Dilin Hep Allah'ı Zikretsin
Abdullah bin Büsr radıyallahu anh şöyle dedi:
Bir adam Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’e hitâben:
- "Yâ Resûlallah! İslâmiyet’in emirleri çoğaldı. Bana sıkı sıkıya yapışacağım bir şey söyle" dedi. O da:
- “Dilin Allah’ı zikretmekle hep ter-u taze olsun!” buyurdu. (Tirmizî, İbn-u Mâce)
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem istekte bulunan bu zata belli bir yere, belli bir zamana, belli bir hâle bağlı olmadan, hatta gençlik veya yaşlılık farkı gözetmeden her çağda yapabileceği bir nâfile ibadeti, zikrullahı tavsiye etti. Efendimiz bu ifadesiyle, herkesin zorlanmadan kolayca söyleyebileceği zikirleri tekrarlamasını öğütlemektedir. Bu durumda kimsenin zikretmemek için bir bahânesi kalmamaktadır.
"Zikr", hatırlayıp anmak demektir. "Zikr" Kuran-ı kerim`in isimlerindendir ve namaza da kuran-ı kerimde "zikr" denilmiştir. O halde insan Allah’ı ya diliyle zikreder; Kur’an okumak, dua etmek, Allah Teâlâ’yı güzel isimleriyle anmak gibi; ya kalbiyle zikreder; Allah Teâlâ’nın varlığını gösteren delilleri, yani kâinâtı ve Kur’an’da sözü edilen her şeyi düşünmek gibi; yahut bedeniyle zikreder; namaz başta olmak üzere bedenle yapılması gereken bütün görevleri yapmak gibi. Burada kastedilen ilk iki şekildir. Ancak her ne suretle olursa olsun Allah’ı zikretmek en değerli ibadettir.
Allah Teâlâ buyuruyor: “…ve Allah’ı zikretmek en büyük şeydir” (Ankebût: 45)
Ebü’d-Derdâ radıyallahu anh’den rivayet edilmiştir. Dedi ki: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ashâbına:
- “Size en hayırlı, Allah katında en değerli, derecenizi en fazla yükseltecek, sizin için sadaka olarak altın ve gümüş dağıtmaktan daha kazançlı, düşmanla karşılaşıp da sizin onların boynunu vurmanızdan, onların da sizi öldürmesinden daha çok sevap getirecek amelin ne olduğunu haber vereyim mi? diye sordu. Onlar da:
- Evet, söyle dediler. Resûl-i Ekrem de:
- “Allah Teâlâ’yı zikretmektir” buyurdu. (Tirmizî, İbn-u Mâce)
İnsanın en değerli iki şeyi vardır. Biri malı, diğeri de canıdır. Hadis-i şerif zikrullah’ın, Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğunu kazanmak için fedâ edilecek candan da, bu uğurda sarfedilecek maldan da değerli olduğunu, insana daha çok sevap kazandıracağını göstermektedir. Muâz bin Cebel radiyallahu anh, İnsanı Allah’ın azâbından, zikrullahtan daha iyi kurtaracak bir şeyin bulunmadığını söylemektedir (Tirmizî)
İzzeddin bin Abdüsselâm’ın (rahmetullahi aleyh) dediğine göre, bu hadis, bütün ibadetlerde sevabın, çekilen zahmete ve yorgunluğa bakılarak verilmeyeceğini ortaya koymaktadır. Diğer bir söyleyişle Allah Teâlâ, çok amele vereceği sevaptan daha fazlasını bazan az bir amele de verebilir.
Zürkânî, zikrullahın üstünlüğünü şöyle açıklar: "İnfak ve düşmanla savaş gibi diğer ibadetler Allah`a yaklaşmada vâsıtalar ve vesilelerdir. Hâlbuki zikr en yüce maksaddır. zikrullahın başı Lailâhe illallah`tır. Bu en üstün kelimedir. İslâm çarkının etrafında döndüğü mihverdir. İslâm`ın diğer rükünlerinin üzerine oturduğu kâidedir. İmanın en âli şûbesi ve hatta imanın diğer rükünlerini de içine alan bütündür "İnsanlara söyle: "Bana ilâhınızın tek bir ilâh olduğu vahyolunuyor" (Fussilet 6) âyeti de ifâde ediyor ki vahy, tevhîd üzerine tekâsüf etmektedir. Çünkü vahiyden en büyük maksad tevhîdin takriridir. Diğer maksadlar tevhide tâbi durumundadırlar.
İbnu Hacer der ki: "Burada zikirden maksad kâmil zikirdir, bu ise dille zikrederken kalble hamdetmeyi ve zihnen de Allah`ın azametini tefekkür etmeyi beraberce sağlayan câmî bir zikirdir. İşte böylesi bir zikre hiçbir şey muâdil olamaz. Cihâd vs.`nin üstünlüğü sadece dille yapılan zikre nisbetledir. (Kütüb-i sitte açıklamasından)
Demek ki zikrullahı böylesine değerli kılan, Allah’ı âdetâ görürcesine ve O’nun huzurunda olduğunu hissedercesine bir şuur haliyle yapılmasıdır. Dil Allah’ı zikrederken kalbin de ona katılması insanı âdeta melekleştirir. Hatta onun meleklerden de üstün bir seviyeye çıkmasına imkân hazırlar. Zira böyle bir şuur haliyle Allah’ı zikreden kimse, devamlı surette Rabbiyle beraber olduğu için ne bir fenalık düşünebilir ne de elinden kötülük gelir. (Riyazussalihin açıklamasından)
Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Kulum Beni zikrettiği zaman onunla beraberim. Eğer beni kendi nefsinde (yalnız başına) anarsa, ben de onu (kendi nefsimde) yalnız anarım Şayet beni bir topluluk içinde anarsa, ben de onu daha hayırlı bir topluluk içinde anarım.” (Buhârî, Müslim, Tirmizî, İbn-u Mâce)
Bu kudsi hadis-i şerifte geçen “Kulum beni zikrettiği zaman onunla beraberim” ifadesinin anlamı, ona yardım ederim, onu başta şeytan olmak üzere her türlü kötülükten korurum, ayrıca onun sözlerine değer verir, dualarını kabul ederim, demektir.
“Eğer beni kendi nefsinde anarsa, ben de onu kendi katımda anarım” demek, beni kimse duymayacak şekilde içinden anarsa, bu hareketinden memnun olur ve onun mükâfâtını bizzat ben, uygun göreceğim şekilde gizlice veririm, demektir.
Allah Teâlâ yukarıdaki iltifatının devamında “Şayet beni bir topluluk içinde anarsa, ben de onu daha hayırlı bir topluluk içinde anarım” buyurmakla, kendisini mü’minlerle beraber anacak olan kulunu, günahsız, tertemiz, herkesten daha çok ibadet eden ve ilâhî sırlara vâkıf olan seçkin meleklerinin yanında, belki de peygamberlerinin huzurunda anmak suretiyle mükâfâtlandıracağını îmâ etmektedir. “Beni anın ki, ben de sizi anayım” [Bakara sûresi: 152] âyetiyle işaret buyurulan anma işte budur. Siz beni hürmetle anın, ben de sizi nimetlerimi istifadenize vererek anayım, demektir. (Riyazüssalihin açıklaması: heyet)
Allah Teâlâ`yı zikreden gönüller diri ve canlıdır. Diri olan kalbin sahibi de diri olur.
