“Aklın yeri kalptir, beyin değil"
Mahmud Eroll Kılıç: Aydınlanma döneminde kadim “Intellectus” kavramını “Zihin” ve hatta “Beyin” diye tercüme etiller modernler. Bana göre tarihi değiştiren iki büyük tercüme hatasından biri budur.
Tasavvuf tarihi otoritelerinden Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç ile Sufi Yayınlarından neşredilen “Tasavvuf Düşüncesi” kitabı üzerine konuştu.
Eserinizde “Ben insanı yarattım ve ona kendi ruhumdan üfledim” diyorsa Allah, kul ile Rabbi arasında çok yakın, çok sıcak, birebir ilişki vardır diyorsunuz. Bu irtibatı yeniden nasıl tesis edebiliriz?
Esasen bu irtibat kurulmuş bir kere. Yani varoluşsal bir gerçeklik bu. Tabir caizse bilimsel bir gerçek. Mesele bunu fark etmekte. Yüksek bilinç, yüksek şuur hali bunu fark etmekle başlıyor. Kaynağı önce itiraf sonra idrak. Böylece kapalı kanallar açılıp akış gerçekleşmeye başlıyor. Kulun yaratıcısı ile aslî ve kalıcı irtibatı ruh üzerindendir. Allah ruha hitab eder. O’nunla temasta olan da ruhtur. Aslında geri kalan irtibatlar da bunun üzerindendir ama geçici ve anlıktırlar. Mesela beden de O’ndandır ama ruh varsa beden vardır ruh yoksa beden topraklaşır. Beden desteksiz duramaz. Şairin; ‘Heykel destek üstünde / Benim ruhum desteksiz’ dediği gibi. Ruh aslını inkâr etmez. Ruh ateist olamaz mesela. Ama bedende olabilir. Modern toplum insan ve hayatın ruhanî ve manevî kaynağını sildi. Onu metafizikten kopardı. Bedenleştirdi, makineleştirdi; sonuç ortada.. Kıyamet ruhun üzerine kopmayacak. Allah’ı tanıyan, bilen ruhtur. Allah diyen ruhtur. Allah diyen son kişi kalıncaya kadar kıyamet kopmaz deniliyor ya işte bu mânâyadır. Kıyamet robotların, makinaların üzerine kopacaktır!..
Bu ve diğer birkaç eserinizde vurguladığınız bir husus var: Dikey ve yatay yolculuk, dikey ve yatay okuma… Nedir fark?
‘Biz size varlığın işaretlerini dikey (enfüs) ve yatay (âfâk) düzlemde göstereceğiz’ âyetinin de işaret ettiği gibi varoluş; için (Batın) dışa (Zahir), dikeyin (Enfüs) yataya (Âfâk) çıkması ile zuhura gelir.
Eğer bu iniş trafiğini geriye döndürmek isterseniz, o zaman yatay başlayacağınız yolculuğu dikey hâle döndürerek hayatın kaynağına ulaşabilirsiniz. Hastaysanız eğer gittiğiniz doktor önce görülen emârelere (semptom) bakar. Ateş var mı, öksürük var mı? (Yatay gözlem). Sonra içte, derinde yatan sebepleri araştırır. Batın filmi, kan tahlili ister vs. (Dikey keşif). Yani içinde bulunduğumuz bu sanal âlemde aslımıza doğru yolculuk önce yatayda başlar sonra dikeye geçer. Zira yatay dıştaki sanaldır, görseldir. Dikey içteki hakikattir.
Kesin Bilgi dikeydedir, yatayda olan bilgi değildir, malumattır.
Semantik bilimciler okuduğunuz metinlerde de -bu isterse bir roman olsun- anlam katmanları olduğunu söylerler. Kur’an da böyle. Aşağıdan yukarıya doğru Mushaf - Kur’an – Furkan - Ümmü’l-Kitab - Levh-i Mahfuz diye dereceleri var. Bu her bir derecenin ilmi var. ‘İlim size derece derece verilmiştir’ der Kur’an. Hasılı, Varlık Mertebeleri eğitimi almak lazım.
Felsefe ve tasavvuf ilişkisine de değiniyorsunuz? Feylesofya ‘hikmet sevgisi’ ise eğer, tenakuz nerede ortaya çıkıyor?
Kavramların modern zamanlarda evrildikleri anlamlarına bakmayınız. Yanılırsınız.
Modernlik, Geleneksel değerlerin tepetaklak edildiği bir dönemin adıdır. Felsefe kavramının ilk ortaya çıktığı antik dönemde işlevi neydi, bu kavramla ne kasdedilirdi ona bakmak lazım. Felsefenin salt zihinsel fikir jimnastiği veyahut anlamsız sözler sarfetme uğraşısı olmadığını görürsünüz. “Sofia”; hikmet / bilgelik demektir. Başındaki “Philo” takısı ise sevmek, istemek demektir. Hikmeti istemek, elde etmeye çabalamak sanatıdır Felsefe. Bu da ancak “Kendini Bil” dersleriyle olur. Yani batılı tabirle “inisyatik” doğulu tabirle “seyr-i sülûkî” bir bilme/olma sürecidir felsefe.
