Üç Yaklaşım Biçimi ve Eksen Sorunu
Malumun ilâmı olunduğu üzere İslâm toplumları, medeniyet tarihimiz boyunca, günümüzde olduğu kadarıyla dönem olgulara dayalı bilimler sahasından bu denli geri kalmış değildir. Kevni bilimlerin tevarüsü, tevhidi dünyagörüşüyle ilişkilendirilmeden ecnebi fikir paketleriyle meczedilmiş ve neredeyse bütünüyle ithal yöntemlerle yapılmaktadır. Çünkü ithal edilen fikir ve bilim paketleri, İslâm dünyasında dönüştürülecek bütüncül bir işletim mekanizması söz konusu değildir. Bu ve buna benzer durumlar, İslâm ümmetinin düşünsel bağrından epistemik ve zihni çatışmaların ortaya çıkmasının temel müsebbibi olarak görülebilir. Bu bağlamda İslâm toplumlarında, söz konusu çatışmaların bertaraf edilmesi ve bilhassa bilimsel alandaki geri kalmışlığını ortadan kaldırma iddiasını taşıyan (!) üç düşünsel akımdan söz edilebilir. Bunlar;
(1) geleneğe bütünsel bir bağlılık göstererek çağın bilimsel ve düşünsel gelişmelerine karşın kapalı bir havzada düşünenler;
(2) İslâm medeniyetinin ilmî mirasını ve çağın bilimsel gelişmeleri arasında yeni yaklaşımlarda bulunanlar ve
(3) İslâm medeniyetinin muazzam ilmî mirasını bir bakıma göz ardı ederek geleceği bütünüyle çağdaş bilimsel gelişmelerde arayanlar, şeklinde mülahaza edilebilir.
Birinci yaklaşım, bizce, İslâm dünyasında nitelikli bilim insanlarının yetiştirilmesi başta olmak üzere iktisat, siyaset nazariyeleri ve sosyo-kültürel gelişim konusunda külli bir tavır sergilemekten nakıstır. Bu yaklaşımın temelinde, kapalı dünyagörüşü ve bir toplum idraki yer aldığı söylenebilir. Bu bakımdan denilebilir ki bütün yönleriyle küreselleşmenin konuşulduğu asrımızda, dışa kapalı olan dünya görüşlerinin ve toplum tasavvurlarının kendi kendilerini yontarak ontolojik varoluşlarını tehlikeye sürüklemektedir. Dolayısıyla asrın bilimsel ve düşünsel paradigması üzerine fikir yürütmeyen bir aklın, dünyanın gerçeklikleri hakkında bilgiye dayalı aydınlık yarınlara ilişkin bir şey ifade edemeyeceği ve taşımayacağı kanaatindeyim.
Geçmiş ile gelecek arasında terkibi bağlantıyı gaye edinen yaklaşımlar (2) ise, İslâm ümmetinin içinde bulunduğu zihinsel handikapları ve bilimsel gerileyişleri ortadan kaldırmak için yeni kapılar aralama gayretinde olduğu söylenebilir. İslâm medeniyet mirasına sahip çıkan bu bakış açısı, İngiliz-Yahudi uygarlığının hasılatları olan siyaset, iktisat ve bilimsel nazariyeler gibi bağlamları bakımından çağdaş paradigmaya bir meydan okumadır. Ancak bu meydan okuma, varoluşsal gayesini salt bunlarla sınırlandırmaz, sınırlandırması halinde külli olmaktan çıkacak ve zaman ve mekâna göre pozisyon geliştiren dar bir çerçeveye kendini sıkıştırmış olacaktır. Vasat bir seyri olan söz konusu yaklaşım, İslâm düşüncesinin temel bilgi kaynaklarını referans alarak ve bilhassa vahyi ilham ve seçkin bir kaynak şeklinde belleyerek çağın ruhuna uygun ve İslâm dünyasının beklentileri doğrultusunda nazariyeler geliştirme çabasındadır. Ancak bu çaba, günümüzde sistematik halde olmayıp mahallî düzeyde inşa faaliyetlerinde bulunduğu söylenebilir.
