Yahudi büyük sermayesiyle palazlanan Siyonist İsrail…
"İsrail büyük sermayenin ileri karakoludur ve fıtratı bu role pek uygundur. Haletiruhiyesi Avrupa’nın antisemitizmi ile oluşturulmuş bu devlet, kendi ezilmişliklerinden yepyeni bir ırkçılık türü yaratmayı başarmıştır. Adına Siyonizm diyoruz."
Siyasal iktisat bir bilim midir? Soruyu olumlu yanıtlamak için, bu bilimin “nesnesiyle” ilgili olması, en azından belli tanımlar getirmiş olması gerekir. Banka yorumculuğu, borsa simsarlığı arasına sıkışmış ve “işe yarar” bir meslek olmanın ötesine geçememesi daha gelişim aşamasının başında ortaya atılmış bu soruyu yeniden sormamız için yeter nedendir. Siyasal iktisat, içinde geliştiği toplum biçiminin çok fazla iktisadi olmasıyla çelişkili bir biçimde, bu toplumdaki iktisadi süreçle en az ilgili olan bir disiplin olma özelliğini sürdürüyor. Hatta onun bir felsefe, bir sosyolojiden çok psikolojiye yaklaştığını söylemek de mümkün. Hal böyleyken, bu işi meslek seçmiş olanların gökte uçan kuşla borsadaki hareketlilik arasında bağ kurmaya çalışmasına bakarak bir başarı saptamak mümkün değildir. Elbette bu hokkabazlıkların bir amacı var, ancak amaç, yalnız başına onu bir disiplin haline getirmeye yetmiyor.
İşe yaramadığını iddia etmiyoruz, tam tersini gösteren işaretler var: İktisatçı Arthur Cecil Pigou, hocası Marshall’ı şöyle övüyor: “Marshall, iktisat biliminin, ne entelektüel jimnastik, ne de kendi içinde bir amaç olarak gerçeği bulma aracı değil, ahlakın hizmetkârı ve pratiğin uşağı olarak değerli olduğu inancına sıkı sıkıya bağlı kalarak, kendi çalışmalarını bir ideal doğrultusunda sürdürmeye kararlı bir biçimde davrandı.” Bilimimiz en özlü tanımı Pigou’nun övgüsünde buluyor: ahlakın hizmetkârı ve pratiğin uşağı. Üstlenilen rol buysa, bugün boş matematik formülleri ve laf cambazlıkları içinde boğulmuş olmasına şaşırmamalıyız. Bu sonuç, ahlakın hizmetkârı ve pratiğin uşağı olmanın bir bedelidir.
Siyasal iktisat, daha yolun başında, dinamik ve tarihsel süreci atlayıp, salt bir teorik model olmaya doğru yöneldiğinde, hizmetkârlık rolünü gerçeğin arayıcılığına tercih ettiğinin işaretlerini vermişti. Şimdi ortada bir dolu formül var; bir bütün olarak kapitalist üretim tarzının sırrını örten bu formüller irrasyoneldir, sermayedarın günlük işlerini yürüttüğü hayali biçimlerin dogmatik bir yorumudur. Siyasal iktisat, bu mantıksızlığa, bu tepetaklak âleme mantık yüklemek gibi bir ikiyüzlülükle maluldür. Bir bilim olarak kutsanmıştır, vardır, geçerlidir, çünkü belli bir sınıfın çıkarına hizmet etmektedir. İktisat, varlığını, toplumsal geçerliliğine borçludur.
Gerçekliğin kaba bir tezahürünü veren bu formüller, bize, toplumsal ilişkilerin, iktisadın diline çevrilmiş ve az çok akılcılaştırılmış ipuçlarını verir. Bu sürecin, üretim -tüketim-bölüşüm-mübadele, toplumsal ilişkilerden soyutlanmış olarak kavranması ve teknik bir süreç olarak tanımlanması, gerçekte ekonomiye tabi toplum durumunun bir yansımasıdır. Marx’ın belirttiği gibi burada, “…sermaye, emek ilişkisinin yeniden üretimi ve yeniden üretimi, üretim ve değerleme sürecinin başlıca sonucu olarak görünmektedir. (Oysa) Bu toplumsal ilişki, bu üretim ilişkisi, gerçekte sürecin maddi sonuçlarından çok daha önemli bir ürünüdür.”Bu süreçte işçi kendini emek kapasitesi olarak, karşıtını da sermaye olarak üretmekte, kapitalist de kendini sermaye olarak ve karşıtını canlı emek kapasitesi olarak üretmektedir. Her biri kendini yeniden üretirken, kendi olumsuzlamasını da yeniden üretmektedir. Kapitalist, emeği yabancılaşmış emek olarak üretmekte; emek de, ürününü yabancı ürün olarak üretmektedir. Piyasa toplumundaki haliyle, kapitalist işçiyi, işçi de kapitalisti üretmektedir. Bu durumda, “Herkes kendi hesabına çalıştığına ve ürettiği nesne kendisi için hiçbir anlam ifade etmediğine göre mübadele bir zorunluluktur.” Birey, burada toplumsal güce bir nesne biçiminde sahip olur, nesnelere bağımlılığa dayalı kişisel bağımsızlık, burjuva özgürlüğünün alamet-i farikasıdır.
Nesnelere bu bağımlılık, mülkiyet aracılığıyla kurulmuş başka bir nesneleşme ile koşullanmıştır: “Emek, toprak, sermaye arasındaki ilişki, iktisadın ele aldığı gibi şeyler arasındaki ilişki değil, düpedüz insanlar arasındaki, toprak sahibi, sermayedar ve emekçi arasındaki ilişkidir. İktisat, bu şeyleşmenin altında yatan nedenleri araştırmak yerine, onu kendisine tartışılmaz bir sonuç olarak alır.” Siyasal iktisadın, oluş aşamasında, ortaya attığı emek değer kuramı, bu ters yüz edilmiş ilişkide yaratıcı yana vurgu yapmayı sürdürmektedir. Ancak bu da çok çabuk terk edilmiştir, üstü örtülmüştür. Örneğin, Ayşe Buğra, 19. yüzyıl sonunda, nesnel emek-değer kuramı yerini öznel fayda kuramına bırakırken, iktisadın yalnızca maddi zenginlikle ilgili bir disiplin olmaktan çıkıp, genel bir seçim kuramına dönüştüğüne dikkat çekiyor. Doğal olarak, toplumsal gücünü nesnelere devretmiş “bencil ve rasyonel” bireyler bu kuramın en önemli varsayımı haline geliyor. Rasyonel, çünkü faaliyetlerinde en çok faydayı ve kârı sağlamak üzere en uygun araçları seçmekten başka bir şey düşünmüyor. Bencil, çünkü devinmesinin tek nedeni kişisel çıkarıdır. Ancak piyasa toplumu şartlarında hayal edilebilecek olan “homo ekonomikus” böyle ortaya çıkıyor.
Yani iktisat, değerin kaynağını nesnelerin içerdikleri emek miktarında değil, onları kullanan bireylerin değerlendirmelerinde ve psikolojisinde aramaktadır artık. Sadık hizmetkârın korkusudur bu. Bilimin gerçeği artık onun efendisine hizmet etmemektedir çünkü. İktisatçı William Stanley Jevons, bu bilimin evrimine damgasını vuran korkuyu şöyle anlatıyor: “Sayıları gittikçe artan ve örgütlenen işçi sınıfı siyasal ve ekonomik özgürlüğümüzün gelişmesini durdurmaya yönelebilir. Bu yüzden emeğin hiçbir biçimde değer yaratmadığını ortaya koyan bir kavram geliştirmeliyiz.”
İktisadın dili ve para
Bununla birlikte iktisat bir dildir. Dağıtıldıktan sonra, iktisadın gereklerine göre yeniden organize edilmiş iktisadi bir toplumun dilidir iktisat. Bu toplum tepetaklak bir toplum olduğu için iktisat da tepetaklaktır. Bu toplum üretim sürecinin bir türevi haline getirildiği için, toplumbilimden ayrılmış bir iktisattan söz edebiliyoruz. Bağımsızlığı, tıpkı emeğin yaratıcı insandan, toprağın toprak sahibinden, sermayenin sermayedardan ayrışması gibidir. Öyleyse her iktisat eleştirisi, ona bağımlılığını hatırlatmalıdır. Toplumdan ayrı bir iktisat imkânsızdır, dediğimiz budur.
