüret eden en ufak sosyalizm denemelerine karşı bile uzun zamandır propaganda ile cevap veren ve yok edici savaşları rasyonalize eden tekelci medya dinamikleri tarafından, eşitlikçi bir toplum, ütopik bir sosyal deneymiş gibi pazarlandı.
Batı solunun bazı kesimleri Suriye’deki Kürt grupları fetişize ederken bir tür oryantalist hayranlık sergileyerek onları idolleştirdi. Şaşırtıcı bir şekilde, genellikle sosyalist sola karşı güçlü bir önyargıya sahip olan ana akım gazeteciler bile sürekli olarak YPG’yi ve onun kadın kanadı YPJ’yi romantize eden haberler yaptılar. Bu haberlerde, YPG’nin inanılmaz cesareti, aydınlığı, ilericiliği, demokrasiye bağlılığı ve feminizmi vurgulanıyordu. İlginçtir ki, bu övgüler, söz konusu Kürt güçlerinin ABD ile ittifak kurarak Amerikan birliklerinin Suriye’nin egemenlik alanının önemli bir bölümünü işgal etmesine izin verdiği döneme denk geliyor. Suriye ordusunda ve müttefik milislerde savaşan kadınların da olduğunu belirterek, bu kadınların aşağılayıcı bir şekilde Beşşar Esad’ın kadın savaşçıları olarak tanımlandığını ve Suriye Devlet Başkanı’nın kişisel mallarıymış gibi gösterildiğini söylemek gerekir.
Yazar David Mizner’e göre, küresel sola karşı enformasyon savaşı yürüterek ABD hükümetinin propaganda sözcülüğünü üstlenen ve CIA yalanları ile bilgi kirliliğinin bir aracı olan Voice of America, Washington’un Suriye’deki Kürt müttefiklerine verdiği ilhamlardan ötürü Vermontlu bu anarşistin sırtını sıvazlıyor.
Noam Chomsky ve David Graeber gibi anarşist devlerin, 2018 yılında New York Review of Books’ta ABD imparatorluğuna “SDG’ye askeri desteği sürdürme’’ çağrısında bulunan açık bir mektuba imza atmaları, sözde “özgürlükçü sosyalistlerin” emperyalizme, emperyalistlerin de “özgürlükçü sosyalizme” duydukları saplantıyla açıklanabilir.
Chomsky ve Graeber’in yanı sıra askeri müdahale yanlısı mektubu imzalayanlar arasında ünlü akademisyen Marksist entelektüel David Harvey, Irak Savaşı destekçisi Siyonist Michael Walzer ve hatta liberal feminist aydın ve eski CIA ajanı Gloria Steinem ile beraber Bookchin’in, yaşamını Rojava’ya adayan kızı Debbie Bookchin de vardı.
Murray Bookchin’in Arapları dehümanize eden Siyonist makalesi
Kendisini "özgürlükçü sosyalist" olarak pazarlayan, anti-komünistliğiyle tanınan ve ideolojisiyle ABD emperyalizmine açıkça destek veren bir örgütü etkileyen bu Amerikalı anarşistin daha önce Siyonizm’i ve Orta Doğu'daki emperyalist ajandaları desteklemiş olması beklenmedik bir durum değildir.
Murray Bookchin 4 Mayıs 1986'da yerel gazete Burlington Free Press'te "İsrail'e Yönelik Saldırılar Arap Çatışmasının Uzun Tarihini Görmezden Geliyor" başlıklı bir makale yayımladı.
Makalenin tam metnini bu yazının aşağısında bulabilirsiniz.
Güya radikal bir anarşist aziz tarafından yazılan makale, ana akım şirket medyasının neo-muhafazakâr uzmanlarının retoriği ile birebir örtüşüyor.
Bookchin İsrail'i, geri kalmış bir bölgenin demokrasiyle parlayan bir feneri olarak sunarken Suriye, Libya, İran, Irak ve Mısır gibi ülkeleri eleştiriyor ve onları Doğu despotizminin ışıksız kaleleri olarak şeytanlaştırıyor.