Ebû Mûsâ el-Eş‘arî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Rabbini zikredenle etmeyenin farkı, diriyle ölünün farkı gibidir.” (Buhârî)
“İçinde Allah’ın anıldığı ev ile Allah’ın anılmadığı evin farkı, diriyle ölünün farkı gibidir.” (Müslim)
Resûlullah Efendimiz, Cenâb-ı Hakk’ın ism-i şerîfi ve zikr-i cemîliyle parıldayan mü’min gönülleri, damarlarında kan dolaşan diri vücutlara benzetmiştir. Allah’ı zikretmediği için paslanan ve mânevî kirlerle örtülen gafil kalbleri de ölülerin hareketsiz bedenlerine benzetmiştir. Demekki zikir kalplerin canı, ruhu ve hayatıdır.
Günün muhtelif saatlerinde ibadet mecburiyetinin getirilmesi yani sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarının kılınması kalpleri diri tutmak içindir. Bu zorunlu ibadetler kalbin can suyudur. Kalbin daha huzurlu olması, mevlâsını daha fazla anmasıyla mümkündür. Kur`ân-ı Kerîm’de, Allah’a yönelen ve doğru yola eren kimselerden söz edilirken “Bunlar iman edip kalpleri Allah’ın zikriyle huzur bulan kimselerdir; haberiniz olsun ki, kalpler sadece Allah’ın zikriyle huzur bulur” [Ra‘d sûresi: 28] buyurulması bu gerçeği göstermektedir.
Kalpleri kaplara benzetmek de mümkündür. Boş sandığımız bir kap, esasen boş olmayıp hava ile doludur. İçine sıvı doldurduğumuz zaman, kaptaki hava yerini sıvıya bırakır. Kalpleri de ya Allah’ın zikri veya şeytanın oyunları meşgul eder. Bunun değişmez bir ilâhî kanun olduğunu şu âyet-i kerîme açıkça göstermektedir: “Kim Allah’ın uyarısına karşı gözlerini kaparsa, yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz” [Zuhruf sûresi: 36]. Demek ki kalpler hiçbir zaman boş kalmaz. Orayı ya zikrullah veya gaflet doldurur. Şu halde şeytana fırsat vermemek ve böylece gülleri hiç solmayan ebedî hayatı kazanmak için ebedî olan Allah’ın zikriyle gönülleri canlı ve diri tutmak gerekir.
Müslim`in rivayetindeki “İçinde Allah’ın anıldığı ev ile Allah’ın anılmadığı evin farkı diriyle ölünün farkı gibidir” ifadesiyle Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem evin kendisini değil içinde oturanları kastetmiştir.
Resûlullah Efendimiz "Namazınızın bir kısmını evlerinizde kılınız da oraları kabirlere çevirmeyiniz" buyurmuş ve kendi evi mescide bitişik olduğu halde, özellikle sünnet namazları evinde kılmıştır. Yine “Evlerinizi kabirlere çevirmeyiniz. Şüphesiz şeytan, içinde Bakara sûresi okunan evden kaçar” diye uyarmıştır. Şu halde evlerimizi canlandırmanın, oraları bir kabir olmaktan kurtarmanın yolu, içinde ibadet etmek, namaz kılmak, Kur’an okumak ve Allah’ı anmaktır.
Allahı Zikredenler En Hayırlı Kimselerdir.
Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
- “Müferridler öne geçti” buyurdu. Bunun üzerine sahâbîler:
- Müferridler ne demektir, yâ Resûlallah? diye sordular. Resûl-i Ekrem de:
- “Allah’ı çok anan erkeklerle kadınlardır” buyurdu. (Müslim, Tirmizî)
Bir defasında Allah`ın Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem Medine’den Mekke’ye gidiyor veya Mekke’den Medine’ye dönüyordu. Medine’den bir günlük mesafede bulunan Cümdân dağına gelince yanındakilere:
- “Yürüyün, bu Cümdân dağıdır. Müferridler öne geçti” buyurdu. Ashâb-ı kirâm, akrânı ölüp yalnız kalan yani yetîmü’l-akrân olanlara "müferrid" veya "müfrid" dendiğini biliyorlardı. Allah’ın rızâsını kazanmak ve yüksek dereceler elde ederek öne geçmekle bunların ne ilgisi vardı? Resûl-i Ekrem bu sözle acaba hangi davranışı kastetmişti? Allah’ın rızâsını kazanma hususunda kimseden geri kalmamayı, hatta bu konuda en önde olmayı kendilerine şiar edinen ashâb-ı kirâm, müferrid ne demekse öğrenip öyle olmak için:
- Müferridler ne demektir, yâ Resûlallah? diye merakla sordular. Resûl-i Zîşân müferridleri şöyle tanıttı:
- Onlar “Allah’ı çok anan erkeklerle kadınlardır.”
Böylece sahâbîler müferridlerin bütün varlığıyla Allah’a yönelen, sadece ve sadece O’na ihlâsla ibadet eden, dünyanın maddî zevk ve lezzetlerini bir yana atan, eskiyen ve solan güzellikleri elleriyle bir köşeye iten, Allah’ı zikretmeyi, O’nu fikretmeyi en büyük zenginlik kabul eden, vakitlerinin çoğunu zikrullah ile geçiren erkekler ve kadınlar olduğunu öğrendiler.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem müferridleri ve onların elde edeceği mânevî kazancı şöyle dile getirdi:
“Müferridler Allah’ı zikretmeye düşkün olan kimselerdir. Zikir onların sırtlarındaki günah yüklerini indirdiği için kıyamet günü hafiflemiş olarak gelirler” (Tirmizî). (Riyazussalihin açıklaması)
Zikir Halkalarının Fazileti
Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Allah Teâlâ’nın yollarda dolaşıp zikredenleri tesbit eden melekleri vardır. Bunlar Cenâb-ı Hakk’ı zikreden bir topluluğa rastladıkları zaman birbirlerine “Gelin! Aradıklarınız burada!” diye seslenirler ve o zikredenleri dünya semâsına varıncaya kadar kanatlarıyla çevirip kuşatırlar. Bunun üzerine Allah Teâlâ, meleklerden daha iyi bildiği halde yine de onlara:
- “Kullarım ne diyor?” diye sorar. Melekler:
- Sübhânallah diyerek seni ulûhiyyetine yakışmayan sıfatlardan tenzih ediyorlar, Allâhü ekber diye tekbir getiriyorlar, sana hamd ediyorlar ve senin yüceliğini dile getiriyorlar, derler. Konuşma şöyle devam eder:
- “Peki onlar beni gördüler mi ki?”
- Hayır, vallahi seni görmediler.
- “Beni görselerdi ne yaparlardı?”
- Şayet seni görselerdi sana daha çok ibadet ederler, şânını daha fazla yüceltirler, ulûhiyyetine yakışmayan sıfatlardan seni daha çok tenzih ederlerdi.
- “Kullarım benden ne istiyorlar?”
- Cennet istiyorlar.
- “Cenneti görmüşler mi?”
- Hayır, yâ Rabbi! Vallahi onlar cenneti görmediler.