Demek ki daha başında, işe, tersyüz edilmiş ve şeyleştirilmiş insan ilişkileri ile başlıyoruz; yabancılaşmanın, bu tersyüz edilmiş ilişkilerin bir türevi olduğu tezinden yola çıkıyoruz. İlk yabancılaşma şudur; üretim insan için olmaktan çıkarılmış, üretim üretim için yapılır hale gelmiştir. İkincisi, sermayedar ne üretirse üretsin, asıl amacı onu paraya çevirmektir, paradır. Paraya çevrilmediği sürece bu üretim düzeni kendini tamamlayamamakta, eksik kalmaktadır. Süreç parada somutlandığı için, toplumun bütün üretken güçleri paranın gücüymüş gibi görünmektedir.
Daha başında üretimi gerçekleştirmek için paranın aracılığına ihtiyaç duyulduğundan, kendisi de bizzat bir meta olan para büsbütün sihirli bir hal almaktadır. Artık basit bir değişim aracı değildir; o bütün mülkiyetin temsilcisi, bütün üretimin toplumsal özü, mübadele değerinin cisimleşmiş biçimi olarak başlı başına bir amaç haline gelmiştir. “Somut, elle tutulur bir nesne olarak para, keyfi bir biçimde aranabilir, bulunabilir, çalınabilir, keşfedilebilir ve genel zenginlik böylece elle tutulur bir biçimde bireyin mülkiyetine geçmiş olur. Para salt dolaşım aracı biçiminde iken oynadığı uşak rolünden aniden çıkıp, metalar dünyasının efendisi ve Allah’ı kesilivermiştir. Dünyevi metaların, ‘öbür dünyadaki karşılığı’ haline gelmiştir… Bu tıpkı özel bir taşı (Büyücü ve simyacıların ünlü filozof taşı) bulmamın, bana, benim bireysel kimliğimden tümüyle bağımsız olarak, tüm bilimlerin sırrını kazandırması gibi bir şeydir. Para sahibi olmakla benim toplumsal zenginlik karşısında edindiğim konum, ‘filozof taşının’ bilimler karşısında bana sağlayacağı konumun aynısıdır.” Basit bir mal hırsı değildir bu, başlı başına soyut zenginlik hırsıdır. “Para, o halde zenginlik hırsının sadece hedefi değil, aynı zamanda yaratıcısı, kaynağıdır.” Toplumsal gücün bir nesne halinde cisimleşmesi, bir nesne parçasının başlı başına toplumsal amaç haline gelmesidir. “Toplumsal güç -tesadüfen bulunabilen, çalınabilen, biriktirilebilen- bir nesne haline geldiği anda, kendisine gücünü veren toplumsal temelden bağını koparmış demektir.”
Para tanrının gücü ve güçsüzlüğü bu soyutluğundadır; bir yandan kendi içinde bir güçtür ve gücünün sınırı yokmuş gibi görünmektedir. Öte yandan bir yanılsama, insanın kendi yarattığı ve kendisinin karşısına diktiği bir hayalet olduğu apaçık ortadadır. “Toplumsal gücün elle tutulur biçimi olduğu varsayılıp biriktirilirse, cimrinin yastığına doldurduğu paralar gibi, hiçbir toplumsal anlam ifade etmeyen nesne parçalarına dönüştüğü görülecektir. Tüm toplumsal değerlerin genel temsilcisi olarak, onları elde etmenin asli aracı olduğu varsayılıp tüketilirse, genel bir tüketim hırsına dönüşüp, toplumsal değerlerin asıl kaynağı olan üretimi, emeği saf dışı ederek, sonuçta kendi varlığının temelini yok edecektir. Nihayet, üretimde paralel bir artışa bağlı olmaksızın başlı başına bir amaç olarak arttırılırsa, satın alma gücünü yitirerek toplumun ve özellikle toplumdaki para sahibi kesimlerin yıkımına yol açacaktır.” Öyle bir şeyle karşı karşıyayız ki, bir yandan büyük güç olmasına karşılık elde tutulamıyor, biriktirilemiyor, sonuna kadar tüketilemiyor, arttırılamıyor. Ama öte yandan hareket ettiği sürece, sürekli güçleniyor, büyüyor ve yeni hareketler talep ediyor. Ona sahip olduğunuzda bile parmaklarınızın arasından hiçbir iz bırakmadan geçip gidiyor. Örneği var:eni dünyada paraya benzer ne varsa bulup getiren İspanyollar yoksullaşırken, onu İspanyollardan almak için çalışan toplumlar zenginleşmişlerdi. O zamanlar para hâlâ o eski biçimini korumaktaydı: Para da tanrı da hepimizi zenginleştirebilir; ama yeterince çalışmak şartıyla.
Soyut olan sadece para değildir. Kapitalist gelişimin tarihi aynı zamanda onun toplumsal ilişkilerden soyutlanmasının da tarihidir. Nasıl toplumun üretici güçleri; emek, toprak, sermaye biçiminde nesnelerin güçleri haline gelmişse, nesnelerin güçleri de paranın gücü haline gelmiştir. “Toplumsal gücün elle tutulabilir biçimi olarak para” eğer “toplumsal güçten ayrılabiliyor”sa, üretim sürecinin bir parçası olması gereken sermayenin de “mali sermaye” olmasında da bir engel yoktur. Harry Samuel Magdoff, bunun fiili sonucunu şöyle özetliyor: “Müteveffa Profesör Schumpeter bir keresinde para piyasasının, kapitalist sistemin karargâhı olduğunu söylemişti. ABD’nin kapitalist dünyanın lideri haline gelmesinin, New York şehrinin uluslararası finansın tartışılmaz merkezi haline gelmesine ve ABD dolarının kapitalist dünyanın uluslararası parası haline gelmesine rastlaması, hiç şüphesiz ki, bu anlamdadır.” Demek ki, paranın gücü, onun ne kadar hızlı ve ne kadar geniş bir alanda hareket ettiğine bağlıdır. Kapitalist emperyalizmin yeni istila ordusudur bu; gittiği her yeri talan ederek, yakıp yıkarak işgal etmektedir. New York, İkinci Savaştan sonra büyümüştü, çünkü savaşı finanse etmişti. Hâlâ büyüyordu çünkü barışı da finanse ediyordu.
Haliyle, para, daha çok bu merkezlerde, bağımsız bir güç durumuna yükseliyor, böylece meta üretimi, önemini yitiriyor, kârların büyük bir kısmı para oyunları yapan simsarlara akıyordu. Böylece para, sahibine, üretim sürecine bizzat girmeden üretimden en büyük payı alma olanağı veriyordu.
İlk emperyalist merkez -Londra- “bütün dünyanın atölyesi iken”, yeni emperyalist merkez -New York- “bütün dünyanın bankası”ydı. Lenin’in deyişiyle, serbest rekabetin tam olarak hüküm sürdüğü eski kapitalizmin ayırt edici niteliği meta ihracıyken tekellerin hüküm sürdüğü yeni kapitalizmin ayırt edici niteliği sermaye ihracıydı. Dolaşımın üretime galebe çalmasını sağlayan süreç, yalnızca bir mübadele aracı olarak görünen paranın da bütün sürece galebe çalmasına neden olmuştu. Para, bu sürecin özetiydi; devredilmiş, şeyleştirilmiş toplumsal güçlerinin temsilcisiydi.