Üçüncü yaklaşıma gelindiğinde, bu yaklaşımın, İslâm dünyasının söz konusu edilen alanlarda geri kalışını umumî olarak İslâm düşüncesinin ana bileşenlerini oluşturan vahiy başta olmak üzere bilgi kaynaklarının eleştirisini yaparak tevhidi dünyagörüşünü problematik bir şekilde ele aldığı görülmektedir. Bu tutum, bazen aşikâr olarak sergilendiği gibi bazen de İslâm toplumlarının düşünsel ve kültürel havzasının cevval konumundan ötürü çoğunlukla gizli olarak tavır almaktadır. Burada temel gaye, İslâm dünyasının yeniden kalkındırılması ve yeniden dünyaya hâkim kılma çabasından ziyade çağdaş paradigmanın inşa ettiği doğrultuda tevhidi dünyagörüşünün düşünsel kodlarından kopartılmış yeni bir birey tiplemesi ve buna bağlı olarak yeni bir toplum inşa etmektir. Bu anlayış, günümüzde İslâm toplumlarında neşv-u nema bulmuş ve önemli bir fikri tehdit olarak karşımızda durmaktadır. İslâm toplumlarının bilimsel geri kalmışlığına pozitivist reçete sunma çabasında olanların, bir bakıma ortaçağ Hıristiyan dünyasında ortaya çıkan Protestanlar arasında önemli ölçüde benzerlikleri vardır. Ancak ifade etmek gerekir ki İslâm, bilgi kaynakları ve muhtevası itibariyle Hıristiyanlıkla mukayese edilmesi nakıs anlayıştır. Bunun bariz sebeplerinden biri, Hıristiyanlığın kavramsal çerçevesi Hz. İsa döneminde ortaya çıkmadığı gibi O’nun getirdiği tevhidi düşünceyi bütünlüklü olarak ihtiva etmediğidir. Aziz Pavlus tarafından ana hatlarıyla kavramsal çerçevesi belirlenmiş olan Hıristiyanlık, her ne kadar tahrif edilmiş ve ilavelerde bulunulmuş İncil’leri esas alsa da, semavî kaynaklı bir din olmayıp bir kültür dinî olarak anlaşılabilir, değerlendirilebilir.
Öte yandan İslâm, bilgi kaynakları ve muhtevası bakımından Hıristiyanlıktan farklılaşsa da, bilimsel gelişmelere cevap vermediğini varsayarak İslâm’ın Protestanlaştırılmasına ilişkin çabaların günümüzde telafisi çok güç bilgisel ve algısal tahribatlara neden olabileceğine dikkat çekmek gerekir. Öyle ki Protestan ahlâkıyla düşünenler, İslâm toplumlarının uzun süreden beridir meydana gelen geri kalmışlığın Müslümanların ve toplumların zihniyet tasavvurlarına değil de, İslâmiyet’in bizatihi öz kaynaklarına dayandırma gayretindeler. Aslında bu gayret, yukarıda ifade edildiği üzere ortaçağ Batı uygarlığında ortaya çıkan Protestan ve modern söylem ile özdeşlik arz eder. Nitekim Protestan ve modern söylem, ortaçağ için Batı uygarlığının gelişiminin önündeki engelin kilise öğretisinden hareketle dinî düşünceyi ileri sürmüşlerdi ve bu düşünce, günümüzde cevval bir şekilde varlığını muhafaza etmektedir. Bu bakış açısı, kadim insanın bilgi arayışının ve dinî düşüncenin bütün muhtevasının hümanizma beslemeli materyalist ve pozitivist düzlemde tekrardan tahlilini gerektiriyordu. Böylece İncil’lerin tekrardan sözü edilen düzlemden hareketle bilimsel gelişmeler ışığında tekrardan yorumlanma çabasına girişilmişti. Netice itibariyle Batı uygarlığında teşekkül olunan yeni zihniyet, insanın dâhil olduğu bütün bilgisel ve varoluşsal alanların yegâne bilgi sağlayanları insanî yetiler üzerinden anlamlandırıldı. Bu demektir ki ilâhî kudret, epistemolojik ve ontolojik araştırma sahalarında arındırılmış ve insan, bir bakıma ilâhî olanı yerine transfer edilmişti. Hıristiyanların cephesinde söz konusu değişim ve dönüşüme imkân sağlayan en önemli etken ise, başta Protestanlar olmak üzere, bir takım Katolikler de dâhil birçok Hıristiyan teoloğun materyalist, mekanik tabiatçı ve geç dönem pozitivist bilimsel gelişmelere ilişkin tutumları olmuştur.