- “Ya cenneti görseler ne yaparlardı?”
- Şayet cenneti görselerdi onu büyük bir iştiyakla isterlerdi, onu elde etmek için büyük gayret sarfederlerdi.
- Bunlar Allah’a hangi şeyden sığınıyorlar?”
- Cehennemden sığınıyorlar.
- “Peki cehennemi gördüler mi?”
- Hayır, vallahi onlar cehennemi görmediler.
- “Ya görseler ne yaparlardı?”
- Şayet cehennemi görselerdi ondan daha çok kaçarlar, ondan pek fazla korkarlardı.
Bunun üzerine Allah Teâlâ meleklerine:
- “Sizi şahit tutarak söylüyorum ki, ben bu zikreden kullarımı bağışladım” buyurur. Meleklerden biri:
- Onların arasında bulunan falan kimse esasen onlardan değildir. O buraya bir iş için gelip oturmuştu, deyince Allah Teâlâ şöyle buyurur:
- “Orada oturanlar öyle iyi kimselerdir ki, onların arasında bulunan kötü olmaz.” (Buhârî, Müslim, Tirmizî, Ahmed)
“Allah’ı zikredenler” yani namaz kılan, Kur’an okuyan, hadis okuyan, Allah’a dua eden, ilim tahsil eden, ilmî sohbetler yapan kimseleri ziyaret etmek ve onların sohbetlerini dinlemek üzere vazifelendirilmiş melekler vardır. Bunların dünya semâsına kadar, bir rivayete göre tâ arşa kadar birbirinin üstünde durdukları, bu bahtiyar insanları arayan diğer melekleri de haberdâr ettikleri, o zikir meclisindekilere kol kanat gerdikleri ve sohbetlerine kulak verdikleri belirtilmektedir.
Allah Teâlâ kullarının ne yaptığını meleklerden daha iyi bildiği halde yine de onlara “Kullarım ne diyor?” diye sormakla bir nevi târizde bulunmaktadır. Bilindiği üzere Allah Teâlâ meleklerine yeryüzünde bir halife yaratacağını haber verdiği zaman melekler, "yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek birini mi yaratacaksın; zaten biz sana hamdü senâ ediyoruz, ulûhiyyetine yakışmayan sıfatlardan seni tenzih ediyoruz" demişlerdi [Bakara sûresi 30]. Cenâb-ı Hak kendisini zikreden kulları hakkında meleklere muhtelif sorular sorup onlardan cevaplar almak suretiyle âdetâ onlara, görüyorsunuz ya, kullarımın arasında işte böyleleri de var. Onlar beni zikretme hususunda meleklerden farksızdır, demiş olmaktadır.
Cenâb-ı Hakk’ın meleklerini mahcup etmemek için söylemediği ve fakat onların çok iyi bildiği bir diğer husus da, bütün vazifeleri Allah’ı zikretmek olan meleklerin insanlar gibi şeytanın vesvesesine ve baştan çıkarmasına muhatap olmamasıdır. Allah’ı zikreden bu kimseler şeytanın bütün düzenlerini bertaraf ederek Allah’ın rızâsını kazanmak için orada toplandıklarına göre, onların Cenâb-ı Mevlâ katındaki yeri ve değeri çok üstündür.
Bu hadîs-i şerîf, biraz önce geçen hadiste gördüğümüz ilâhî vaad ve müjdenin hoş bir örneğidir. Bilindiği üzere Allah Teâlâ “Şayet (kulum) beni bir topluluk içinde anarsa, ben de onu daha hayırlı bir topluluk içinde anarım” buyurmaktadır.
Zikir meclisinde bulunmayı düşünmediği halde, her ne sebeple olursa olsun onların arasına katılmaktan dolayı ilâhî affa kavuşan insanın durumu, Allah’ı anıp zikreden kimselerle beraber olmanın kişiye kazandıracağı imkânı ve fazileti göstermektedir. Güzel koku satıcısının yanında bulunan kimse, koku satın almasa bile etrafa yayılan güzel kokulardan nasıl faydalanırsa, iyi insanlarla oturup kalkan kimse de şu veya bu şekilde onların iyiliklerinden istifade eder. (Riyazussalihin açıklaması)
Yine Ebû Hüreyre ile Ebû Saîd el-Hudrî radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Bir topluluk Allah’ı zikretmek üzere bir araya gelirse melekler onların etrafını sarar; Allah’ın rahmeti onları kaplar; üzerlerine sekînet iner ve Allah Teâlâ onları yanında bulunanlara över.” (Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî, İbn-u Mâce)
Sekîne, hadislerde, değişik şartlarda sıkca gelmiş bir tâbirdir. Her bir durumda farklı mânalarda kullanılmıştır. Burada, sekîne`nin "rahmet, vakar ve itminan" mânalarında olabileceği söylenmiştir. Zikreden mü’minlerin üzerine "sekînet inmesi" onları Allah’ın rahmetinin kuşatacağı ve bu sebeple gönüllerine derin bir huzur ve itmi’nan geleceği, kalplerindeki sıkıntının gideceği, Allah’a olan saygılarının daha artacağı anlatılmaktadır.
Hadiste zikir için toplanma mahalli belirlenmemiştir. Öyle ise mescidler, medreseler, evler, kırlar, dükkanlar vs. olabilirler. Sâdece "mescidler" olarak kayıtlamak eksik olur. Mescidlerin kapalı olduğu saatlerde mescidlerin uzak bulunduğu yerlerde bu fazîleti elde etmek için Müslümanların ev, dükkan, kır, bahçe gibi zamana zemine göre en uygun fırsatları değerlendirmeleri gerekir. Mü`minler evlerini bir zikir meclisine çevirebilirler: Ev halkı ile her gün belli bir zamanda zikrullah yapılabileceği gibi, yakın akrabalar, yakın komşular, yakın meslekdaşlar gibi kişinin samimi alâka duyduğu kimselerle de haftalık veya aylık veya on beş günlük... belli saat ve günlerde biraraya gelecekleri zikir meclisleri teşkil edilebilir.
Zikir meclisi deyince, sadece tesbîhat, Kur`an okunan meclis anlaşılmamalıdır. Dinî ilimlerin mübâhase edildiği meclisler, mâlâyâniyata, mü`minlerin gıybetine yer vermemek şartıyla nezîh bir hava içerisinde geçen sohbet meclisleri de, zaman zaman yer verilecek salâtu selâm ve besmele gibi zikirlerle, bir nevi "zikir meclisi" mânası içinde mütâlaa edilebilir.
Mü`min, boşa geçen mâlâyâni şeylerle tükenen hayatını irâdî bir disipline sokarak daha faydalı hale getirebilir. Hem bu iş sadece erkeklere has değildir. Söylenen mânâdaki meclisleri kadınlar da kendi aralarında teşkil etmelidirler. (Kütüb-i Sitte)
Şu halde nerede olursa olsun mü’minler bir araya gelip kendilerine Allah’ı hatırlatan, O’nun kudretini düşündüren, O’nun lutuflarını anmaya vesile olan sohbetler yapmalı, Kur’an okumalı ve hep birlikte Cenâb-ı Mevlâ’nın rahmetini aramalıdır.
