Doğrularla Birlikte Olmak...
Doğrularla Birlikte Olmak (Fahreddin er-Râzi’nin Hz. Peygamberden (sav) Sonraki Dönemde de Masumların Olmasının Zorunlu Olduğuna Dair Yorumu)
Ümmet içerisinde uçurumların oluşmasına neden olan sorunları hakkaniyet ilkesine riayet ederek, ilmî araştırma kurallarına uygun biçimde ortaya koymak her yiğidin harcı değildir. Âlimin sorunları ortaya koyma ve çözüm üretme biçimi, sorunun çözümü kadar değerlidir. Bu yüzden müctehid, problemlerin çözümü için harcadığı emek çok değerli olduğu için doğruya isabet etmese de sevaptan mahrum bırakılmaz. Fahreddin er-Râzi, sorunları ortaya koyma yönüyle üzerinde durulmayı hakkeden nadir âlimlerden biridir. Örneğin, sünnî müslümanların gerekçelerini dinleme gereği bile duymadan reddedikleri, bazen de bu yüzden Şii Müslümanları tekfir ettikleri masum imam inancını benimsememekle birlikte, Peygamberden sonraki her dönemde bir masumun olmasının gerekli olduğunu itiraf etmekten çekinmemiştir.
Doğrularla birlikte olmamızı emreden ayet bağlamında Râzi’nin konuya yaklaşım biçimi üzerinde durmaya çalışacağız. Öncelikle söz konusu ayetin tefsiri hakkında bazı ön bilgiler vermekte fayda vardır. Kur’ân’ı Kerimin doğru yolu tarif etmesi mantıkçıların tanımlama yöntemine benzemez. Örneğin Fatiha suresinde sırat-ı müstakîm/dosdoğru yol, teorik olarak efradını cami, ağyarını mâni bir şekilde tarif edilmemiştir. Adeta ekmek nedir? Diyen birine, ekmeğin kendisini gösterme şeklinde, doğru yolun yolcusu kişilerin yaşam biçimi nazara verilerek tanıtılmıştır. Sanki, şunların yolunda giderseniz sırat-ı müstakimde olursunuz, denilmiş gibidir. Dolayısıyla Kur’ân’ı Kerime göre sırat-ı müstakîm, yaşanmış, gidilmek suretiyle tecrübe edilmiş bir yoldur. O da; peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salihlerin yoludur.[1] Kur’ân, doğru yolun kavramsal çerçevesini sunup onu takip etmemizi istemek yerine, özüyle sözü bir olan sadıkları takip ederek yolu yürümemizi istiyor.
Tek başına doğru yolda gitmek çok zordur. Bunun için “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğrularla beraber olun."[2] Denilmiştir. Hemen belirtmeliyiz ki, ayette geçen sadıklar/doğrular ifadesiyle sadece dilleriyle doğruyu söyleyenler ya da bazı zamanlarda doğru, bazı zamanlarda doğru olmayanlar kastedilmemektedir. İman, ahlak ve ibadet alanında söz ile amelleri birbirini tasdik eden kişiler kastedilmiştir. Nitekim Hucurât suresinde iman ettiklerini iddia eden bedevilere, sadık olanların kimler olduğu şöyle anlatılmıştır. "Müminler ancak, Allah’a ve resulüne iman eden, sonra şüpheye düşmeyen, Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad eden kimselerdir. İşte bunlar sadıkların ta kendileridir."[3]
İyiliği sadece namazın rükünlerinden biri olan kıbleye dönme meselesine indirgeyen Yahudilere karşılık gerçek iyiliğin; iman, ibadet ve ahlak bütünlüğünden oluştuğu bildirilmiştir. “Gerçek iyilik, yüzlerinizi doğuya veya batıya çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. Yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan (Allah’ın rızasını umarak) harcar, namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar bunlardır. Müttaki olanlar da ancak onlardır!"[4]
Yukarıdaki iki ayetten de anlaşılacağı üzere doğruluk, hayatın her alanında söz ve fiilin, inanç ile amelin birbirini tasdik etmesidir. Sadıklar, Rableriyle ilişkilerinde dürüst oldukları gibi insanlarla ilişkilerinde de dürüst olanlardır.
Yukarıdaki ön bilgiden sonra doğrularla birlikte olmayı emreden ayet ışığında Fahredin er-Râzi’nin yorumu üzerinde durabiliriz. Ayetin başlangıcında ey iman edenler! İfadesiyle muhatapların, kalplerinde imanın değişmez şekilde yerleşmiş kişiler olduğuna dikkat çekilmiştir. Her dönemdeki iman ehlini kapsaması için hitap genel tutulmuştur.
Öncelikle iman edenlerin takvaya sarılmaları, sonra da doğrularla birlikte olmaları emredilmiştir. Kastedilen birlikteliğin mekânsal bir birliktelik olmadığı açıktır. Çünkü Hz. Muhammed’le (sav) bir arada yaşayan çok sayıda münafık vardı. Kastedilen birliktelik itikadi ve amelî birlikteliktir.