"Yerel basında ortaya çıkan İsrail karşıtı duyarlılığı ve sanal bir denklem olarak Siyonizm’in Arap karşıtı ırkçılıkla eşitlenmesini" kınıyor ve Arapları vahşi barbarlar olarak tasvir ediyor.
Bookchin okuyucuları, “Arap milliyetçiliğinin taraftarlarınca öldürülen Yahudi erkek ve kadınları her zaman hatırlamaya” çağırıyor. İsrail ve sadık müttefiki ABD imparatorluğu tarafından hiçbir zaman samimi bir şekilde sürdürülmeyen barış görüşmelerinin başarısız olmasından da "Arap irredentistleri" sorumlu tutuyor.
Ayrıca, Siyonist milislerin 1947 ve 1948'de Filistin'in yerli nüfusunun büyük çoğunluğunu katlederek etnik temizlik yaptığı ve Arap savaşını başlatan mülteci krizini yaratan Nakba'dan bahsetmeden "ülkenin Arap orduları tarafından işgal edilmesini" kınıyor.
Aslında bu "özgürlükçü sosyalist" idol, Mısır, Suriye ve Ürdün'ü "emperyalist" olarak kınayacak kadar ileri gitmekte ve İsrail'e karşı savaşları olmasaydı bağımsız bir Filistin devletinin çoktan kurulmuş olacağında ısrar etmektedir.
Bookchin'in makalesi gerçekliği ters yüz ediyor; Bookchin, İsrailli sömürgecileri otoriter Arapların "emperyalist" vahşetinin talihsiz kurbanları olarak tasvir ederken, Filistinli milliyetçi lider Yaser Arafat'ı Nazi işbirlikçisi [olduğu söylenen] Kudüs Baş Müftüsü'ne benzetiyor ve Libya'nın Muammer Kaddafi'si ile Suriye'nin Hafız Esad'ını ise Latin Amerika'daki Washington müttefiki sağcı diktatörlerle karşılaştırıyor.
Bookchin aynı zamanda emperyalist propaganda ve yalanları da tekrarlayarak Esad'ın "Şubat 1982'de Hama'da 6.000 ila 10.000 arasında insanı, ülkedeki liderliğine karşı çıkmaya cesaret ettikleri için katlettiğini" iddia ediyor.
Elbette dillendirmediği şey, Hama'daki (Bookchin'in “Kama” diye yanlış yazdığı) bu sözde ayaklanmanın demokrasi ya da özgürlükle hiçbir ilgisi olmadığıdır. Bu ayaklanma, kuzeydeki iyiliksever demokrasi Türkiye tarafından doğrudan desteklenen ve aynı zamanda Amerikan ve İngiliz istihbarat servislerinden de yardım alan şiddet yanlısı mezhepçi Selefi radikaller tarafından yönetilmiştir. Tıpkı 2011'de, Suriye'deki emperyalist deja vu’da olduğu gibi.
Bookchin, Siyonizm’e verdiği sarsılmaz destekle, temel gerçekleri göz ardı etmekte ve bunun yerine "Suriye emperyalizmi" olarak adlandırdığı şeyi eleştirmektedir. Kendini laik ilan eden Hafız Esad ile teokratik eğilimleri olan İsrailli faşist Meir Kahane'yi karşılaştırarak, her ikisinin de kendi dini gruplarının -Alevi ve Yahudi- temsilcisi olduğunu öne sürüyor.
Makalede Bookchin, İsrail'in sömürge projesinin kendi ademi merkeziyetçi toplum vizyonunun bir modeli olmasını istediğini de belirtiyor ve "Yıllarca İsrail ya da Filistin'in İsviçre benzeri bir Yahudi ve Arap konfederasyonuna dönüşebileceğini umdum" diye yazıyor.
Bununla birlikte, anarşist figür Araplara yönelik küçümsemesini gizlemeyi başaramamıştır. Irkçı klişeleri papağan gibi tekrarlayan Bookchin, Arapların Filistin mücadelesini kendi "kültürel sorunları" için bir sis perdesi olarak kullandıkları gerçeğinden yakınıyor.