Modernlik Felsefenin içini boşaltmıştır. Gerçek gayesinden saptırmıştır. Aslî açıdan bakarsak hakiki Felsefe ile tasavvuf arasında gaye ve işlev birliği görülecektir. Bu açıdan Rene Guenon, Titus Burckhardt gibi düşünürler orijinal yapısıyla Antik Felsefenin mânâsının günümüzde ancak Tasavvuf disiplini içerisinde bulunabileceğini söylerler.
İnsanın kâinatla, kendiyle, Rabbiyle olan münasebeti modern zamanlarda epey sekteye uğradı. Buradaki problem biraz sosyolojik değil mi? Yoksa ontolojik bir problemle mi açıklıyorsunuz bütün bunalımı?
Sosyoloji modernlik zamanlarının bir ürünü. Kadim değil. Zaten ilim değil. Bir gözlem biçimi.
Esasında toplumu yorumlayacak olanlar da yine filozoflardır, bilgelerdir, âriflerdir. Bugünkü sosyolojinin üstadlarının temel görüşleri zaten filozoflarda var. ‘Balık baştan kokar’ misali bir bozulma önce zihin dünyasında, ontolojide gerçekleşir. Sonra toplumsal alanda tezahür eder. Yumurta / Tavuk döngüselliği gibi sonrasında da çıktığı yeri etkileyebilir. Marxist süreçteki alt-yapının üst-yapıyı oluşturması ikincil basamaktır. Yani sonra ‘Nasıl yaşarsanız öyle inanmaya başlarsınız’ süreci başlar. Sebep-Sonuç ilişkisinde sonuç olarak. Kur’an; ‘Enfüsteki, içseldeki değişmeniz olmadan toplumsal değişmeniz olmaz’ der. Toplumsal dönüşümü içsele bağlar. Yeni geleneksiz Müslümanlar içsel ve dikey ilimlerden uzaklaştıkları için felsefeye iyi gözle bakmazlar ama hepsi de sosyoloji hayranıdırlar. Ben bunu bir sorun olarak görüyorum.
Son olarak akletme melekesinin kalp olduğuna işaret ediyorsunuz? Biraz da bundan bahseder misiniz?
Ben değil Kur’an söylüyor. ‘Onların kalpleri vardır onunla aklederler’ âyeti çok açık değil mi?. Pisagor da böyle söylüyor. Platon da böyle söylüyor. “Intellectus” kavramını “Zihin” diye çevirdi modernler.
Bana göre tarihi değiştiren iki büyük tercüme hatası vardır. Birisi “Kulu - Kölesi” anlamındaki “Abd” kelimesinin Aramca’dan Grekçeye çevrilirken “Oğlu” diye tercüme edilmesi. Diğeri de Aydınlanma döneminde kadim “Intellectus” kavramını “Zihin” ve hatta “Beyin” diye tercüme etmeleri. Katliam bunun adı.
Kadim anlayışta aklın dereceleri vardır.
En üst düzeye çıkmış aklın adına Kalp derler. Akleden kalptir. Yani kalp akıldır. Aklın yeri kalptir. Beyin değil. Beyin onun bir aracıdır. Kalbe malumat toplar. Hükmü ise kalp verir. Tıp daha yeni yeni kalbte de nöronlar bulunduğunu, hafızası olduğunu görmeye başladı. Bizim ilahiyatçılarımız ise hala köhnemiş aydınlanma zihniyetinin tesirinden çıkamadılar. Onların akıllarının yeri hala beyinlerinin içinde. Ciddi kırılma. Dahası herkesi Kur’an’ı da böyle yorumlamaya zorluyorlar. Allah Akıl versin.
Mahmud Erol Kılıç Kimdir?
1961’de İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (1985) mezunu oldu. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde İslâm felsefesi alanında “İslâm Kaynakları Işığında Hermes ve Hermetik Felsefe” adlı tezi ile (1989) yüksek lisans, tasavvuf dalında “Muhyiddîn İbnu’l-Arabî’nin Varlık ve Varlık Mertebeleri Görüşü (Vücûd ve Merâtibu’l-Vücûd)”adlı çalışmasıyla (1995) doktora yaptı. 1998’de “Bir Osmanlı Tarikatının Tarihi: Uşşâkîler” başlıklı tezini verek doçent, 2004’te profesör oldu. Çalışmalarını öğretim görevlisi olarak Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalında sürdürdü. Sayısız makale ve kitap kaleme alan Kılıç, şu an Türkiye'nin Endonezya büyükelçiliğini yürütmektedir.