Ortaçağ Batı dünyasındaki insan, tabiat, aşkın olana ve kadim geleneğe ilişkin okuma biçimleri, günümüz İslâm toplumlarında farklı şekillerde kendini göstermiştir, göstermektedir. Burada, İslâm toplumlarının geri kalmışlığını modern bilimsel yaklaşımları esas alarak İslâm dininin kendisiyle ilişkilendiren Protestan ahlâklı modern Müslüman (!) tiplemeleri önemli bir yekûn tutar. İslâm düşünce sisteminin temel sabitelerini yerinden koparmaya çalışan Protestanvarî tutumlar, İslâmî tefekkürü çağdaş bilimsel gelişmelerin ışığında yorumlama gayretindedirler. Fakat Protestan ve ödev ahlâkı kisvesine bürünen modernist Müslüman tiplemelerin ileri sürdükleri mefkûreler, özgünlükten berî olup tarihi çöplükte demode olan yabancı ve şirk sermayeli düşünme tarzlarını tekrardan canlandırmaktan başka bir şey değildir. Bunların ileri sürdükleri nazariyeler, her ne kadar özgünlükten beri olsa da, yine de tevhidi dünyagörüşünün değişim ve dönüşümüne ilişkin çabaları konusunda çok dikkatli ve uyanık olmak gerekir.
Eğer bunların ileri sürdükleri savlara epistemik yöntemler geliştirilmez ise Hıristiyan öğretisinin temel sabitelerini değiştirme ve dönüştürme çabalarının bir prototipini İslâm toplumlarında da netice verebilir. Başka bir ifadeyle Protestan ahlâkıyla İslâm düşünce sistemini dönüştürme ve değiştirme gayretinde olanlara ilişkin ilmî bir önlem alınmazsa, aynı sebepler aynı neticeler doğurur kaidesi gereğince aynı sonucun meydana gelmesi muhtemeldir. Bu nedenle ileri sürülen tezlere karşı İlmiye sınıfı tarafından ilmî reçeteler sunulmalı ve İslâm toplumları konuyla ilgili hassasiyetle aydınlatılmalıdır. Aksi takdirde okuma ve araştırma ruhundan uzaklaşan İslâm toplumunun önemli bir kısmı, İslâmî öğretinin protestanlaştırılmasına ilişkin çabaların kendileri için var olan durumdan bir kurtuluş reçetesi olarak algılamaları kaçınılmaz olabilir. Öyle ki yaşadığımız bu zaman ve mekânda, İslâm’ın protestanlaştırılmasına ilişkin çabaların gizli ve süratli bir şekilde İslâm toplumlarında varlık bulmaya başladığı da rahatlıkla gözlemlenebilir.