Haliyle daha hızlı ve daha geniş bir coğrafyada hareket isteği onun doğasındandır. Nasıl meta ihracı, diğer ülkelerdeki meta üretimini tahrip ederek ilerlemişse, para da diğer ülkelerdeki parayı tahrip ederek ilerler. “Gelişmekte olan ülkelerdeki geçim masrafları ile gelişmiş ülkelerdeki geçim masrafları arasında kayda değer farklılıklar bulunmasına karşın, (yapısal uyum programı altında) ticaret liberalizasyonu ve yurtiçi mal piyasalarının kuralsızlaştırılması ile bütünleşen devalüasyon, yurtiçindeki fiyatların ‘dolarizasyon’una yol açtı. Temel gıda ürünlerinin yurtiçi fiyatları giderek dünya piyasalarındaki düzeylerine çıkarıldı. Bu yeni dünya ekonomik düzeni, mal fiyatlarının ve tam olarak bütünleşmiş bir dünya mal piyasasına dayanmasına karşın, iki farklı ‘emek piyasası’ arasında giderek tam bir su geçirmezlik durumu yaratıyor. Bir başka deyişle, söz konusu küresel ekonomik sistemin ayırt edici özelliği, zengin ve yoksul ülkelerin ücret ve emek maliyeti yapılarındaki ikilik. Fiyatlar tekleştirilir ve dünya düzeyine yükseltilirken, Üçüncü Dünya ve Doğu Avrupa’daki ücretler (ve emek maliyetleri) OECD ülkelerindekinden 70 kat düşük durumda.” Aynı kaynağa göre, döviz işlemlerinin günlük hacmi 1 trilyon düzeyinde ve bu miktarın yalnızca yüzde 15’i gerçek mal ticaretine ve sermaye hareketlerine tekabül ediyor. Bu küresel mali ağ içinde para, bankacılık merkezleri arasında, görünmez elektronik transferler sayesinde çok yüksek bir hızla hareket ediyor. Yani, bankalar arasında dolaşan paranın sahiplerinin tamamı “saygıdeğer” bankacılardan ibaret değil. Örneğin mafya bu sürecin gerçek temsilcileri olarak ortaya çıkıyor ve mali sermayenin egemenliği düzenin mafyalaşması anlamına geliyor. Bu soyut zenginliğin inanılmaz hızlarla büyümesi, emperyalist merkezlerde yoğunlaşmış bir avuç süper ailenin dünyanın bütününü kontrol etmesine neden oluyor.
Haute Finance’ın Büyücüleri
Paranın bağımsızlaşması, yeni bir yüksek sınıfın, mali oligarşinin oluşmasının da nedenidir. Bu sınıfın tarih sahnesine çıkması 19. yüzyıldadır. Karl Polanyi, hanedanların ve piskoposların yerini uluslararası bankacılar çevresinin oluşturduğu bu “yüksek maliye” sınıfını (haute finance) şöyle anlatıyor; “Rothschildler hiçbir hükümete tabi değillerdi; bir aile olarak soyut enternasyonalizm ilkesini benimsemişlerdi; bağlılıkları bir şirketeydi, kredisi, hükümetlerle hızla büyüyen dünya ekonomisi içinde sanayiye yönelik çabalar arasındaki tek uluslarüstü bağı oluşturan bir şirkete. Son tahlilde, bağımsızlıkları çağın hem devlet adamlarının hem de uluslararası yatırımcıların güvenini kazanmış özerk bir aracıya duyduğu ihtiyaçtan kaynaklanıyordu; Avrupa başşehirlerine yerleşmiş Yahudi banker hanedanlarının metafizik mekânsızlıklarının neredeyse kusursuz bir biçimde karşıladıkları işte bu hayali ihtiyaçtı. Barışseverlikten başka her şey atfedilebilirdi onlara; servetlerini savaş finansmanından elde etmişlerdi; ahlak kuralları onlara işlemezdi; önemsiz, kısa, yerel savaşlara hiçbir itirazları yoktu. Ama büyük devletler arasındaki yaygın bir savaşın sistemin parasal temellerini etkilemesi durumunda işlerinin bozulacağı açıktı.” Rothschildler Avrupa iç savaşını finanse ederek büyümüşlerdi ve mali sermayenin ilk tezahürleriydi. Polanyi, “Örgütsel olarak, yüksek maliye insanlık tarihinin ürettiği en karmaşık kurumlardan birinin çekirdeğiydi. Sanayi ve ticarete yönelik insan çabaları bütünün bir çeşit kopyasını oluşturuyordu” diyor.
Tabii, bu gelişmenin-paranın bağımsızlaşmasının- neden özellikle Yahudi kökenli sermayedarların öne çıkmasına sebep olduğunu bilmiyoruz. Yahudi bezirgânlar yurtsuzdu, bağlılıkları zayıftı, haliyle dünyanın bütününü bir pazar olarak görme eğilimindeydiler ve daha tarihlerinin ilk aşamasında başkaları için aşılmaz görünen sınırları aşmayı becermişlerdi… Cevaplardan biri budur. Polanyi’nin, “yüksek maliye” sınıfına örnek olarak Yahudi Rothschild ailesini vermesi rastlantı değildi haliyle. Zaten gezgindiler ve dünyanın her yerinde yeni fırsatlar yakalama şansına her zaman sahiptiler: “Yahudiler, İngiltere’nin muhtemelen ilk bankerleriydi. Kredi sisteminin gelişmesiyle birlikte, refahın yaratılması yolunda Yahudilerin en büyük katkısı kağıt tahvillerin halk tarafından benimsenmesini sağlamak oldu. Bütün dünyayı bir tek büyük piyasa olarak gördüklerinden, tahvil kullanımını güvende oldukları yerler kadar riskte oldukları yerlerde de hızlandırdılar. Gurbetteki Yahudilerin onlara verdiği global perspektif öncü olmalarını sağladı… Ülkesi olmayan bir ırk için, dünyanın her köşesi kendi evi sayılıyor… Yahudilerin mali ve ticari faaliyetleri 18. yüzyılda o kadar gelişti ki, bazı iktisat tarihçilerinin ifadesiyle ‘insan onları kapitalist gücün lokomotifi gibi’ görüyordu.”Kapitalizmin bir “Yahudi icadı” olarak görülmesinin arkasında işte bu “köksüzlük” vardır.
“Yahudi Tarihi”nde Alman sosyolog Werner Sombart’ın ilginç bir tezinden söz ediliyor. Buna göre, Yahudiler Avrupa’da esnaf birliklerinden ihraç edildiklerinden, Orta çağın ticaret kurallarına karşı derin ve yıkıcı bir antipati geliştirmiş ve onu ortadan kaldırarak, yerine rekabetin sınırsız olduğu, müşteriyi memnun etmenin tek geçerli kanun olduğu kapitalizmi yerleştirmişlerdi. Tabii, kapitalizmi bezirgân Yahudilerin icat ettiği tezini ciddiye alamayız. Ancak kapitalizmin Yahudi için avantajlı koşullar yarattığı kuşkusuzdur. Yahudilerin, Batıda, gelenekleri yıkıp, bütün ticari ilişkilerin “rasyonelleştirilmesi”nde önemli roller oynadıkları kesindir. Polanyi’nin, “ahlak kuralları onlara işlemezdi” derken kastettiği budur. Tek kuralın kâr olduğu sistem, başlangıçta büyük ölçüde Yahudi bezirgân ahlakının üzerine oturuyor gibi görülüyordu. Çünkü kapitalizmin yolunu yıkarak açtığı henüz fark edilmemişti. Zaten bu gelişmeden rahatsız olan herkes kapitalizme değil Yahudi bezirgânlara bakıyordu. Haliyle kapitalizmden duyulan kuşku ve tepki Yahudiler üzerinden ifade ediliyordu. Halbuki her şey kapitalizmin doğasına ve tarihine uygundu; Yahudilerin doğuştan gelen ayrıcalıkları yoktu, aristokrat değillerdi, ayrıca hemen her yerde ayrımcılığa uğruyorlardı, onlar da paranın izinden giderek ayrıcalıklı bir sınıf haline geldiler. Bu sadece Yahudi zenginlerin değil bütün burjuva tarihinin özetidir.
Önde gelen Yahudi aileler burjuva olmaya doğru kararlı adımlarla ilerliyordu. Örneğin Rothschild ailesinin yükselişi, neredeyse başlı başına bir yüksek finans öyküsüydü. Ticaret gelişmek için uygun bir ortam bulmuştu. Paraların istikrarının ve mevduat sahiplerinin güveninin artması ülkeler arasında ticarete daha güçlü bir temel sağlıyordu. Artık parasını sınır ötesine taşımak isteyen bir kimse için daha geniş bir hareket alanı vardı. Tacirlere pamuk ve yünün bedelini satmadan önce ödeme olanağı açılmıştı. Ne var ki bu işler güvenilir şebekelere, hızlı haberleşmeye bağlıydı. Banka sisteminin henüz gelişmediği böylesi bir ortam, değişik şehirlerde güçlü bağlantıları olan aileler için büyük bir avantajdı.