Murray Bookchin'in makalesinin tamamı aşağıdadır:
İsrail'e Yönelik Saldırılar Arap Çatışmasının Uzun Tarihini Görmezden Geliyor (Murray Bookchin’den)
İsrail politikasının, özellikle Likud hükümetinin Lübnan'ın işgalini organize ettiği dönemde, eleştiriye tabi tutulabilecek pek çok yönü vardır. Bununla birlikte, yerel medyada İsrail karşıtı tavırların büyük bir artış göstermesi ve Siyonizm'in Arap karşıtı ırkçılıkla haksız bir şekilde ilişkilendirilmesi beni güçlü bir kararlılıkla yanıt vermeye zorluyor.
İsrail veya Filistin'in, Yahudiler ve Arapların barış içinde bir arada yaşayabilecekleri ve kendi kültürlerini uyumlu ve yaratıcı bir şekilde besleyebilecekleri İsviçre'ye benzeyen bir konfederasyona dönüşmesi arzusunu uzun zamandır taşıyorum.
Ne yazık ki kaderin farklı bir planı vardı. Filistin'in 1947 tarihli Birleşmiş Milletler kararıyla Yahudi ve Arap devletlerine bölünmesi bir dizi yıkıcı olayla karşılandı. Başta Mısır, Suriye ve iyi hazırlanmış Ürdün "Arap Lejyonu" olmak üzere Arap ordularının ülkeyi işgali, Irak ve diğer Arap ülkeleri tarafından doğrudan ya da dolaylı olarak desteklendi.
Bazı durumlarda, bu askeri güçler, özellikle de onlarla birlikte olan Arap milisler, Yahudi yerleşimlerine yaptıkları saldırılar sırasında hiç esir almadılar. Tipik olarak, şiddetli ve bedel ödeten bir Yahudi direnciyle karşılaşana kadar güzergâhları üzerindeki tüm Yahudi topluluklarını tamamen yok etmeyi hedeflediler.
İşgal ve yol açtığı yıkıcı çatışma, İsrailli Yahudilerin bilincinden silinmesi zor bir endişe ve düşmanlık döngüsü oluşturdu. Çaresizlik ve mantıksızlıkla hareket eden Yahudi aşırılık yanlısı bir grubun, yeni kurulan İsrail silahlı kuvvetleri tarafından durdurulmadan önce benzer bir şekilde karşılık verdiğini kabul etmek çok önemlidir. Ancak, beyaz bayrak çekerek direnişten vazgeçtikten sonra bile Arap milliyetçiliğinin ateşli savunucularının ellerinde trajik bir şekilde hayatlarını kaybeden Yahudileri de göz ardı etmemeliyiz.
Filistin'deki Arap işgallerini lekeleyen ve Yahudilerin "ateşkes görüşmelerinin" değerine ve Arap irredantistlerle yapılacak barış anlaşmalarının öngörülebilirliğine olan güvenini derinden etkileyen bu korkutucu "savaş" modelinden çok az bahsedildiğini gördüm. Gerçekten de, 1948 işgallerinden sonra nihayetinde belirlenen taksim hatları, bugünlerde çok moda olan tabirle "emperyalist" ya da "toprak gaspçısı Siyonistlerin" değil, kanlı bir savaşın - kelimenin tam anlamıyla bir al-ver savaşının - ürünüydü.
Bölünme döneminin Yahudi vatandaş milisleri olan Haganah'ın Arapları mahallelerinde ve kasabalarında kalmaya teşvik etmeye yönelik samimi girişimlerini, örneğin Yafa sokaklarında dolaşan hoparlörlü İsrail araçlarının Arapları savaş koşullarının ve çatışmanın her iki tarafındaki aşırılık yanlılarının yarattığı panik duygularına kapılmamaya çağırdığını da artık duymuyorum.