İlim öğrenmek, Kur’an okumak, hadislerin aydınlığında ruhları yüceltmek gibi ulvî maksatlarla bir araya gelip Allah’ı zikreden kimseler, Cenâb-ı Hakk’ın hem takdirini hem de rızâsını elde ederler.
Her Durumda Allah`ı Zikretmek
Hz. Âişe radıyallahu anhâ validemiz şöyle dedi:
"Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’yı her halinde zikrederdi." (Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî, İbn-u Mâce)
Yukarıda zikredilenlerden de anlaşıldığı gibi kulluğun en üstünü, Cenâb-ı Hakk’ı her an anmak, O’nu dilinden düşürmemektir. Kulların en üstünü olan Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de işte bu sebeple yürürken, otururken, yatarken, bineğinin üzerinde bir yere giderken, abdestli iken, abdestsizken; her halinde Allah’ı anardı. Allah’ı her an kalbiyle anmak yani O’nu kalbinden çıkarmamak en önemli zikirdir. Cenâb-ı Hakk’ı çok anmayı emreden âyetlerde işte bu hal anlatılmak istenmiştir.
İnsanın her an ve her durumda Allah’ı anabileceğini söyleyen İslâm âlimleri, yalnız cünüp veya hayızlı iken yani boy abdesti almayı gerektiren bir durumda veya âdet görmekte iken Kur’an okunup okunamayacağı konusunda ihtilâf etmişlerdir. Âlimlerimizin büyük çoğunluğu (cumhur) cünüp ve hayızlı olanların Kur’an okumasını haram saymışlardır. Ama insanın bu durumda iken bile içinden Kur’an okumasında, zikir ve dua niyetiyle "bismillâh" veya "elhamdülillâh" demesinde bir sakınca görmemişlerdir. İmam Mâlik hayızlı kadınların Kur’an okumasının câiz olduğunu söylemiştir. Cünüp ve hayızlı kimsenin yarım âyet okuyabileceği, hatta âdet gören bir hanım öğretmenin âyetleri kesik kesik yani kelime kelime okuyabileceği kabul edilmiştir. Abdest bozarken ve cinsel temasta bulunurken diliyle Allah’ı zikretmek de doğru değildir (mekrûhtur). Kalbiyle zikretmeye ise hiçbir durum engel değildir.
Zikirsiz Meclislerin Noksanlığı
Ebû Hüreyre radıyallâhu anh anlatıyor: "Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdular ki: "Kim bir yere oturur ve orada Allah`ı zikretmez (ve hiç zikretmeden kalkar) ise Allah`tan ona bir noksanlık vardır. Kim bir yere yatar, orada Allah`ı zikretmezse, ona Allah`tan bir noksanlık vardır. Kim bir müddet yürür ve bu esnâda Allah`ı zikretmezse, Allah`tan ona bir noksanlık vardır." (Ebû Dâvud, Tirmizî, Hadisin metni Ebû Dâvud`a aittir. Sondaki ziyade İbnu Hibbân`ın Mevârid`inden alınmadır)
Tirmizî`nin rivayeti ise şöyledir: "Bir cemaat bir yerde oturur ve fakat orada Allah`ı zikretmez ve nebîlerine salât okumazlarsa, üzerlerine bir ceza vardır. (Allah) dilerse onları azablandırır, dilerse mağfiret eder."
Hadis, bu durumlarda, Allah zikredilmediği takdirde, hâsıl olan taksirâtın, daha önceki günahlara dahil edilip -kıyamet günü- hep beraber cezaya vesile kılınacağını ifâde ederken, Allah zikredildiği takdirde önceki kusurların da affa mazhar olabileceğine, bu zikrin önceki günâhların da affına bir sebep kılınabileceğine îmâ etmekte ve mü`minleri yaşanan her çeşit durumlarda Allah`ı zikretmeye teşvik etmektedir.
Hadiste şu mâna da vardır: "Mü`min yalnız bile olsa oturma, kalkma, yürüme, yatma gibi herçeşit ahvâlinde zikrullaha yer vermeli, değişen ahvalini en azından bir besmele, bir hamdele ile başlatmalıdır. Oturmuş iken kalkmak veya yatmak veya yürümek yahut da yürümekte iken oturmaya geçmek... Bütün bunlar durumlamızın değişmesidir. Öyleyse her değişikliğe geçerken bir zikirde bulunmak teşvik edilmekte, bu yeni halimiz esnasında zikrullah`a hiç yer verilmedi ise bunun bir eksiklik olacağı, hesaba gireceği belirtilmektedir.
Esasen dinimizin temel tâlimatlarından biri, kişinin her ânından hesep vereceği prensibidir. Şu halde dilimizi, yeni bir duruma geçerken besmeleye alıştımak, mü`mine büyük bir kazanç getirecek, o esnada mekruhât yapmadı ise, bidâyette dil alışkanlığı ile de olsa çektiği besmele, onu mes`uliyetten çıkaracak, büyük kazanca vesîle olacaktır.
Öyle ise dilimizi, zihnimizi sıkça besmeleye alıştırmalıyız. Zâten Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) efendimiz, hayrın alışkanlık olduğunu haber vermektedir: "Hayra alışın; zîra hayır, alışkanlıkla var olur.
Hadislerden Özetle Öğrendiklerimiz
1. Yaşlılığı veya rahatsızlığı sebebiyle nâfile namaz kılamayan, nâfile oruç tutamayan kimseler, kolayca söyleyebilecekleri zikirleri yapmalıdır.
2. Rahmeti ve lutfu sonsuz olan Cenâb-ı Mevlâ, samimiyetle yapılan az ibadete çok sevap verir.
3. Allah Teâlâ’yı çok zikretmek iyi insanların özelliğidir.
4. Zikrullah insanı günah kirlerinden arındırıp tertemiz yapar.
5. Cenâb-ı Hakk’ı her yerde, her fırsatta, yalnız başına ve diğer insanlarla beraber anıp zikretmelidir.
6. Bütün varlığı ve şuuruyla Allah’ı zikretmek en büyük, en hayırlı ve Allah katında en değerli ibadettir.
7. Kalbin dile katılmasıyla yapılan zikir Allah rızâsı için altın ve gümüş dağıtmaktan ve düşmanla cihad etmekten daha kazançlıdır.
8. Allah’ın anıldığı zikir meclislerinde bulunmak günahların affına vesile olur.
9. Allah’ı anıp zikretmeyen bir kalp ölü bir organ gibidir.
10. Evlerimizi de orada Kur’an okuyup namaz kılarak ve Cenâb-ı Hakk’ı zikrederek şenlendirmeliyiz. Aksi halde, Efendimiz’in buyurduğu gibi evlerimizin kabristandan farkı kalmaz.
11. Peygamber Efendimiz her halinde Allah’ı zikrederdi.
12. Cenâb-ı Hakk’ı ananların gönüllerine huzur gelir.
13. Bazı meleklerin vazifesi Allah’ı anıp zikredenleri tesbit etmektir.
14. Melekler Allah’ı zikreden insanları sever ve onları himâye ederler.
15. Meclislerde zamanı zikirsiz geçirmek mekruhtur.
Allah Teâlâ`dan dileğimiz ve niyazımız dilimizi her an kendi zikri ile meşgul kılıp ter-u taze bırakmasıdır. Amin!...