Gerisi bir kaynakta şöyle anlatılıyor: “Frankfurt’da 18. yüzyılın ortasında Mayer Amschel Rothschild bu süreci daha da ileri götürdü. Dokuma ve nakit üzerinde iş yapmaya başladı; askerlerini başkalarına kiralayarak servetini arttıran mahallin hükümdarı, korkunç zengin Hesse-Cassel’den Landgrave’in para-değiştirme ve iskonto senetlerini de ticaretinin kapsamına aldı. Rothschild beş çocuğunu Avrupa’nın para merkezlerine gönderdi -Paris, Viyana, Napoli, Londra ve Frankfurt- ve böylece uluslararası bir bankacılık kurumunu beş ok işareti altında kurdu. Napolyon, Hesse-Cassel’i işgal ettiğinde, Landgrave Danimarka’ya kaçtı ve Rothschild efendisinin servetini yatırarak ve Napolyon savaşlarında ablukadan ve kıtlıklardan yararlanarak, ödünç vererek, sınır dışına para aktararak korkunç kazançlar sağladı… Avrupa kıtasının karmakarışık durumunda Rothschildler kendi uluslarüstü istihbarat şebekesini kurdular: hızlı posta gemileriyle, ajanlarla, posta güvercinleri ve kuryelerle. Öyle ki Waterloo zaferinin haberini ilk önce onlar aldılar. Barışın dönüşü ile Rothschildlerin para gücü ezici olmuştu. Matternich’in sekreteri Gentz ‘Şu bayağı ve cahil Yahudiler şimdi Avrupa’nın en zengin milleti oldular’ diyordu. Avrupa’nın hızla gelişen başkentlerinde, beş kardeşler kısa zamanda süratleri ve uluslararası istihbaratları sayesinde kelli felli özel bankacıların yıldızlarını söndürdüler; demiryollarına, sigorta kumpanyalarına ve yabancı projelere para yetiştirdiler. Londra’da hâlâ Alman şivesi ile konuşan, Rothschild’in iri kıyım gölgesi, borsada hep yeğlediği sütunun altında, Avrupa’nın bankacılarının öncüsü, siyaset ve paranın etkileşimini herkesten daha iyi kavrayan kişi olarak kabul ediliyordu. Yeni burjuva servetin sürek avında Rothschildler uluslararası kapitalizmin ustaları sayılıyorlardı; kendisi de bir bankacının oğlu olan şair-filozof Heinrich Heine ‘Para tanrıdır, peygamberi de Rothschild’ demişti.” Para tanrı olunca onun peygamberinin bir Yahudi olması kaçınılmazdı. Burjuva mesleği bir Yahudi mesleğiydi artık. Bunun tarihsel bir nedeni var; “soylu” olamadıkları için toprak sahibi de olamıyorlardı. Onların bu sınırlılığı aşmasının tek yolu burjuvalara dönüşmeleriydi. Paranın izinden gittiler.
Bezirgânlık, soylular dünyası için lanetli, utanç verici bir işti. Batı’da bir malın duruma göre farklı fiyatlandırılması bile çok sert tepkilerle karşılaşıyordu. Oysa gezgin Yahudi bezirgânlar, duruma ve konuma göre bunun rahatça değiştirilebileceğini biliyordu. “…daha yüksek bir ciro karşılığında daha küçük kârlara razıydılar. Buna bağlı olarak fiyatları düşürmek için büyük çaba sarf ettiler. Kodaman tüccarların aksine, kalitesi daha düşük ve ucuz bir ürünü halk piyasasına sürmeyi tercih ediyorlardı… Yahudilerin fiyat kırma kabiliyeti birçok yoruma ve öfkeye yol açtı: Hatta hacizli malların ticaretini yapmakla suçlandılar. Aslında rasyonelleşmeye dahil bir davranıştı, Yahudiler elde kalanlarla ticaret yapmaya hazırdılar ve atılacak ürünler için kullanım sahaları bulmayı başardılar. Daha ucuz hammaddeleri ve sentetik maddeleri kabul ediyorlardı. Fakirlere düşük kaliteli mal satıyorlardı, zaten fakirlerin alım gücü de ancak onları karşılayabiliyordu. Bugünkü adıyla market diyebileceğimiz büyük dükkânlar açarak, çok çeşitli malları aynı çatının altında satıyorlardı. Bu tarz, klasik tüccarları öfkelendiriyordu.” Dolayısıyla Yahudiler sayılarıyla orantısız bir biçimde, modern kapitalizmin yaratılmasına büyük katkıda bulunuyorlardı. Bankerliğin ve finansın, büyük ölçüde bir Yahudi uğraşı olarak ortaya çıkması onların bu rolleriyle yakından ilgiliydi.
Ticarette oynadıkları bu rol kabuklarını kırmalarını kolaylaştırmıştı. Viyana Yahudileri 18. yüzyılda geleneksel yerleşim yerleri dışında ikamet edebilme, ticaret ve sanayide serbestçe çalışabilme, çocuklarını devlet okullarına gönderebilme, özel kıyafetler giymeye zorlanmama gibi daha önce sahip olmadıkları pek çok yeni haklar elde etmişlerdi. Benzer şekilde Fransa millet meclisi, 1791’de, Yahudilere serbestlik tanıyarak, onlara eşit haklar vermişti. Napolyon’un 1804’te imparatorluğunu ilan etmesinin ardından, bütün vatandaşların her türlü ticaret yapabilmesini teminat altına alırken, 1807’de Yahudilere yönelik yayınladığı vatandaşlık fermanında onlara, millilikten vazgeçmeleri şartıyla, eşit vatandaşlık hakkı tanımıştı. Yahudiler kendilerine tanınan hak ve özgürlüklere karşılık Fransız Yahudilerinin de sadık Fransız vatandaşı oldukları tezini ortaya atmıştı.
Yahudilerin Almanya’da vatandaşlık hakkını elde etmesi için 1870’li yıllara kadar beklemesi gerekmişti. Yahudilere yönelik, evlilik, iskân, meslek edinme ve seçme hakkı gibi konularda var olan kısıtlamalar ancak o tarihten sonra kaldırılacaktı.
Getto hayatından kurtulan, eğitim-öğretim başta olmak yeni haklar edinen Avrupa Yahudi topluluklarının bu gelişmelere karşılık vermesi gecikmemiş, “Haskala” olarak adlandırılan yeni bir akım ortaya çıkarmıştı. Bu “Yahudi Aydınlaması”dı. Yahudiler laik okullar kurmuş veya çocuklarını devlet okullarına göndermeye başlamışlardı. Almanya’da zengin Yahudiler, çocuklarının Almanca ve Fransızca öğrenmesini teşvik ediyorlardı. Bu diller, Yahudi bölgelerinde seçkin sınıfın dili olmuştu. Bunlar Yahudi milliyetçiliği gelişmeden önce, Haskala’dan esinlenen geniş bir okur-yazar burjuva bir orta sınıfın oluşmasına yardım etmiştir. Yahudilerin toprak mülkiyetinden ve loncadan dışlanmalarının bir sonucu olarak gelişen tüccar yeteneklerini sanayi devrimi yoluyla daha ilerletmiştir. Kapitalist üretim şeklinden kaynaklanan ekonomik gelişmeler, Yahudi grupların tüccar olarak ekonomide daha da aktif rol oynamalarını sağlamıştır. Diğer bir deyişle, “tarihin ilginç bir ironisiyle, yüzyıllardır süren ekonomik ayrımcılığın düşmanca evrimi, Yahudileri şimdi yeni kapitalist çağda önemli bir rol oynamak üzere stratejik bir konuma getirmişti.” Tarımdan ve pek çok zanaattan mütemadiyen dışlanmaları ve dolayısıyla kısmen zorunlu, kısmen gönüllü olarak özellikle ticaret olmak üzere şehir hayatına ilişkin meslekler üzerine yoğunlaşmaları, yeni dönemin en etkili girişimcilerinden bazılarının Yahudiler arasından çıkmasını sağlamıştır.
Sadece yüksek zenginler değil, onun altında yaygın bir eğitimli Yahudi kuşağı ortaya çıkmıştı. Tefecilik ve yatırımcılık mesleği, karmaşık modern bankacılık ve ticari işlemler, borsacılık giderek bir Yahudi mesleğine dönüşüyordu. Haliyle, “ekonomi” üzerine ilk teoriler de Yahudi aydınları tarafından ortaya atılıyordu. Örneğin David Ricardo, Hollanda asıllı Yahudi bir ailenin çocuğuydu. Hollanda’daki kısa bir eğitim döneminden sonra, 14 yaşında, borsa simsarı olan babasından banka ve kambiyo işlerinin inceliklerini öğrenmeye başlamıştı. Ayrıca bir dönem East India Company’de çalışmıştı. Teorisi, pratiğinden kaynaklanıyordu.