Hülâsa İslâm toplumlarının insanın dâhil olabildiği birçok alandan geri kalışının birçok sebep ve hikmeti olmakla birlikte bizce gerileyişin, doğrudan zihniyet tasavvuruyla yakından ilintilidir. Zihniyet idrâki, insanın zihinsel ve fiziksel benliğini kuşatarak bir bakıma onun te’dib etme kabiliyetini ihtiva eder. Bu kabiliyetin inşasında, bilginin işlevsel bir bağlamı vardır. Bu demektir ki edinilen bilgi ve bilgi kaynakları, ne kadar cevval ise inşa edilecek zihniyet de bu denli cevvaldir. Bu bağlamda İslâm toplumlarının bilimsel bilgi diye ifade edilen bilgi tarzından uzaklaşmış olması, zihniyet tasavvurunun İslâmî esaslar üzerinden yeniden inşa edilmesini gerektirir. Bilimsel bilgiyle kastedilen şey, eşyanın hakikatinin bilinmesidir. Bu bilme tarzının kendine münhasır bir metodolojisi ve buna bağlı olarak oluşturulan bilgi nazariyesinin netice verdiği kavramlar yumağı söz konusudur. Öyleyse bilimsel bilgi denilince, Batı uygarlığında teşekkül olunan salt materyalist ve pozitivist bilimsel tefekkür biçimi anlaşılmamalıdır. Bilimsel olanın, küllilik boyutu olmakla birlikte aynı zamanda nisbî, tarihsel, içtimaî ve kültürel bir yönü de vardır. Bilim, bu veçhiyle mutlak anlamda bir bilgi türü olmayıp muhtemel doğru olan bir bilgiyi ve buna bağlı olarak da bilme tarzını ihtiva eder. Bu muhtemel doğru olan bilgi, artık bir bilgi geleneği içinde var olmakta ve böylece varlığını devam ettirir. İslâm toplumları, günümüzde, tevhidi tefekkür metodolojisi ile kadim bilgi gelenekleriyle bağları kopar(tıl)dığından kendine münhasır bir bilgi geleneği ve buna bağlı olarak bir bilim geleneği söz konusu değildir. Bilim geleneği olmadığından özgün kavram ve kuramlarının da olmadığı nazari bir hakikattir. Bu sorunsalın temelinde, az önce ifade edilen bağlam dâhilinde insan, varlık, evren, hakikat ve ahiret gibi bileşenlerin mahiyetini anlamlandıran zihniyete ilişkin tasavvurun problematiği yer alır. Bu problematiğin ortadan kaldırılması hususunda İslâm’ın temel sabitlerinin dezenformasyonuna mahâl vermeden ilmî zihniyetin inşasında esas vazife, ulema sınıfı üzerine düşer. İlmiye sınıfının, spesifik alanlarda komisyonel örgütlemelerle ilmî zihniyetin inşası ve söz konusu alanlara ilişkin tasavvurların geliştirilmesinde, bilhassa çağın biriken bilgi ağının ne’liğini göz önünde bulundurup kadim bilgi geleneğini de esas alarak yeniden şekillendirilmesi ve inşa edilmesi hususunda acil reçeteler ve alternatifler sunması elzemdir. Ancak reçetelerin ve alternatiflerin ilmî düzlemde var olabilirliği, bütünsel bir bağlam dâhilinde çağdaş seküler paradigmanın savlarından daha güçlü ve daha kuşatıcı olmasıyla doğrudan bağlantılıdır.
Siracettin Aslan / İnzar Dergisi – Şubat 2015 (125. Sayı)
(1) geleneğe bütünsel bir bağlılık göstererek çağın bilimsel ve düşünsel gelişmelerine karşın kapalı bir havzada düşünenler;
(2) İslâm medeniyetinin ilmî mirasını ve çağın bilimsel gelişmeleri arasında yeni yaklaşımlarda bulunanlar ve
(3) İslâm medeniyetinin muazzam ilmî mirasını bir bakıma göz ardı ederek geleceği bütünüyle çağdaş bilimsel gelişmelerde arayanlar, şeklinde mülahaza edilebilir.
Birinci yaklaşım, bizce, İslâm dünyasında nitelikli bilim insanlarının yetiştirilmesi başta olmak üzere iktisat, siyaset nazariyeleri ve sosyo-kültürel gelişim konusunda külli bir tavır sergilemekten nakıstır. Bu yaklaşımın temelinde, kapalı dünyagörüşü ve bir toplum idraki yer aldığı söylenebilir. Bu bakımdan denilebilir ki bütün yönleriyle küreselleşmenin konuşulduğu asrımızda, dışa kapalı olan dünya görüşlerinin ve toplum tasavvurlarının kendi kendilerini yontarak ontolojik varoluşlarını tehlikeye sürüklemektedir. Dolayısıyla asrın bilimsel ve düşünsel paradigması üzerine fikir yürütmeyen bir aklın, dünyanın gerçeklikleri hakkında bilgiye dayalı aydınlık yarınlara ilişkin bir şey ifade edemeyeceği ve taşımayacağı kanaatindeyim.
