İmam Humeyni'nin vefatının 31. yılı anısına...
1989 yılının Haziran ayının üçü!
24 yaşındaydım.
Hani insanın yaşam serüveni içerisinde kaç yıla bedel yaşanmışlıkları olur ya.
Zaman durur ya sanki.
Her şey boşalır etrafınızdan,
Bir fırtına çıkar da,
En yanınız kopar gider,
Kalabalıklar içinde yalnız kalırsınız.
İşte öyle bir şey...
Gök gürler bir anda, sizden başka kimse duymaz.
Yağmur boşalır ipil ipil, gözyaşlarıyla sırılsıklam olursunuz da; her yer kupkuru.
Öyle olmuştu o gün...
Kalabalıklar içinde yalnızlaşan bendim,
Herhangi bir günü yaşıyorken insanlar,
Sessiz bir hıçkırık,
Duyulmayan bir avazla feryad ediyordum.
Ne bir kimse soruyordu ne olduğunu,
Ne ben diyebiliyorum çok şeyleri.
Kalp sesinin o volkanımsı gürültüsünü kapatan vücut derisi gibi,
İçim'le etrafım arası...
Tahran Radyosu'nun "İnna lillah..." diye başlayan anonsu dizimi kırmıştı, belimi bükmüştü sanki.
Öylece kalakalmıştım.
Hiç görmediğim ama hep yanında olduğumu yitirdiğimin haberiydi bu.
Esasen yitirmek nedir, onu öğrenmiştim.
Öğrenmek, başkalaşmaktı,
Ben başka olmuştum dakikalar içinde.
Elimde bir yığın karanfil,
Sırtımda siyah bir gömlek,
Ve gözümde yaşlarla tırmandığım yokuşta gördüm Muhammed Haşimi'yi.
Sonra sırayla "Eytam-ı âli Muhammed"leri...
Kim kime taziye sunuyordu,
Kim kime teselli verdi, bilmedim.
Günün karanlığa dönüşünde elimde hüzün kalmıştı sadece...
Sonra 40 gün geçmiş demek!
Beheşt-i Zehra'da ben. (7Sabah)