Bu özel durumları nedeniyle piyasa toplumuna çok hızlı uyum sağlamışlardı. Yahudiler bu yeni düzeni her yerde hızla kabul ediyor ve yayıyordu, çünkü onlara başka çıkar yol bırakılmamıştı. Özgür değillerdi, özgür olmak için Yahudileştirdiler. Doğuştan gelen ayrıcalıkların yerine paranın ayrıcalığını geçirerek özgürleştiler. Toplum Yahudi’yi kabul etmiyordu, Yahudi de kendi toplumunu, kendini dışlayan toplumu dağıtarak kurdu. Sanayi devrimi, hemen her yerde eski toplumu dağıtıyordu ancak yıkılanın yerini neyin alacağı konusunda da açık bir fikir gelişmemişti. Yeni düzen müthiş bir düşkünlük ve müthiş bir servet birikimiyle birlikte geldi. Yahudi “özgürleşiyordu” ama dünya korkunç bir kölelik zincirine takılıp kaldı. Değişimdi, devrimdi, yıkımdı ve tarifsiz acılardı bu. İnsanlar köklerinden koparılıyor, en zalim yöntemlerle kentlerin varoşlarına fırlatılıyordu. Toprak binlerce yıldan sonra onları beslemeyi reddediyordu. İnsanlar toplumsal kimliklerinden soyunuyorlar; birer alıcı ve satıcı haline gelmek için dönüşüyorlardı. Özgürlük bekliyorlardı, köleliğin en ürkütücü biçimleriyle tanıştılar. Aşağılanmanın her türlüsünü yaşayarak birey oldular; gerçekte birer düşkündüler, adlarına proletarya denildi.
Bellum omnium contra omnes
Artık herkes yalnızdı ve neyi yitirdiğini anlamaktan sonsuza kadar yasaklanmışlardı. Şimdi, gelişen yeni dinin emri uyarınca “herkes herkesle savaşıyor”du, bellum omnium contra omnes, ve artık homo homini lupus, “insan insanın kurdu”ydu.
Avrupa baştan sona kapitalizmin rengine boyanıyordu; homo ekonomikusun tarih sahnesine büyük çıkışıydı bu. İnsanlığından soyutlanmış ve özgür… Piyasa, toplumsal tarihin bir karikatürüyse, homo ekonomikus da insanın bir karikatürüydü. Toplumu yitiren insan türü, piyasanın labirentinde kendi kendini de yitirdi. İnsan böylece, her biri diğerine eşit hale gelmek üzere basit bir dolaşım odağına indirgenirken, felsefe bir tür olarak insanın doğuştan eşit ve özgür olduğunu ilan ediyordu. Doğuştan gelen ayrıcalık artık yoktu, çünkü ayrıcalık insani bir şey olmaktan çıkarılmış, paranın ayrıcalığına dönüştürülmüştü. Kral, artık para sahibi ise kraldı ve bu paranın gerçek kral olduğunu ilan etmekten başka bir şey değildi.
Piyasa, sınıfımız ve konumumuz ne olursa olsun, adımıza, kişiliğimize, maceramıza bakmaksızın hepimizi birer alıcı ve satıcı olarak birbirimizle eşitliyordu. Tipik bir pratik tüccar davranışıydı bu; müşteri müşteridir! Dolaşımda üretim süreci büsbütün unutulmuştu; satacak bir malı olmayanlar emek güçlerini satılık bir mal kabul edip satıyordu; açıklaması bu kadar basitti. Eski köleleri özgür üreticiler haline getiren hokus pokus böyle gerçekleşti. Üretim alanında emek gücünü kiralamış ve insani niteliklerinden soyundurulmuş insan, bir kez ücretini aldıktan sonra, dolaşım alanına çıkınca birdenbire özgür yurttaş oluveriyordu. Dönüşüm müthişti, görünüşte zorlama kalkmıştı, efendinin kırbacı şaklamıyordu ama efendi açlığın kırbacı daha ürkütücüydü. Toplum dağıtılınca herkes yalnız kalmıştı ve zorun kırbacının şaklaması artık “çalışmayan aç kalır” biçiminde duyuluyordu.
En zalim kölelik ve en zalim sömürünün yolu böyle açıldı. Kadınlar ve çocuklar maden ocaklarına sürüldü, aç kalmamak için yarı aç yaşamayı gönüllü olarak kabullendiler. Binlerce yıldır sürdürülen sınıfsal zulme rahmet okutan bir gelişmeydi bu; bütün kentlerde ve bütün kırlarda yoksulların iç çekişleri ile gelen bir değişimdi yaşanan. Bir devrim yaşanıyordu ve burjuvazinin devrimiydi bu. “Böyle bir kurum (piyasa), toplumun insani ve doğal özünü yok etmeden uzun süre yaşayamazdı; insanı fiziksel olarak yıpratır, çevresini de çöle çevirirdi. Kaçınılmaz olarak, toplum kendini korumak için bazı önlemler aldı, ama alınan önlemler piyasanın kendi yasalarını bozdu; çalışma yaşamını altüst etti ve böylece toplumu başka bir biçimde tehlikeye sürükledi.” İnsanın içine düşürüldüğü acıklı durumu artık ne şairler anlatabiliyor, ne de yeni gerçeklik felsefi olarak ifade edilebiliyordu; siyasal iktisat işte tam bu anda doğdu. Onun babalarının yüz kızartıcı tartışmalarına artık bilim diyoruz.
Satacak bir şeyi olmayanlar, tüccarlara mal üretmek üzere fabrikalara koştular. Jean Baptiste Joseph Fourier’nin dediği gibi “Fabrikalar ıslah edilmiş hapishaneler”di ve hapishanedekilerin “özgür ve eşit” olduğundan söz etmek düpedüz saçmaydı ama olmuştu işte. İşçiler, bu hapishane kaçkınları, bir kez dolaşım alanına çıktılar mı gerçekten “eşit ve özgür” oluyorlardı. Marx, bu garip durumu şöyle anlatacaktı: “Burada egemen olan yalnızca, Özgürlük, Eşitlik, Mülkiyet ve Bentham’dır. Özgürlüktür, çünkü metaın, diyelim emek gücünün hem alıcısı hem satıcısı yalnızca kendi serbest iradelerinin etkisi altındadırlar. Serbest taraflar olarak sözleşme yaparlar ve vardıkları anlaşma, ortak iradelerinin yasal ifadesinden başka bir şey değildir. Eşitliktir, çünkü birbirleriyle basit meta sahipleri olarak ilişki içine girerler ve eşdeğeri eşdeğerle değiştirirler. Mülkiyettir, çünkü taraflar, kendi malı olan şeyler üzerinde tasarrufta bulunur. Ve Bentham’dır, çünkü her iki taraf da yalnız kendisini düşünür. Bunları bir araya getiren ve ilişki içerisine sokan tek güç, bencillik, kazanç ve özel kişisel çıkardır. Herkes yalnız kendini düşünür, kimse geri kalan kulak asmaz, ve böyle yaptıkları için de, şeylerin önceden düzenlenmiş uyumu gereği ya da kadiri mutlak ve takdiri ilahi ile hepsi de, herkesin mutluluğu ve yararı adına, kendi karşılıklı çıkarları adına elbirliği ile çalışırlar.” Yılların toprağa bağlı köylüsü, gönüllü köleliğe fabrikanın kapısından giriyordu ve bunu kendi iradesiyle yaptığına inanıyordu.
Polanyi, “insanları öğütüp kitlelere dönüştüren hangi iblis fabrika”ydı diye sorar. Toplumun ekonominin gereklerine göre yeniden kurulmasıydı bu. Soyut zenginliğin gerçek zenginliğe galebe çalmasıydı.