Abdulkuddus Yalçın / İnzar Dergisi – Aralık 2014 (123. Sayı)
Bir adam Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’e hitâben:
- "Yâ Resûlallah! İslâmiyet’in emirleri çoğaldı. Bana sıkı sıkıya yapışacağım bir şey söyle" dedi. O da:
- “Dilin Allah’ı zikretmekle hep ter-u taze olsun!” buyurdu. (Tirmizî, İbn-u Mâce)
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem istekte bulunan bu zata belli bir yere, belli bir zamana, belli bir hâle bağlı olmadan, hatta gençlik veya yaşlılık farkı gözetmeden her çağda yapabileceği bir nâfile ibadeti, zikrullahı tavsiye etti. Efendimiz bu ifadesiyle, herkesin zorlanmadan kolayca söyleyebileceği zikirleri tekrarlamasını öğütlemektedir. Bu durumda kimsenin zikretmemek için bir bahânesi kalmamaktadır.
"Zikr", hatırlayıp anmak demektir. "Zikr" Kuran-ı kerim`in isimlerindendir ve namaza da kuran-ı kerimde "zikr" denilmiştir. O halde insan Allah’ı ya diliyle zikreder; Kur’an okumak, dua etmek, Allah Teâlâ’yı güzel isimleriyle anmak gibi; ya kalbiyle zikreder; Allah Teâlâ’nın varlığını gösteren delilleri, yani kâinâtı ve Kur’an’da sözü edilen her şeyi düşünmek gibi; yahut bedeniyle zikreder; namaz başta olmak üzere bedenle yapılması gereken bütün görevleri yapmak gibi. Burada kastedilen ilk iki şekildir. Ancak her ne suretle olursa olsun Allah’ı zikretmek en değerli ibadettir.
Allah Teâlâ buyuruyor: “…ve Allah’ı zikretmek en büyük şeydir” (Ankebût: 45)
Ebü’d-Derdâ radıyallahu anh’den rivayet edilmiştir. Dedi ki: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ashâbına:
- “Size en hayırlı, Allah katında en değerli, derecenizi en fazla yükseltecek, sizin için sadaka olarak altın ve gümüş dağıtmaktan daha kazançlı, düşmanla karşılaşıp da sizin onların boynunu vurmanızdan, onların da sizi öldürmesinden daha çok sevap getirecek amelin ne olduğunu haber vereyim mi? diye sordu. Onlar da:
- Evet, söyle dediler. Resûl-i Ekrem de:
- “Allah Teâlâ’yı zikretmektir” buyurdu. (Tirmizî, İbn-u Mâce)
İnsanın en değerli iki şeyi vardır. Biri malı, diğeri de canıdır. Hadis-i şerif zikrullah’ın, Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğunu kazanmak için fedâ edilecek candan da, bu uğurda sarfedilecek maldan da değerli olduğunu, insana daha çok sevap kazandıracağını göstermektedir. Muâz bin Cebel radiyallahu anh, İnsanı Allah’ın azâbından, zikrullahtan daha iyi kurtaracak bir şeyin bulunmadığını söylemektedir (Tirmizî)
İzzeddin bin Abdüsselâm’ın (rahmetullahi aleyh) dediğine göre, bu hadis, bütün ibadetlerde sevabın, çekilen zahmete ve yorgunluğa bakılarak verilmeyeceğini ortaya koymaktadır. Diğer bir söyleyişle Allah Teâlâ, çok amele vereceği sevaptan daha fazlasını bazan az bir amele de verebilir.
Zürkânî, zikrullahın üstünlüğünü şöyle açıklar: "İnfak ve düşmanla savaş gibi diğer ibadetler Allah`a yaklaşmada vâsıtalar ve vesilelerdir. Hâlbuki zikr en yüce maksaddır. zikrullahın başı Lailâhe illallah`tır. Bu en üstün kelimedir. İslâm çarkının etrafında döndüğü mihverdir. İslâm`ın diğer rükünlerinin üzerine oturduğu kâidedir. İmanın en âli şûbesi ve hatta imanın diğer rükünlerini de içine alan bütündür "İnsanlara söyle: "Bana ilâhınızın tek bir ilâh olduğu vahyolunuyor" (Fussilet 6) âyeti de ifâde ediyor ki vahy, tevhîd üzerine tekâsüf etmektedir. Çünkü vahiyden en büyük maksad tevhîdin takriridir. Diğer maksadlar tevhide tâbi durumundadırlar.
İbnu Hacer der ki: "Burada zikirden maksad kâmil zikirdir, bu ise dille zikrederken kalble hamdetmeyi ve zihnen de Allah`ın azametini tefekkür etmeyi beraberce sağlayan câmî bir zikirdir. İşte böylesi bir zikre hiçbir şey muâdil olamaz. Cihâd vs.`nin üstünlüğü sadece dille yapılan zikre nisbetledir. (Kütüb-i sitte açıklamasından)
Demek ki zikrullahı böylesine değerli kılan, Allah’ı âdetâ görürcesine ve O’nun huzurunda olduğunu hissedercesine bir şuur haliyle yapılmasıdır. Dil Allah’ı zikrederken kalbin de ona katılması insanı âdeta melekleştirir. Hatta onun meleklerden de üstün bir seviyeye çıkmasına imkân hazırlar. Zira böyle bir şuur haliyle Allah’ı zikreden kimse, devamlı surette Rabbiyle beraber olduğu için ne bir fenalık düşünebilir ne de elinden kötülük gelir. (Riyazussalihin açıklamasından)
Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Kulum Beni zikrettiği zaman onunla beraberim. Eğer beni kendi nefsinde (yalnız başına) anarsa, ben de onu (kendi nefsimde) yalnız anarım Şayet beni bir topluluk içinde anarsa, ben de onu daha hayırlı bir topluluk içinde anarım.” (Buhârî, Müslim, Tirmizî, İbn-u Mâce)
Bu kudsi hadis-i şerifte geçen “Kulum beni zikrettiği zaman onunla beraberim” ifadesinin anlamı, ona yardım ederim, onu başta şeytan olmak üzere her türlü kötülükten korurum, ayrıca onun sözlerine değer verir, dualarını kabul ederim, demektir.
“Eğer beni kendi nefsinde anarsa, ben de onu kendi katımda anarım” demek, beni kimse duymayacak şekilde içinden anarsa, bu hareketinden memnun olur ve onun mükâfâtını bizzat ben, uygun göreceğim şekilde gizlice veririm, demektir.
Allah Teâlâ yukarıdaki iltifatının devamında “Şayet beni bir topluluk içinde anarsa, ben de onu daha hayırlı bir topluluk içinde anarım” buyurmakla, kendisini mü’minlerle beraber anacak olan kulunu, günahsız, tertemiz, herkesten daha çok ibadet eden ve ilâhî sırlara vâkıf olan seçkin meleklerinin yanında, belki de peygamberlerinin huzurunda anmak suretiyle mükâfâtlandıracağını îmâ etmektedir. “Beni anın ki, ben de sizi anayım” [Bakara sûresi: 152] âyetiyle işaret buyurulan anma işte budur. Siz beni hürmetle anın, ben de sizi nimetlerimi istifadenize vererek anayım, demektir. (Riyazüssalihin açıklaması: heyet)
Allah Teâlâ`yı zikreden gönüller diri ve canlıdır. Diri olan kalbin sahibi de diri olur.