Geçmiş ile gelecek arasında terkibi bağlantıyı gaye edinen yaklaşımlar (2) ise, İslâm ümmetinin içinde bulunduğu zihinsel handikapları ve bilimsel gerileyişleri ortadan kaldırmak için yeni kapılar aralama gayretinde olduğu söylenebilir. İslâm medeniyet mirasına sahip çıkan bu bakış açısı, İngiliz-Yahudi uygarlığının hasılatları olan siyaset, iktisat ve bilimsel nazariyeler gibi bağlamları bakımından çağdaş paradigmaya bir meydan okumadır. Ancak bu meydan okuma, varoluşsal gayesini salt bunlarla sınırlandırmaz, sınırlandırması halinde külli olmaktan çıkacak ve zaman ve mekâna göre pozisyon geliştiren dar bir çerçeveye kendini sıkıştırmış olacaktır. Vasat bir seyri olan söz konusu yaklaşım, İslâm düşüncesinin temel bilgi kaynaklarını referans alarak ve bilhassa vahyi ilham ve seçkin bir kaynak şeklinde belleyerek çağın ruhuna uygun ve İslâm dünyasının beklentileri doğrultusunda nazariyeler geliştirme çabasındadır. Ancak bu çaba, günümüzde sistematik halde olmayıp mahallî düzeyde inşa faaliyetlerinde bulunduğu söylenebilir.
Üçüncü yaklaşıma gelindiğinde, bu yaklaşımın, İslâm dünyasının söz konusu edilen alanlarda geri kalışını umumî olarak İslâm düşüncesinin ana bileşenlerini oluşturan vahiy başta olmak üzere bilgi kaynaklarının eleştirisini yaparak tevhidi dünyagörüşünü problematik bir şekilde ele aldığı görülmektedir. Bu tutum, bazen aşikâr olarak sergilendiği gibi bazen de İslâm toplumlarının düşünsel ve kültürel havzasının cevval konumundan ötürü çoğunlukla gizli olarak tavır almaktadır. Burada temel gaye, İslâm dünyasının yeniden kalkındırılması ve yeniden dünyaya hâkim kılma çabasından ziyade çağdaş paradigmanın inşa ettiği doğrultuda tevhidi dünyagörüşünün düşünsel kodlarından kopartılmış yeni bir birey tiplemesi ve buna bağlı olarak yeni bir toplum inşa etmektir. Bu anlayış, günümüzde İslâm toplumlarında neşv-u nema bulmuş ve önemli bir fikri tehdit olarak karşımızda durmaktadır. İslâm toplumlarının bilimsel geri kalmışlığına pozitivist reçete sunma çabasında olanların, bir bakıma ortaçağ Hıristiyan dünyasında ortaya çıkan Protestanlar arasında önemli ölçüde benzerlikleri vardır. Ancak ifade etmek gerekir ki İslâm, bilgi kaynakları ve muhtevası itibariyle Hıristiyanlıkla mukayese edilmesi nakıs anlayıştır. Bunun bariz sebeplerinden biri, Hıristiyanlığın kavramsal çerçevesi Hz. İsa döneminde ortaya çıkmadığı gibi O’nun getirdiği tevhidi düşünceyi bütünlüklü olarak ihtiva etmediğidir. Aziz Pavlus tarafından ana hatlarıyla kavramsal çerçevesi belirlenmiş olan Hıristiyanlık, her ne kadar tahrif edilmiş ve ilavelerde bulunulmuş İncil’leri esas alsa da, semavî kaynaklı bir din olmayıp bir kültür dinî olarak anlaşılabilir, değerlendirilebilir.