İblis fabrikanın ürettiklerinin tanımı ise daha bir karmaşıktı: “Bu kültürde her birey ‘yaşamına zenginlik getirdiği’ söylenen ürünler karşılığında, sadece iş gücünü, emeğini değil, bütün imkânlarını, boş zamanlarını da satmaktadır. Bu kültürel düzenlemede, kitlelere sunulan toplumsal hedef, daha iyi yaşamak… daha çok üretmek… daha çok tüketmektir. Ne var ki bu tutkunun nesnel ifadesi olan şeylerin, yani Marcuse’nin deyişiyle ‘bir başka dünyaya kaçmak için kullanılamayacak gösterişli arabaların… dondurulmuş yiyeceklerle ağzına kadar dolu buzdolaplarının…. hiçbir entelektüel çaba gerektirmeyen düzinelerle dergi ve gazetenin… hepsi aynı soydan sayısız eğlencenin’ en büyük fonksiyonu, temel sorunun görünür hale gelmesini engellemektir. Temel sorun, bireylerin daha az çalışarak kendi gerçek ihtiyaçlarını kendilerinin belirleyebileceklerini fark etmeleridir.” Öyleyse kitle, kapitalizmden daha çok tekelci kapitalizmin türevidir; toplumu kitlelere çevirmek için onun nefes alabilmesini mümkün kılacak bütün zamanının yeniden ele geçirilmesi gerekir. Televizyon karşısında geçirilen boş zaman neye yarayabilir? Emperyalist kapitalizm bize insanlığımızı hatırlatabilecek bütün izleri özenle silerek kurar kendini; dedikoduyu bizim için yeniden üretir, röntgenciliği yaygınlaştırır, hayatı dramatize ederek olağanlığı ve doğallığı içinde yaşanmasını olanaksız kılar, yalnızca kendi istediği yaşamları yaşamamızı dayatır, sahte ihtiyaçlar icat eder ve gerçek ihtiyaçları bastırır. Darwin hayvanlar âlemini burjuva toplum olarak sunarken yanılmış değildir; acı çeken ama acı çektiğini bilmeyen hayvanlar âlemidir ima ettiği.
İnsanı tüketen bir süreçtir bu: Kitleler, insan olmanın olanaksızlaştırıldığı koşulların bir ürünüdür. Ancak, toplumu insandışılaştırmak sanıldığı gibi mülk sahiplerini insanlaştırmamıştır. Görünüşte özgürdürler, doğanın yüklediği zorunluluklardan azadedirler. Ama bir avuç seçkinden oluşan bu yeni sınıf kendi yalnızlığı içinde boğulmaktadır. Mülksüz sınıflar, yoksunluğu içinde insanlığını kaybederken, mülk sahibi sınıf bunu aç gözlülüğü ile yapmaktadır. Her ikisi de mutsuzdur, her ikisi de kaybettiği şeyi anlamaktan mahrum bırakılmıştır. Her ikisi de mülkiyet aracılığıyla dolayımlanmış bir üretim sürecinin ürünüdür. “Emek sürecinin bu bölünüşünün, edilgen ve körü körüne çalışan bir sınıfla, bu emekçileri, durumun zorunluluğuna ilişkin bilinçleriyle yönlendiren bir diğer sınıfı içerir. İçinde her üyenin önemli bir ayrım veya farklılık olmaksızın kabile için çalıştığı basit toplumların ilkel ortaklaşmacılığıyla karşılaştırıldığında hem ileri yanları hem de zayıf noktaları vardır. İleridir; çünkü yönetici sınıf kutbunun bilincinin keskinleşmesini ve üretimin toplumsal refah için yoğunlaşmasını kapsar. Zayıflıktır, çünkü yönetilen sınıf kutbunda bilincin ölmesini ve yönetici sınıfın bilinçli hoşnutluğuyla, yönetilen sınıfın kör eylemi arasında çatlağın derinleşmesini getirir. Yaşam düzeyinde sürekli farklılığa yol açar; çünkü yönetici sınıf emeği yönlendirirken, aynı zamanda bu emeğin yarattığı ürünlerin büyük bir bölümünü kendi yaşamına aktarıp sömürülenlere üretken yaşamaları için zorunlu olan en küçük paydan başka bir şey bırakmaz.” Bencillik, onun mutsuzluğunun gerçek nedenidir.
Evet, özgürdür: “Fakat bencil insanın özgürlüğünün tanınması, o insanın hayatının içi olan maddi ve manevi unsurların başıboş davranışlarının da tanınması demektir. İnsan dinden kurtarılmış olmuyor; sadece dindar olma özgürlüğü kazanıyor. İnsan, mülkiyetten kurtarılmış olmuyor; sadece mülkiyet sahibi olma özgürlüğünü kazanıyor. İnsan, meslek bencilliğinden kurtarılmış değil; sadece mesleğini uygulama özgürlüğünü kazanmıştır.” Demek ki özgürlük, ancak hayvani burjuva toplumunun gelişmesine yol açmaktadır. Oysa “Her özgürleşme insan dünyasının, insan ilişkilerinin insana dönmesi demektir.” Ve “İnsanlık özgürleşmesi ise, ancak ve ancak, kişi soyut vatandaş olmaktan çıktığı zaman, günlük hayatında, işinde, durumunda, insan türünün bir üyesi haline geldiği zaman, kendi ‘force propre’larını tanıdığı ve düzenlediği zaman, kendi gücünü toplumun güçlerinin bir parçası olarak tanıdığı ve bunlar siyasi güç olarak kendisinden ayrılmamış bir hale geldiği zaman gerçekleşebilir.”İşte bu yüzden, ezilen sınıfın kurtuluşu, bütün sınıfların kurtuluşu demektir. Kurtuluş, sınıftan kurtuluştur.
Tapınaktan bankaya
Dükkânlarda, satıcıların önünde bulunan, malları üzerine koyarak alıcıya gösterdikleri uzun masaya tezgâh diyoruz. Frenkçesi “banço”dur, oradan bankaya ulaşıyoruz. Para tezgâh üzerinde el değiştiriyordu, bankanın kökeninde tezgâh var. Tezgâhı ise başlangıçta tefeci tüccarlar kullanıyordu. İlk tefeciler arasında parayı taşınmaz mülke yatırmaktan kaçınan “vatansız” Yahudiler çoğunluktaydı.
Tarihin kaydettiği ilk bankalar tapınaklardı. Paranın emanet edildiği ilk kurum bir Şamaş tapınağıydı. Çok daha sonra, 12. yüzyılda Templier Şövalyelerini biliyoruz: Kudüs’te tapınakların bekçiliğini yaparken aynı zamanda bankerlik de yapmaya başladılar ve bu yolla zenginleştiler. Bu garip tarikatın Batı kültüründeki yeri hâlâ tartışılmakla birlikte, biz Templielerin parayla saadet bulamadıklarını biliyoruz. Dünyanın bu ilk uluslararası bankerlik kuruluşunun başı Jacgues De Molay, tarikatın paralarına el koymak isteyen Fransa Kralı “Yakışıklı Filip” tarafından diri diri yakılmıştı. Templier yeraltına çekildi; ancak bu zafer, muzafferin hanedanlığının paranın baskısı karşısında tuz buz olmasını engelleyemedi. Yine de eski çağlarda para, hâlâ tapınağın parasıydı; paranın tapınağı ise bütünüyle modern bir olgudur ve bu yüzden kutsal Kudüs, bugün sadece para tapınağının bir gözetleme kulesi derecesine düşürülmüştür.
Salt meslek olarak bankerlik ise bir Yahudi uğraşı olarak ortaya çıkmıştı. Bunda başlangıçta kitleler halinde Londra ve New York’a kabul edilmelerinin büyük rolü vardı. “Sermaye aktarma hususunda Yahudiler eskiden beri becerikliydiler; ancak, Anglo-Sakson toplumuna yerleşince yararlanmakta oldukları yasal güven onları birikim yapmaya teşvik etti. Haklarına güvenen Yahudiler faaliyetlerini geliştirdiler. Mücevher türünden, yükte hafif pahada ağır ticari maddeler artık Yahudilerin tek ekonomik faaliyeti değildi.” 1700’lü yılların ortasında İngiltere hükümeti, geniş ölçüde Yahudi bankerlerin finansmanından yararlanıyordu. Kısa bir süre sonra Borsa oyunları da tipik bir Yahudi uğraşı haline geldi. Borsa, sermaye toplayarak verimli amaçlar için kullanmanın en etkili ve akılcı şekliydi. “Sanayi devrimi döneminde gittikçe yayılan alanlarda ticari aile teşkilatları kurmuşlardı. Eskiden beri mektup yazmaya düşkündüler. Leghorn’dan, Prag’dan, Viyana’dan, Frankfurt’tan, Hamburg’dan, Amsterdam’dan ve daha sonra Bordeaux’dan, Londra’dan ve Philadelphia’dan hızlı bilgilendirme ağları kurarak, siyasi ve askeri olaylardan anında haberdar olduklarından, bölgesel, ulusal ve dünya piyasalarının taleplerini karşılamaya her zaman hazırdılar.” Londra, dünyanın atölyesinin finans merkezi olmuştu ve bu daha sonraki gelişmeleri hızlandırıcı bir etki yapmıştı.