Ebû Mûsâ el-Eş‘arî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Rabbini zikredenle etmeyenin farkı, diriyle ölünün farkı gibidir.” (Buhârî)
“İçinde Allah’ın anıldığı ev ile Allah’ın anılmadığı evin farkı, diriyle ölünün farkı gibidir.” (Müslim)
Resûlullah Efendimiz, Cenâb-ı Hakk’ın ism-i şerîfi ve zikr-i cemîliyle parıldayan mü’min gönülleri, damarlarında kan dolaşan diri vücutlara benzetmiştir. Allah’ı zikretmediği için paslanan ve mânevî kirlerle örtülen gafil kalbleri de ölülerin hareketsiz bedenlerine benzetmiştir. Demekki zikir kalplerin canı, ruhu ve hayatıdır.
Günün muhtelif saatlerinde ibadet mecburiyetinin getirilmesi yani sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarının kılınması kalpleri diri tutmak içindir. Bu zorunlu ibadetler kalbin can suyudur. Kalbin daha huzurlu olması, mevlâsını daha fazla anmasıyla mümkündür. Kur`ân-ı Kerîm’de, Allah’a yönelen ve doğru yola eren kimselerden söz edilirken “Bunlar iman edip kalpleri Allah’ın zikriyle huzur bulan kimselerdir; haberiniz olsun ki, kalpler sadece Allah’ın zikriyle huzur bulur” [Ra‘d sûresi: 28] buyurulması bu gerçeği göstermektedir.
Kalpleri kaplara benzetmek de mümkündür. Boş sandığımız bir kap, esasen boş olmayıp hava ile doludur. İçine sıvı doldurduğumuz zaman, kaptaki hava yerini sıvıya bırakır. Kalpleri de ya Allah’ın zikri veya şeytanın oyunları meşgul eder. Bunun değişmez bir ilâhî kanun olduğunu şu âyet-i kerîme açıkça göstermektedir: “Kim Allah’ın uyarısına karşı gözlerini kaparsa, yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz” [Zuhruf sûresi: 36]. Demek ki kalpler hiçbir zaman boş kalmaz. Orayı ya zikrullah veya gaflet doldurur. Şu halde şeytana fırsat vermemek ve böylece gülleri hiç solmayan ebedî hayatı kazanmak için ebedî olan Allah’ın zikriyle gönülleri canlı ve diri tutmak gerekir.
Müslim`in rivayetindeki “İçinde Allah’ın anıldığı ev ile Allah’ın anılmadığı evin farkı diriyle ölünün farkı gibidir” ifadesiyle Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem evin kendisini değil içinde oturanları kastetmiştir.
Resûlullah Efendimiz "Namazınızın bir kısmını evlerinizde kılınız da oraları kabirlere çevirmeyiniz" buyurmuş ve kendi evi mescide bitişik olduğu halde, özellikle sünnet namazları evinde kılmıştır. Yine “Evlerinizi kabirlere çevirmeyiniz. Şüphesiz şeytan, içinde Bakara sûresi okunan evden kaçar” diye uyarmıştır. Şu halde evlerimizi canlandırmanın, oraları bir kabir olmaktan kurtarmanın yolu, içinde ibadet etmek, namaz kılmak, Kur’an okumak ve Allah’ı anmaktır.
Allahı Zikredenler En Hayırlı Kimselerdir.
Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
- “Müferridler öne geçti” buyurdu. Bunun üzerine sahâbîler:
- Müferridler ne demektir, yâ Resûlallah? diye sordular. Resûl-i Ekrem de:
- “Allah’ı çok anan erkeklerle kadınlardır” buyurdu. (Müslim, Tirmizî)
Bir defasında Allah`ın Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem Medine’den Mekke’ye gidiyor veya Mekke’den Medine’ye dönüyordu. Medine’den bir günlük mesafede bulunan Cümdân dağına gelince yanındakilere:
- “Yürüyün, bu Cümdân dağıdır. Müferridler öne geçti” buyurdu. Ashâb-ı kirâm, akrânı ölüp yalnız kalan yani yetîmü’l-akrân olanlara "müferrid" veya "müfrid" dendiğini biliyorlardı. Allah’ın rızâsını kazanmak ve yüksek dereceler elde ederek öne geçmekle bunların ne ilgisi vardı? Resûl-i Ekrem bu sözle acaba hangi davranışı kastetmişti? Allah’ın rızâsını kazanma hususunda kimseden geri kalmamayı, hatta bu konuda en önde olmayı kendilerine şiar edinen ashâb-ı kirâm, müferrid ne demekse öğrenip öyle olmak için:
- Müferridler ne demektir, yâ Resûlallah? diye merakla sordular. Resûl-i Zîşân müferridleri şöyle tanıttı:
- Onlar “Allah’ı çok anan erkeklerle kadınlardır.”
Böylece sahâbîler müferridlerin bütün varlığıyla Allah’a yönelen, sadece ve sadece O’na ihlâsla ibadet eden, dünyanın maddî zevk ve lezzetlerini bir yana atan, eskiyen ve solan güzellikleri elleriyle bir köşeye iten, Allah’ı zikretmeyi, O’nu fikretmeyi en büyük zenginlik kabul eden, vakitlerinin çoğunu zikrullah ile geçiren erkekler ve kadınlar olduğunu öğrendiler.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem müferridleri ve onların elde edeceği mânevî kazancı şöyle dile getirdi:
“Müferridler Allah’ı zikretmeye düşkün olan kimselerdir. Zikir onların sırtlarındaki günah yüklerini indirdiği için kıyamet günü hafiflemiş olarak gelirler” (Tirmizî). (Riyazussalihin açıklaması)
Zikir Halkalarının Fazileti
Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Allah Teâlâ’nın yollarda dolaşıp zikredenleri tesbit eden melekleri vardır. Bunlar Cenâb-ı Hakk’ı zikreden bir topluluğa rastladıkları zaman birbirlerine “Gelin! Aradıklarınız burada!” diye seslenirler ve o zikredenleri dünya semâsına varıncaya kadar kanatlarıyla çevirip kuşatırlar. Bunun üzerine Allah Teâlâ, meleklerden daha iyi bildiği halde yine de onlara:
- “Kullarım ne diyor?” diye sorar. Melekler:
- Sübhânallah diyerek seni ulûhiyyetine yakışmayan sıfatlardan tenzih ediyorlar, Allâhü ekber diye tekbir getiriyorlar, sana hamd ediyorlar ve senin yüceliğini dile getiriyorlar, derler. Konuşma şöyle devam eder:
- “Peki onlar beni gördüler mi ki?”
- Hayır, vallahi seni görmediler.
- “Beni görselerdi ne yaparlardı?”
- Şayet seni görselerdi sana daha çok ibadet ederler, şânını daha fazla yüceltirler, ulûhiyyetine yakışmayan sıfatlardan seni daha çok tenzih ederlerdi.
- “Kullarım benden ne istiyorlar?”
- Cennet istiyorlar.
- “Cenneti görmüşler mi?”
- Hayır, yâ Rabbi! Vallahi onlar cenneti görmediler.
- “Ya cenneti görseler ne yaparlardı?”