Öte yandan İslâm, bilgi kaynakları ve muhtevası bakımından Hıristiyanlıktan farklılaşsa da, bilimsel gelişmelere cevap vermediğini varsayarak İslâm’ın Protestanlaştırılmasına ilişkin çabaların günümüzde telafisi çok güç bilgisel ve algısal tahribatlara neden olabileceğine dikkat çekmek gerekir. Öyle ki Protestan ahlâkıyla düşünenler, İslâm toplumlarının uzun süreden beridir meydana gelen geri kalmışlığın Müslümanların ve toplumların zihniyet tasavvurlarına değil de, İslâmiyet’in bizatihi öz kaynaklarına dayandırma gayretindeler. Aslında bu gayret, yukarıda ifade edildiği üzere ortaçağ Batı uygarlığında ortaya çıkan Protestan ve modern söylem ile özdeşlik arz eder. Nitekim Protestan ve modern söylem, ortaçağ için Batı uygarlığının gelişiminin önündeki engelin kilise öğretisinden hareketle dinî düşünceyi ileri sürmüşlerdi ve bu düşünce, günümüzde cevval bir şekilde varlığını muhafaza etmektedir. Bu bakış açısı, kadim insanın bilgi arayışının ve dinî düşüncenin bütün muhtevasının hümanizma beslemeli materyalist ve pozitivist düzlemde tekrardan tahlilini gerektiriyordu. Böylece İncil’lerin tekrardan sözü edilen düzlemden hareketle bilimsel gelişmeler ışığında tekrardan yorumlanma çabasına girişilmişti. Netice itibariyle Batı uygarlığında teşekkül olunan yeni zihniyet, insanın dâhil olduğu bütün bilgisel ve varoluşsal alanların yegâne bilgi sağlayanları insanî yetiler üzerinden anlamlandırıldı. Bu demektir ki ilâhî kudret, epistemolojik ve ontolojik araştırma sahalarında arındırılmış ve insan, bir bakıma ilâhî olanı yerine transfer edilmişti. Hıristiyanların cephesinde söz konusu değişim ve dönüşüme imkân sağlayan en önemli etken ise, başta Protestanlar olmak üzere, bir takım Katolikler de dâhil birçok Hıristiyan teoloğun materyalist, mekanik tabiatçı ve geç dönem pozitivist bilimsel gelişmelere ilişkin tutumları olmuştur.
Ortaçağ Batı dünyasındaki insan, tabiat, aşkın olana ve kadim geleneğe ilişkin okuma biçimleri, günümüz İslâm toplumlarında farklı şekillerde kendini göstermiştir, göstermektedir. Burada, İslâm toplumlarının geri kalmışlığını modern bilimsel yaklaşımları esas alarak İslâm dininin kendisiyle ilişkilendiren Protestan ahlâklı modern Müslüman (!) tiplemeleri önemli bir yekûn tutar. İslâm düşünce sisteminin temel sabitelerini yerinden koparmaya çalışan Protestanvarî tutumlar, İslâmî tefekkürü çağdaş bilimsel gelişmelerin ışığında yorumlama gayretindedirler. Fakat Protestan ve ödev ahlâkı kisvesine bürünen modernist Müslüman tiplemelerin ileri sürdükleri mefkûreler, özgünlükten berî olup tarihi çöplükte demode olan yabancı ve şirk sermayeli düşünme tarzlarını tekrardan canlandırmaktan başka bir şey değildir. Bunların ileri sürdükleri nazariyeler, her ne kadar özgünlükten beri olsa da, yine de tevhidi dünyagörüşünün değişim ve dönüşümüne ilişkin çabaları konusunda çok dikkatli ve uyanık olmak gerekir.
Eğer bunların ileri sürdükleri savlara epistemik yöntemler geliştirilmez ise Hıristiyan öğretisinin temel sabitelerini değiştirme ve dönüştürme çabalarının bir prototipini İslâm toplumlarında da netice verebilir. Başka bir ifadeyle Protestan ahlâkıyla İslâm düşünce sistemini dönüştürme ve değiştirme gayretinde olanlara ilişkin ilmî bir önlem alınmazsa, aynı sebepler aynı neticeler doğurur kaidesi gereğince aynı sonucun meydana gelmesi muhtemeldir. Bu nedenle ileri sürülen tezlere karşı İlmiye sınıfı tarafından ilmî reçeteler sunulmalı ve İslâm toplumları konuyla ilgili hassasiyetle aydınlatılmalıdır. Aksi takdirde okuma ve araştırma ruhundan uzaklaşan İslâm toplumunun önemli bir kısmı, İslâmî öğretinin protestanlaştırılmasına ilişkin çabaların kendileri için var olan durumdan bir kurtuluş reçetesi olarak algılamaları kaçınılmaz olabilir. Öyle ki yaşadığımız bu zaman ve mekânda, İslâm’ın protestanlaştırılmasına ilişkin çabaların gizli ve süratli bir şekilde İslâm toplumlarında varlık bulmaya başladığı da rahatlıkla gözlemlenebilir.