Yahudi bankerler, Londra’da, meta ihracı aşamasında biriktirdiler. Sonra, yeni dinamik merkez, New York Londra’nın yerini aldı. Yeni finans ve borsa tapınağı New York, 1900’lü yılların başında, sermaye niteliğini değiştirmeye başlarken çoktan bir Yahudi kenti görünümünü almıştı. 20. Yüzyılın başında New York’ta 1 milyon Aşkenazi yaşıyordu. Bu cemaate toplam 600 bin tirajlı dört gazete yayınlanıyordu. Wahrheit (radikal milliyetçi), Jewish Morning Journal (ortodoks muhafazakâr), Tageblatt (ortodoks siyonist), Forverts (sosyalist). Çok kısa bir zamanda İngilizce yayın yapan basına da hâkim oldular. Arthur Hays Sulzberger ve Arthur Ochs New York Times’ı yönetiyorlardı, Dorothy Schiff ve J. David Stern New York Post’u. 1920’de, 1.640.000 Yahudi nüfusuyla, New York dünyanın en büyük Yahudi ve Aşkenaz kentiydi. 1. Dünya Savaşı’nın başında J.P. Morgan and Co. Firmasının yetkilileri, finans merkezinin yer değiştirdiğinin farkındaydı. İhtilaf devletlerinin, silah ve savaşın finansmanına ihtiyaçları vardı ve bu ihtiyacın büyük kısmı New York’tan sağlanmıştı. “Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonraki senelerde meydana gelen değişikliklerin pek farkına varılmamasına rağmen, savaş, dünyanın finans merkezi olarak Avrupa’nın durumu sarstı: ticaret, yeterli finansman olmadıkça gelişemezdi… Fakat savaş sonrası dönemde ihtiyaç duyulan mali kaynaklara sadece Amerika Birleşik Devletleri sahipti. Bu ülke, dünyanın en büyük alacaklı ulusu olmanın getirdiği sorumlulukları üzerine almaya başladıkça, Amerika’dan Avrupa’ya o zamana dek görülmemiş ve günümüze kadar da sürekli olarak devam etmiş olan borç ve yardım akını başladı.” İşin ilginç yanı, birinci savaşta, Londra ve New York’ta üstlenmiş Yahudi bankerlerin savaşın iki tarafını da finanse etmesiydi.
Rothschild ailesi ve ardından onların desteğiyle palazlanan Rockefeller ailesi örneklerinde görüldüğü gibi, finans ve banka çevreleri son derece küçük bir grubun eline geçmeye başlamıştı. Öyle ki, Rockefeller ailesi 20. yüzyıla bir petrol devi olarak girmiş ve neredeyse dünya petrol ticaretinin yarısını kontrol eder hale gelmişti. İşe Standart Oil olarak başladılar, sonra anti-tröst yasalarını aşmak için şirketi parçaladılar. Exxon, Texaco, Socal, Gulf ve Mobil sadece bir ailenin olanı gizlemeye hizmet ediyordu. Bu güçleri nedeniyle Rockefellerlar her dönemde Amerikan iç ve dış politikasında çok önemli oldular. Bugün, etki alanı hâlâ tartışılmakta olan CFR (Dış İlişkiler Komisyonu) adlı örgütün yöneticisi ve akıl hocası bu aileydi. 2. Dünya Savaşının ardından kontrgerilla türü örgütlenmelere gidilmesini Amerikan hükümetine öneren de yine aynı ailenin üyelerinden biriydi.
Bu gelişmenin ilk sonucu bu şirketlerin çıkarları ile ABD Dış politikasının birleşmesi oldu. Dünyanın çeşitli yerlerinde yapılan darbeler ve darbe girişimleri aynı zamanda bir ABD kökenli şirketin adıyla birlikte anılıyordu. Örneğin Panama’da 1900’lü yılların başında başta United Fruit olmak üzere birçok Amerikan şirketi faaliyet gösteriyordu. Elbette Standart ailesinden Gulf Oil ve Texaco da yağmadan payına düşeni almıştı. Bunlardan en azgını olan United Fruit, 1928’de tarım işçilerine karşı binden fazla işçinin öldürüldüğü silahlı bir müdahaleye girişmişti. “Muz Cumhuriyetleri”nin isim babası olan United Fruit, yüzyılın geri kalanında da Panamalılara kan kusturmaya devam etti.
Venezuela’da da petrol kaynakları üzerinde Standart’ın tekeli vardı. Venezuela uzun yıllar boyunca petrol tekellerinin desteklediği diktatörlerin yönetiminde kaldı.
Brezilya’da, 1964 yılında ITT’nin Brezilya şubesi ulusallaştırılınca ABD elçisi tarafından yönetilen generaller ayaklandılar ve yönetimi ele geçirdiler. Sonraki yıllarda ülkenin varlığını yok pahasına yağmalayanlar arasında Chase Manhattan Bank ve Standart Oil de vardı. Bolivya, Standart Oil ve Royal Dutch arasındaki rekabet yüzünden iki kez komşularıyla savaşmak zorunda kaldı. Şili’nin sosyalist lideri Allende, ITT ve CIA’nın düzenlediği bir komplo sonucu devrildi ve yerine ITT’nin maaşlı bir generali geçirildi.
Dünyanın diğer bölgelerinde de uluslararası şirket destekli darbelere sıkça rastlanıyordu. İran’da Musaddık, 1953 yılında CIA tarafından düzenlenen bir darbeyle devrildi. Darbenin ardından, İran petrol üretiminin yüzde 40’ı Standart Oil’in denetimine geçti.
ABD hükümeti ile büyük şirketler arasındaki ayrımın ortadan kalktığının ters yönde işaretleri de var: “Örneğin, Standart Oil Şirketi, 1950’lerde Suudi Arabistan’da petrol üretirken, maliyeti çok daha fazla olmasına rağmen, İran’da da yatırıma girişmeye, Amerikan hükümeti tarafından zorlanmıştır. Gerçekten bugün de birçok ülke, Mitsubishi’nin ülkeye yatırımına izin verilmesini Japon Ticaret ve Sanayi Birliğinin, Exxon’un yatırımına izin verilmesini ise Amerikan Hükümetinin ülke içindeki etki alanın genişlemesi olarak kabul etmektedir.” Bu gelişmenin en güzel örneği, neredeyse bütün ABD Başkanlarının büyük şirketlerin oluşturduğu CFR örgütünün içinden çıkmasıdır. ABD’de hükümete giden yol bu tür büyük finans çevresinin etki alanında olan bu tür kuruluşlardan geçmektedir.
Dolayısıyla, ABD’nin ilgi alanı içindeki az gelişmiş ülkelerdeki ABD çıkarları ile çok uluslu şirketlerin çıkarları birbiriyle örtüşmektedir. Bu şirketler o kadar güçlenmişlerdir ki, kendi çıkarlarına ters kararlar alan hükümetleri devirmekte hiç tereddüt etmemektedir. Amerikan kaynaklı baskılara maruz kalan bu ülkelerin gelirleri, o ülkede faaliyette bulunan şirketlerin gelirlerinden düşüktür. Bu onları bu tür girişimlerde daha cüretkâr yapmaktadır.
Öte yandan, az gelişmiş ülkelerde yapılan şirket destekli darbelerin, bu şirketlerin başıboş eylemleri olmadığı yönünde işaretler de var. Sözüne ettiğimiz şey, yalnızca şirketlerle ABD Hükümeti arasındaki ilişkiler değil. Örneğin Şili’de Allende’ye karşı yapılan girişimlerde hem bir şirketin hem ABD hükümetinin ve hem de hükümet dışı üst organizasyonların rolü var. 1972 yılında Salvador Allende, Birleşmiş Milletler’de yaptığı konuşmada, ITT ile ABD Hükümeti arasındaki işbirliğini şöyle ifade etmişti: “Geçen Temmuz bütün Dünya büyük bir hayretle ITT şirketinin Hükümetimi 6 ay içinde devirmek için Amerikan Hükümetine yaptığı teklifleri öğrendi. 16 farklı planı içeren belgeler yanımdadır. Bunlar Şili ekonomisini yıkmak, politik sabotajlar yapmak ve halk arasında panik ve kargaşalık çıkararak Şili ordusu aracılığı ile demokratik rejimi yok etmek ve diktatörlük kurmak amacına yöneliktir… Dünya ülkelerinin saygıdeğer temsilcileri önündeITTşirketini ülkemde iç harp çıkarmakla suçluyorum. ITT’nin bu davranışı emperyalist bir müdahaledir.” Bir başka kaynakta ise özellikle Şili bakırının geleceğini planlayan bir başka örgütten söz ediliyor: David Rockefeller finansmanı ve liderliği ile oluşturulan Council of Foreign Relation (CFR).