- Şayet cenneti görselerdi onu büyük bir iştiyakla isterlerdi, onu elde etmek için büyük gayret sarfederlerdi.
- Bunlar Allah’a hangi şeyden sığınıyorlar?”
- Cehennemden sığınıyorlar.
- “Peki cehennemi gördüler mi?”
- Hayır, vallahi onlar cehennemi görmediler.
- “Ya görseler ne yaparlardı?”
- Şayet cehennemi görselerdi ondan daha çok kaçarlar, ondan pek fazla korkarlardı.
Bunun üzerine Allah Teâlâ meleklerine:
- “Sizi şahit tutarak söylüyorum ki, ben bu zikreden kullarımı bağışladım” buyurur. Meleklerden biri:
- Onların arasında bulunan falan kimse esasen onlardan değildir. O buraya bir iş için gelip oturmuştu, deyince Allah Teâlâ şöyle buyurur:
- “Orada oturanlar öyle iyi kimselerdir ki, onların arasında bulunan kötü olmaz.” (Buhârî, Müslim, Tirmizî, Ahmed)
“Allah’ı zikredenler” yani namaz kılan, Kur’an okuyan, hadis okuyan, Allah’a dua eden, ilim tahsil eden, ilmî sohbetler yapan kimseleri ziyaret etmek ve onların sohbetlerini dinlemek üzere vazifelendirilmiş melekler vardır. Bunların dünya semâsına kadar, bir rivayete göre tâ arşa kadar birbirinin üstünde durdukları, bu bahtiyar insanları arayan diğer melekleri de haberdâr ettikleri, o zikir meclisindekilere kol kanat gerdikleri ve sohbetlerine kulak verdikleri belirtilmektedir.
Allah Teâlâ kullarının ne yaptığını meleklerden daha iyi bildiği halde yine de onlara “Kullarım ne diyor?” diye sormakla bir nevi târizde bulunmaktadır. Bilindiği üzere Allah Teâlâ meleklerine yeryüzünde bir halife yaratacağını haber verdiği zaman melekler, "yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek birini mi yaratacaksın; zaten biz sana hamdü senâ ediyoruz, ulûhiyyetine yakışmayan sıfatlardan seni tenzih ediyoruz" demişlerdi [Bakara sûresi 30]. Cenâb-ı Hak kendisini zikreden kulları hakkında meleklere muhtelif sorular sorup onlardan cevaplar almak suretiyle âdetâ onlara, görüyorsunuz ya, kullarımın arasında işte böyleleri de var. Onlar beni zikretme hususunda meleklerden farksızdır, demiş olmaktadır.
Cenâb-ı Hakk’ın meleklerini mahcup etmemek için söylemediği ve fakat onların çok iyi bildiği bir diğer husus da, bütün vazifeleri Allah’ı zikretmek olan meleklerin insanlar gibi şeytanın vesvesesine ve baştan çıkarmasına muhatap olmamasıdır. Allah’ı zikreden bu kimseler şeytanın bütün düzenlerini bertaraf ederek Allah’ın rızâsını kazanmak için orada toplandıklarına göre, onların Cenâb-ı Mevlâ katındaki yeri ve değeri çok üstündür.
Bu hadîs-i şerîf, biraz önce geçen hadiste gördüğümüz ilâhî vaad ve müjdenin hoş bir örneğidir. Bilindiği üzere Allah Teâlâ “Şayet (kulum) beni bir topluluk içinde anarsa, ben de onu daha hayırlı bir topluluk içinde anarım” buyurmaktadır.
Zikir meclisinde bulunmayı düşünmediği halde, her ne sebeple olursa olsun onların arasına katılmaktan dolayı ilâhî affa kavuşan insanın durumu, Allah’ı anıp zikreden kimselerle beraber olmanın kişiye kazandıracağı imkânı ve fazileti göstermektedir. Güzel koku satıcısının yanında bulunan kimse, koku satın almasa bile etrafa yayılan güzel kokulardan nasıl faydalanırsa, iyi insanlarla oturup kalkan kimse de şu veya bu şekilde onların iyiliklerinden istifade eder. (Riyazussalihin açıklaması)
Yine Ebû Hüreyre ile Ebû Saîd el-Hudrî radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Bir topluluk Allah’ı zikretmek üzere bir araya gelirse melekler onların etrafını sarar; Allah’ın rahmeti onları kaplar; üzerlerine sekînet iner ve Allah Teâlâ onları yanında bulunanlara över.” (Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî, İbn-u Mâce)
Sekîne, hadislerde, değişik şartlarda sıkca gelmiş bir tâbirdir. Her bir durumda farklı mânalarda kullanılmıştır. Burada, sekîne`nin "rahmet, vakar ve itminan" mânalarında olabileceği söylenmiştir. Zikreden mü’minlerin üzerine "sekînet inmesi" onları Allah’ın rahmetinin kuşatacağı ve bu sebeple gönüllerine derin bir huzur ve itmi’nan geleceği, kalplerindeki sıkıntının gideceği, Allah’a olan saygılarının daha artacağı anlatılmaktadır.
Hadiste zikir için toplanma mahalli belirlenmemiştir. Öyle ise mescidler, medreseler, evler, kırlar, dükkanlar vs. olabilirler. Sâdece "mescidler" olarak kayıtlamak eksik olur. Mescidlerin kapalı olduğu saatlerde mescidlerin uzak bulunduğu yerlerde bu fazîleti elde etmek için Müslümanların ev, dükkan, kır, bahçe gibi zamana zemine göre en uygun fırsatları değerlendirmeleri gerekir. Mü`minler evlerini bir zikir meclisine çevirebilirler: Ev halkı ile her gün belli bir zamanda zikrullah yapılabileceği gibi, yakın akrabalar, yakın komşular, yakın meslekdaşlar gibi kişinin samimi alâka duyduğu kimselerle de haftalık veya aylık veya on beş günlük... belli saat ve günlerde biraraya gelecekleri zikir meclisleri teşkil edilebilir.
Zikir meclisi deyince, sadece tesbîhat, Kur`an okunan meclis anlaşılmamalıdır. Dinî ilimlerin mübâhase edildiği meclisler, mâlâyâniyata, mü`minlerin gıybetine yer vermemek şartıyla nezîh bir hava içerisinde geçen sohbet meclisleri de, zaman zaman yer verilecek salâtu selâm ve besmele gibi zikirlerle, bir nevi "zikir meclisi" mânası içinde mütâlaa edilebilir.
Mü`min, boşa geçen mâlâyâni şeylerle tükenen hayatını irâdî bir disipline sokarak daha faydalı hale getirebilir. Hem bu iş sadece erkeklere has değildir. Söylenen mânâdaki meclisleri kadınlar da kendi aralarında teşkil etmelidirler. (Kütüb-i Sitte)
Şu halde nerede olursa olsun mü’minler bir araya gelip kendilerine Allah’ı hatırlatan, O’nun kudretini düşündüren, O’nun lutuflarını anmaya vesile olan sohbetler yapmalı, Kur’an okumalı ve hep birlikte Cenâb-ı Mevlâ’nın rahmetini aramalıdır.
İlim öğrenmek, Kur’an okumak, hadislerin aydınlığında ruhları yüceltmek gibi ulvî maksatlarla bir araya gelip Allah’ı zikreden kimseler, Cenâb-ı Hakk’ın hem takdirini hem de rızâsını elde ederler.