Önemli sayıda Arap'ın İsrail'de kalmayı tercih etmesi, İsrailli Yahudilerin Müslüman nüfusu ülkeden kovmayı amaçladıkları düşüncesiyle çelişmektedir. Ancak genellikle göz ardı edilen bir gerçek var ki o da Mısır, Suriye ve Ürdün orduları BM tarafından bölünmüş toprakları kendi emperyalist çıkarları için ele geçirmeye çalışmasaydı Filistin'de bir Yahudi devletinin yanı sıra bir Arap devletinin de var olabileceğidir. Dahası, bu girişimleri başarısız olduğunda, bu ülkeler Filistinli mültecileri İsrail ve Batılı müttefikleriyle gelecekteki müzakerelerde pazarlık kozu olarak kullandılar.
Ortadan kaldırılması gereken bir başka efsane daha var: Ortadoğu'daki mevcut istikrarsız durumun kaynağının İsrail-Filistin çatışmaları olduğu; aslında Yahudiler ve Araplar arasındaki ilişkinin "Siyonist hırslar" tarafından zehirlenene kadar "mükemmel" gittiği. Bu düşüncenin beslediği Orta Doğu sorunlarının basitleştirilmiş imajını bir kenara bırakmadan, geçmişteki Yahudi-Arap ilişkilerinin ne ölçüde çarpıtıldığı anlatılamaz.
Arapların Yahudilere yönelik zulmünün, Avrupa'daki kadar şiddetli olmasa da, Müslüman İspanya ve Osmanlı Türkiyesi hariç, uzun bir geçmişe sahip olduğu gerçeğini göz ardı mı etmeliyiz? İkinci Dünya Savaşı öncesi Filistin'e Yahudi yerleşimi sırasında Arapların Yahudilere karşı katliamlar gerçekleştirdiğini ve bunun 1920'lerin sonunda El Halil'deki eski Yahudi cemaatinin yok edilmesine yol açtığını kabul etmek önemlidir. Ayrıca, iki nesil önceki Yasar Arafat'ın selefi olarak görülebilecek olan 1930'lardaki Kudüs Baş Müftüsü'nün açıkça Hitler'e hayranlık duyduğunu ve İkinci Dünya Savaşı sırasında ve hatta öncesinde Filistinli Yahudileri yok etmek için "kutsal savaş" çağrısında bulunduğunu belirtmek gerekir. Son olarak, 1948 yılında Ürdün'ün "Arap Lejyonu" tarafından Kudüs'ün eski Yahudi mahallesinin kasıtlı olarak yıkılması ve Herod Tapınağı'nın Batı Duvarı'nın atlar tarafından kirletilmesi, Yahudiliğin en kutsal mekânına karşı dünya çapında ciddi bir ihlal teşkil etmektedir.
Suriye'nin sözde "başkanı" (Suriye "seçmenlerinin" yüzde 99.97'lik "çoğunluğu" tarafından seçilen) General Hafız Esad'ın Şubat 1982'de Kama'da 6,000 ila 10,000 arasında insanı, ülkeyi yönetmesine karşı çıkmaya cüret ettikleri için katlettiğini unutacak mıyız?
Uluslararası Af Örgütü'nün 1983 yılında Suriye güvenlik güçlerinin işkence ve siyasi cinayetleri de içeren sistematik insan hakları ihlallerine ilişkin yaptığı açıklamanın ardından hiçbir tepki gelmemesi şaşırtıcıdır. Dahası, Suriye emperyalizmine, özellikle de Esad'ın Lübnan, Filistin ve hatta İsrail'i bir Suriye imparatorluğuna dahil etme hırsına ilişkin kaygıların yokluğu endişe vericidir. Her tarafsız Orta Doğu uzmanı, Esad'ın Rabi Kahane'nin radikal "Büyük İsrail" vizyonunun Arap versiyonunu kabul ettiğini bilir ki bu kavram (Büyük İsrail) hem İsrail'de hem de uluslararası alanda saygın Yahudi ve Siyonist gruplar tarafından şiddetle reddedilmektedir.