Hülâsa İslâm toplumlarının insanın dâhil olabildiği birçok alandan geri kalışının birçok sebep ve hikmeti olmakla birlikte bizce gerileyişin, doğrudan zihniyet tasavvuruyla yakından ilintilidir. Zihniyet idrâki, insanın zihinsel ve fiziksel benliğini kuşatarak bir bakıma onun te’dib etme kabiliyetini ihtiva eder. Bu kabiliyetin inşasında, bilginin işlevsel bir bağlamı vardır. Bu demektir ki edinilen bilgi ve bilgi kaynakları, ne kadar cevval ise inşa edilecek zihniyet de bu denli cevvaldir. Bu bağlamda İslâm toplumlarının bilimsel bilgi diye ifade edilen bilgi tarzından uzaklaşmış olması, zihniyet tasavvurunun İslâmî esaslar üzerinden yeniden inşa edilmesini gerektirir. Bilimsel bilgiyle kastedilen şey, eşyanın hakikatinin bilinmesidir. Bu bilme tarzının kendine münhasır bir metodolojisi ve buna bağlı olarak oluşturulan bilgi nazariyesinin netice verdiği kavramlar yumağı söz konusudur. Öyleyse bilimsel bilgi denilince, Batı uygarlığında teşekkül olunan salt materyalist ve pozitivist bilimsel tefekkür biçimi anlaşılmamalıdır. Bilimsel olanın, küllilik boyutu olmakla birlikte aynı zamanda nisbî, tarihsel, içtimaî ve kültürel bir yönü de vardır. Bilim, bu veçhiyle mutlak anlamda bir bilgi türü olmayıp muhtemel doğru olan bir bilgiyi ve buna bağlı olarak da bilme tarzını ihtiva eder. Bu muhtemel doğru olan bilgi, artık bir bilgi geleneği içinde var olmakta ve böylece varlığını devam ettirir. İslâm toplumları, günümüzde, tevhidi tefekkür metodolojisi ile kadim bilgi gelenekleriyle bağları kopar(tıl)dığından kendine münhasır bir bilgi geleneği ve buna bağlı olarak bir bilim geleneği söz konusu değildir. Bilim geleneği olmadığından özgün kavram ve kuramlarının da olmadığı nazari bir hakikattir. Bu sorunsalın temelinde, az önce ifade edilen bağlam dâhilinde insan, varlık, evren, hakikat ve ahiret gibi bileşenlerin mahiyetini anlamlandıran zihniyete ilişkin tasavvurun problematiği yer alır. Bu problematiğin ortadan kaldırılması hususunda İslâm’ın temel sabitlerinin dezenformasyonuna mahâl vermeden ilmî zihniyetin inşasında esas vazife, ulema sınıfı üzerine düşer. İlmiye sınıfının, spesifik alanlarda komisyonel örgütlemelerle ilmî zihniyetin inşası ve söz konusu alanlara ilişkin tasavvurların geliştirilmesinde, bilhassa çağın biriken bilgi ağının ne’liğini göz önünde bulundurup kadim bilgi geleneğini de esas alarak yeniden şekillendirilmesi ve inşa edilmesi hususunda acil reçeteler ve alternatifler sunması elzemdir. Ancak reçetelerin ve alternatiflerin ilmî düzlemde var olabilirliği, bütünsel bir bağlam dâhilinde çağdaş seküler paradigmanın savlarından daha güçlü ve daha kuşatıcı olmasıyla doğrudan bağlantılıdır.
Siracettin Aslan / İnzar Dergisi – Şubat 2015 (125. Sayı)