Her Durumda Allah`ı Zikretmek
Hz. Âişe radıyallahu anhâ validemiz şöyle dedi:
"Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’yı her halinde zikrederdi." (Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî, İbn-u Mâce)
Yukarıda zikredilenlerden de anlaşıldığı gibi kulluğun en üstünü, Cenâb-ı Hakk’ı her an anmak, O’nu dilinden düşürmemektir. Kulların en üstünü olan Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de işte bu sebeple yürürken, otururken, yatarken, bineğinin üzerinde bir yere giderken, abdestli iken, abdestsizken; her halinde Allah’ı anardı. Allah’ı her an kalbiyle anmak yani O’nu kalbinden çıkarmamak en önemli zikirdir. Cenâb-ı Hakk’ı çok anmayı emreden âyetlerde işte bu hal anlatılmak istenmiştir.
İnsanın her an ve her durumda Allah’ı anabileceğini söyleyen İslâm âlimleri, yalnız cünüp veya hayızlı iken yani boy abdesti almayı gerektiren bir durumda veya âdet görmekte iken Kur’an okunup okunamayacağı konusunda ihtilâf etmişlerdir. Âlimlerimizin büyük çoğunluğu (cumhur) cünüp ve hayızlı olanların Kur’an okumasını haram saymışlardır. Ama insanın bu durumda iken bile içinden Kur’an okumasında, zikir ve dua niyetiyle "bismillâh" veya "elhamdülillâh" demesinde bir sakınca görmemişlerdir. İmam Mâlik hayızlı kadınların Kur’an okumasının câiz olduğunu söylemiştir. Cünüp ve hayızlı kimsenin yarım âyet okuyabileceği, hatta âdet gören bir hanım öğretmenin âyetleri kesik kesik yani kelime kelime okuyabileceği kabul edilmiştir. Abdest bozarken ve cinsel temasta bulunurken diliyle Allah’ı zikretmek de doğru değildir (mekrûhtur). Kalbiyle zikretmeye ise hiçbir durum engel değildir.
Zikirsiz Meclislerin Noksanlığı
Ebû Hüreyre radıyallâhu anh anlatıyor: "Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdular ki: "Kim bir yere oturur ve orada Allah`ı zikretmez (ve hiç zikretmeden kalkar) ise Allah`tan ona bir noksanlık vardır. Kim bir yere yatar, orada Allah`ı zikretmezse, ona Allah`tan bir noksanlık vardır. Kim bir müddet yürür ve bu esnâda Allah`ı zikretmezse, Allah`tan ona bir noksanlık vardır." (Ebû Dâvud, Tirmizî, Hadisin metni Ebû Dâvud`a aittir. Sondaki ziyade İbnu Hibbân`ın Mevârid`inden alınmadır)
Tirmizî`nin rivayeti ise şöyledir: "Bir cemaat bir yerde oturur ve fakat orada Allah`ı zikretmez ve nebîlerine salât okumazlarsa, üzerlerine bir ceza vardır. (Allah) dilerse onları azablandırır, dilerse mağfiret eder."
Hadis, bu durumlarda, Allah zikredilmediği takdirde, hâsıl olan taksirâtın, daha önceki günahlara dahil edilip -kıyamet günü- hep beraber cezaya vesile kılınacağını ifâde ederken, Allah zikredildiği takdirde önceki kusurların da affa mazhar olabileceğine, bu zikrin önceki günâhların da affına bir sebep kılınabileceğine îmâ etmekte ve mü`minleri yaşanan her çeşit durumlarda Allah`ı zikretmeye teşvik etmektedir.
Hadiste şu mâna da vardır: "Mü`min yalnız bile olsa oturma, kalkma, yürüme, yatma gibi herçeşit ahvâlinde zikrullaha yer vermeli, değişen ahvalini en azından bir besmele, bir hamdele ile başlatmalıdır. Oturmuş iken kalkmak veya yatmak veya yürümek yahut da yürümekte iken oturmaya geçmek... Bütün bunlar durumlamızın değişmesidir. Öyleyse her değişikliğe geçerken bir zikirde bulunmak teşvik edilmekte, bu yeni halimiz esnasında zikrullah`a hiç yer verilmedi ise bunun bir eksiklik olacağı, hesaba gireceği belirtilmektedir.
Esasen dinimizin temel tâlimatlarından biri, kişinin her ânından hesep vereceği prensibidir. Şu halde dilimizi, yeni bir duruma geçerken besmeleye alıştımak, mü`mine büyük bir kazanç getirecek, o esnada mekruhât yapmadı ise, bidâyette dil alışkanlığı ile de olsa çektiği besmele, onu mes`uliyetten çıkaracak, büyük kazanca vesîle olacaktır.
Öyle ise dilimizi, zihnimizi sıkça besmeleye alıştırmalıyız. Zâten Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) efendimiz, hayrın alışkanlık olduğunu haber vermektedir: "Hayra alışın; zîra hayır, alışkanlıkla var olur.
Hadislerden Özetle Öğrendiklerimiz
1. Yaşlılığı veya rahatsızlığı sebebiyle nâfile namaz kılamayan, nâfile oruç tutamayan kimseler, kolayca söyleyebilecekleri zikirleri yapmalıdır.
2. Rahmeti ve lutfu sonsuz olan Cenâb-ı Mevlâ, samimiyetle yapılan az ibadete çok sevap verir.
3. Allah Teâlâ’yı çok zikretmek iyi insanların özelliğidir.
4. Zikrullah insanı günah kirlerinden arındırıp tertemiz yapar.
5. Cenâb-ı Hakk’ı her yerde, her fırsatta, yalnız başına ve diğer insanlarla beraber anıp zikretmelidir.
6. Bütün varlığı ve şuuruyla Allah’ı zikretmek en büyük, en hayırlı ve Allah katında en değerli ibadettir.
7. Kalbin dile katılmasıyla yapılan zikir Allah rızâsı için altın ve gümüş dağıtmaktan ve düşmanla cihad etmekten daha kazançlıdır.
8. Allah’ın anıldığı zikir meclislerinde bulunmak günahların affına vesile olur.
9. Allah’ı anıp zikretmeyen bir kalp ölü bir organ gibidir.
10. Evlerimizi de orada Kur’an okuyup namaz kılarak ve Cenâb-ı Hakk’ı zikrederek şenlendirmeliyiz. Aksi halde, Efendimiz’in buyurduğu gibi evlerimizin kabristandan farkı kalmaz.
11. Peygamber Efendimiz her halinde Allah’ı zikrederdi.
12. Cenâb-ı Hakk’ı ananların gönüllerine huzur gelir.
13. Bazı meleklerin vazifesi Allah’ı anıp zikredenleri tesbit etmektir.
14. Melekler Allah’ı zikreden insanları sever ve onları himâye ederler.
15. Meclislerde zamanı zikirsiz geçirmek mekruhtur.
Allah Teâlâ`dan dileğimiz ve niyazımız dilimizi her an kendi zikri ile meşgul kılıp ter-u taze bırakmasıdır. Amin!...
Abdulkuddus Yalçın / İnzar Dergisi – Aralık 2014 (123. Sayı)