Miriam Ward'ın 27 Nisan tarihli Vermont Perspective makalesinde belirttiği gibi Orta Doğu'daki temel mesele İsrail'in Filistin topraklarını ele geçirmesi ise, İsrail ve Yahudi sakinleri aniden bölgeden kaybolduğunda bunun olası sonucu ne olur? Suriye'de otoriterlik azalır mı ve Sünni Müslüman çoğunluk, genellikle ülkedeki Alevi Müslüman azınlığı temsil eden General Esad tarafından daha az baskı altında tutulduğunu, istismar ve kontrol edildiğini mi hisseder?
Suudi prensler, ülkelerinin kaynaklarının önemli bir kısmını lüks arabalara, abartılı konutlara, değerli taşlara ve denizaşırı gayrimenkullere harcamaktan kaçınabilir mi? Kendi vatandaşlarına az da olsa özgürlük tanımayı düşünebilirler mi? Etrafları aşırı yoksullukla çevriliyken lüks içinde yaşayan Mısırlı toprak sahipleri, topraklarının bir kısmını yoksul Mısır köylüsüne geri vermeye istekli olurlar mı? Irak, Kürt nüfusuna kendilerini ifade etme özgürlüğü vermeye ve en açık sözlü ve isyankâr azınlık gruplarının gerçek özerklik ve eşitlik taleplerini karşılamaya istekli olur mu?
Son yıllarda bir milyon insanın hayatını kaybetmesine neden olan Irak-İran çatışması bir çözüme kavuşur mu? Albay Kaddafi komşu ülkelere yönelik saldırgan tutumundan ve toprak hırsından vazgeçer mi? Humeyni ve modernite ile Batı kültürüne şiddetle karşı çıkan Müslüman köktendincilik ideolojisi, kadınlara eşit haklar mı sunacak ve İran'ın mevcut teokratik rejimini eleştirenlere ifade özgürlüğü mü verecek?
İsrail'in sürekli saldırıları, dikkatleri Filistin nüfusunun karşı karşıya olduğu temel sorundan uzaklaştırdığı için rahatsız edicidir. Bu ötekileştirilmiş grup, Arap ülkeleri tarafından kendi topraklarında ve daha geniş Orta Doğu bölgesinde temel ekonomik, sosyal ve kültürel zorlukları maskelemek için istismar edilmektedir. İsrailliler ve Filistinliler arasında adil bir çözüme ulaşılması, her iki toplumun da barış içinde bir arada yaşayabilmesini sağlamak, tarihi şikâyetleri ele almak ve olumlu bir ilişkiyi teşvik etmek için zorunludur.
Bu çözümün ne olacağından emin değilim. Ancak bu çözüme, yelpazenin bir ucunda iki halk arasında barışı müzakere etmeye çalışan bağımsız düşünceli Arap belediye başkanlarına karşı FKÖ bağlantılı terör eylemleriyle ya da diğer ucunda Filistinlileri topraklarından ve topluluklarından sürmeye çalışan Haham Kahane gibi delilerle ulaşılamayacağı kesin.
Çözüm ne kadar önemli olursa olsun, İsrailliler ve Filistinliler arasındaki karmaşık ve trajik çatışmaların ortasında, manipülatif politikacılar, zengin toprak sahipleri, güçlü petrol patronları, otoriter askeri rejimler, aşırılık yanlısı dini liderler ve saldırgan emperyalist güçler tarafından temsil edilen Orta Doğu'daki temel sorunu göz ardı etmemek gerekir.
Bu bağlam göz önünde bulundurulduğunda, iki grubun farklılıklardan çok ortak çıkarları paylaştığını akılda tutmak önemlidir. Latin Amerika'daki askeri diktatörlüklerle ilgili haklı endişelerini dile getiren yurttaşların, Albay Kaddafi'den General Esad'a kadar Orta Doğu'da karşılaştıkları çarpıcı benzerlikleri kabul etmeleri kayda değer bir siyasi özerklik göstergesi olacaktır.(Ben Norton/Geopoliticaleconomy-Çeviri: Medya Şafak)