Fahreddin er-Râzi, geniş ufkuyla ayetten oldukça önemli sonuçlar çıkarmıştır. Ona göre takva emredildiğine göre ayetin muhatapları hem muttaki olmaları hem de olmamaları mümkün, masum olmayıp yanlış yapabilen kişilerdir. Dolayısıyla yanlış yaptıklarında onlara doğruyu gösterecek masum birine tabi olmaları gerekir. Böylelikle hatadan korunmuş olurlar. Bu mana her zaman için geçerlidir. Çünkü aksine delil olmadığı müddetçe Kur’ân’ın emirleri kıyamete kadar gelecek olan bütün müminleri kapsar.
Fahreddin er-Râzi’ye göre bu ayet, Hz. Muhammed’den (sav) sonra masumların varlığını ve her dönemde de bu masumların mevcut olduğunu zorunlu kılar. Madem sadıklara uymamız istenmiştir. Öyleyse bunların günahtan korunmuş olması gerekir. Aksi takdirde Allah’ın (cc) haşa, kötülere uymamızı emrettiğini kabul etmek zorunda kalırız. Aynı gerekçeyle Nisa suresi 59. Ayetteki ülü’l-emrin da masum olması gerektiğini savunur. Râzi, Peygamberden sonra ve her dönemde bir masumun olması gerektiği görüşünün Şiada da olduğunu kabul etmekle birlikte, sadık kelimesinin çoğul gelmesini gerekçe göstererek masum olanın icmâ-ı ümmet olduğunu savunur.[5]
Tabii ki hangi tarafın delillerinin daha güçlü olduğu tartışmasına girmeyeceğiz. Asıl dikkat çekmek istediğimiz nokta, kendini Ehlisünnet inancına muhalif görüşleri çürütmeye adamış birinin meseleyi ortaya koyma biçimidir. Din alanında söz sahibi olduğunu iddia eden çoğu kişinin, peygamber dışında masum birinin varlığını imkânsız ve kabul edilemez görmesine rağmen Râzi, peygamberden sonra ümmetin kendisine tevdi edildiği masum bir makamın olduğunu kabul etmekle kalmamış bunun zorunlu olduğunu savunmuştur. Böylelikle çok önemli bir konunun aslında, ümmetin mutabakat sağladığını itiraf etmiştir. Fakat aslın tatbikatında farklı düşündüğünü belirtmiştir. Onun görüşünün kuvveti tartışılabilir. Ancak bir problemin nasıl ortaya konulması gerektiğini göstermesi açısından günümüz Müslümanlarına ışık tutmaktadır.
Ümmetin icmaya havale edildiğini temellendirmek zordur. Çünkü icma, ittifak sağlanan konulardadır. Halbuki takva sahipleri, en çok ihtilaflı meselelerde nasıl hareket edecekleri noktasında masumların rehberliğine ihtiyaç duyarlar. Kaldı ki ümmetin icma’ı derken ümmetle kimler kastedilmektedir? Gerçekten bütün ümmetin alimlerinin ittifak ettikleri kaç mesele vardır? Ya da bundan nasıl emin olabiliriz? İcma, var olan hükmü ortaya çıkaran bir delil midir? Yoksa tek başına hüküm koyan bir delil midir? Kısacası usul eserlerinde icma konusunda oldukça ciddi tartışmalar vardır. Buna rağmen Râzi’nin yaklaşımını önemsiyoruz. Çünkü İslam ümmetini meşgul eden meselelerin önemli bir kısmı aslında kolay çözülecek meselelerdir. Sadece usulüne göre tartışılamadığı için kangren haline gelmektedir.
Kanaatimizce bu aşamadan sonra, Râzi gibi sorunları ele almaya ihtiyacımız daha da artacaktır. İslam düşmanları Müslümanlarla meydanlarda savaştıklarında genellikle yenilmişlerdir. Çünkü inanmayanların inananlarla savaşma kabiliyeti yoktur. Ancak yenilgilerini fark ettiklerinde 5. Kol faaliyetleriyle içeriden fitne yoluyla genellikle başarılı olmuşlardır. Ortadoğu için de aynı durum geçerlidir. İsrail ve müttefikleri açıkça ifade etmeseler de Gazze’de mağlup oldular. Bu sonuçlar İran’ın güçlenmesine sebep olduğu için haliyle Şii Müslümanlara teveccühü arttırmaktadır. Elbette bizim gördüğümüzü onlar da görüyorlardır. Bunun için de başvuracakları fitne aracı mezhepsel farklılıkları kurcalamak, Müslümanları birbirine kırdırmak olacaktır. Bu yüzden sonuçları itibarıyla kabul edilebilir veya edilmeyebilir fark etmez. Ancak Fahreddin er-Râzi’nin problemi ortaya koyma yöntemi, bu konudaki cesareti bizim için örnektir. Ümmet içindeki meselelerimiz ufku açık insanlar tarafından adil bir şekilde ortaya konulursa uçurumlara sebep olan çoğu tartışmanın zamanla söndüğünü görürüz. (Veysel Çelik - Hürseda Haber)
[1] Nisa, 4/69.
[2] Tevbe, 9/119.
[3] Hucurât, 49/15.
[4] Bakara, 2/177.
[5] https://www. altafsir.com -تفسير ايآت القرآن الكريم (4-0-119-9);Fahreddin er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları, XII,220-222.