Bu örgütün ünlü yöneticisi ve Amerikan devletinin bütün karanlık labirentlerinde bulunmuş bir başka isim ise operasyonun başındaydı: “1970 yılı başladı. Kanun gereğince Şili’de Başkanlık seçimleri 4 Eylül’de yapılacaktı. ITT durumu değerlendirmiş ve teşhisini koymuştu. Başkan Harold Geneen şirketin sloganına sadıktı: ‘Her şeyden önce sürprizlere yer yok.’ Dr. Kissinger, Şili’yle ilgilenmeye başlıyordu. Pentagon’da ise, Şili’ye müdahaleyi öngören Contingency Planı’nın hazırlıkları ilerliyordu.” CFR markası, aslında ABD Hükümetinin üzerindeki mali oligarşi egemenliğinin bir göstergesiydi.
CFR’nin kuruluşu da hemen hemen ABD mali sermayesinin üstünlüğü ele geçirdiği yıllara rastlıyordu. Bir Avrupa iç savaşı olan birinci savaştan sonra Avrupa’dan Amerika’ya yüksek finans çevreleri ile birlikte bu örgütler de göçmüştü. Örgüt, banker Morgan’ın öncülüğünde 1921 yılında kurulmuş ve zaman içinde inanılmaz bir etkinliğe kavuşmuştu. Örgüt daha sonra uluslararası sahnede de ihtiraslı olan Rockefeller’lerin eline geçti. “David’in babası Council’e büyük paralar vermişti: 1953’te McCloy, Chase’in yönetimini aldığında Council’in başkanı olmuştu ve 1969-70’de David de her iki işte birden halefi oldu. David 1954’de Prens Bernhard ve başkaları ile birlikte Bilderberg Konferanslarının kurucusu olmuşu. Bu konferanslar yılda bir kere batılı politikacıları, bankacıları ve iş adamlarını bir araya getiriyordu: Ve 1972’de gene Council ile yakın bağı bulunan Trilateral Commission’u kurdu, bunda Amerika’nın, Avrupa’nın ve Japonya’nın liderlerini bir araya getirdi; Zbigniew Brzezinski sekreterdi.” Böylece yüksek maliye, enternasyonalist bir yapıya da kavuşmuş oluyordu. Örgüte mali kaynak sağlayanlar arasında Ford Vakfı, Carnagie Vakfı, Rockefeller Vakfı, IBM, Standart Oil gibi şirketler ve yan kuruluşları vardı. Örgüt hem hükümet hem de iki büyük siyasal parti üzerinde etkiliydi. Başkanların çoğu, Ulusal Güvenlik Konseyi yöneticilerinin hemen tamamı üyeleri arasından çıkıyordu. Konuyla ilgili kaynaklar hem BM’nin hem de Dünya Bankası ve IMF gibi kredi kuruluşlarının peydahlanmasında da adı geçen örgütlerin parmağı olduğuna dikkat çekiyor.
İsrail’in harcında büyük sermaye var
Yahudi Haskala’sı zamanla Yahudi milliyetçiliğine dönüştü. Aydınlanmadan Siyonizme geçiş hızlı ve güçlü olmuştu. Büyük servetler biriktiren Yahudi aileler ise bütün varlıklarına rağmen kendilerini devletlerin saldırıları karşısında güçsüz hissediyordu. Çok açık, İsrail onların parası ve fikirleriyle kuruldu.
Bunun Osmanlı tarihinde de izleri var. Meclisi Mebusanda bütçe görüşmesi vesilesiyle, 1911’de, Siyonizm tartışması çıktı. Mebuslardan bazıları, Siyonistlerin rüşvetle veya tehditle, Osmanlı yöneticilerini Filistin’e Yahudi göçü konusunda ikna etmeye çalıştıkları kanısındaydı. İddialarına göre Osmanlı Devleti’ne borç veren yabancı bankaların çoğu da Siyonizm’in destekçisiydi. Örneğin, İngiliz Yahudi bankeri Ernest Joseph Cassel bütün varlığını Osmanlı topraklarındaki bankacılık uğraşlarından edinmiş, bu varlık kendisine “Sir” unvanını kazandırmıştı. Alman Yahudisi Banker Baron Hirsch varlığını Osmanlı’da uyguladığı tahvil spekülasyonundan elde etmişti. Bu ünlü bankacı aynı zamanda “Yahudi Kolonizasyon Derneği”nin kurucusuydu. Vaat edilmiş toprakları Arjantin’de bulmuşlardı. Hirsch, Osmanlı’yı dolandırarak kazandığı paralarla Arjantin’e Yahudi göçlerini finanse ediyordu. Osmanlı’nın budala yöneticilerini ikna ediyorlar, onların yol vermesiyle devleti soyuyorlar, bu yolla edindikleri servetin bir bölümünü bir Yahudi devleti kurulması için kullanıyorlardı. Üstelik Osmanlı Türkiyesi de o plana dahildi.
Gelenek sürüyor. Büyük zenginlikler ve büyük sermayeler Yahudi kökenli isimlerle birlikte anılıyor. Haaretz gazetesinin “iş adamlarına” yönelik olarak çıkardığı ekonomi eki The Marker, listede yer alan Yahudi zenginlerin çoğunun İsrail’le bir şekilde iş bağlantısı içinde bulunduğunu ya da Yahudi davasına destek veren kuruluşlara yardım ettiklerini not ediyor.
Tabii bu güç aynı zamanda elinde bulundurduğu medya kuruluşları ile İsrail’i koruma kalkanına dönüşüyor. Yahudi medya kurumları esas olarak güçlerini İsrail lobisinin amiral gemisini teşkil eden düşünce kuruluşları ve sivil toplum örgütlerinden alıyor. Bunların başında American Israel Political Action Committee (AIPAC), Anti-Defamation League (ADL) ve Dünya Yahudi Kongresi (WJC) geliyor.
Bu düzeneğin arkasında dünyanın en büyük medya şirketi olarak kabul edilen, bünyesine CNN, HBO, TNT, Turner Yayıncılık, Sports Illustrated başta olmak üzere yüzlerce şirket barındıran Time Warner’ın Yahudi sahipleri var. Walt Disney ve başındaki isim Michael Eisner, Viacom ve başındaki isim Sumner Redstone var. Dünya Yahudiler Kongresi Başkanı Edgar Bronfman’ın aynı adı taşıyan oğlunun Vivendi ve Universal stüdyolarının sahibi olması var. New World Entertainment, DreamWorks gibi her biri milyarlarca dolar değerindeki şirketlerin ve bu şirketlere bağlı alt kurumların Ronald Perelman ve Steven Spielberg gibi iki Yahudiye ait olması var. Dünyanın en büyük gazete ve dergileri New York Times, Wall Street Journal, Times, Economist, Foreign Policy, Bild gibi yayın organlarının başka şirketlerde de ortaklıkları bulunan birkaç Yahudi aile ve şirket tarafından sahiplenilmesi var. Dünyanın en büyük medya patronu olarak sayılan Rupert Murdoch’ın Fox’un başını çektiği medya ordusu ve bu ordunun İsrail askerlerinden bile daha güçlü bir şekilde İsrail adına savaşması var.
İsrail’in Filistin üzerinde yürüttüğü acımasız güç gösterisi bu medya lobisinin oluşturduğu görünmezlik kalkanı arkasına gizlendi. Filistinlilerin hayatta kalma mücadelesini yayımlayan bağımsız gazetecilerin sosyal medya hesapları kilitlenirken İsrail’in saldırıları sırasında vurulan, yaralanan ve öldürülen gazeteciler haber konusu bile olmadı.
İsrail büyük sermayenin ileri karakoludur ve fıtratı bu role pek uygundur. Haletiruhiyesi Avrupa’nın antisemitizmi ile oluşturulmuş bu devlet, kendi ezilmişliklerinden yepyeni bir ırkçılık türü yaratmayı başarmıştır. Adına Siyonizm diyoruz.(SoL)