Suriye Planında Operasyonel Aşama
Tunus’la başlayan Arap isyanlarında birinci yılı geride bırakıyoruz. İsyanların başladığı ülkelerde son bir yıldır yaşananlar, 31 Mart’ta yazdığım “Mısır’da devrim, Libya’da darbe, Suriye’de komplo girişimi” başlıklı yazımda yaptığım analizi doğrular nitelikte gelişti.
Hüsnü Mübarek’in istifasından bir buçuk ay; Libya ve Suriye’de ise yönetim karşıtı gösterilerin başlamasından birkaç hafta sonra yazılan bu yazıda Mısır, Libya ve Suriye isyanları, “devrim, darbe ve komplo” şeklinde üç farklı kategori altında toplanmış; ancak bunların üçü de “girişim” olarak nitelenmişti.
Mısır’da Hüsnü Mübarek’in, lidersiz bir halk devrimi ile düşürüldüğü vurgulanmakla birlikte, bu ülkedeki yeni siyasi yapının eski rejimin askeri bürokratlarının inisiyatifinde şekillendiği ve dışarıdan yönlendirmelere son derece açık olacağı göz önünde bulundurularak Mısır’daki devrimden de “girişim” olarak söz edilmişti.
Yazıda, Tunus ve Mısır gibi geniş halk kitlelerine dayanmaması ve Kaddafi rejiminin yetkililerinin kurduğu Ulusal Geçiş Konseyi’nin isyana liderlik etmesi sebebiyle Libya isyanı için “darbe” nitelemesi yapılmış, o dönemde henüz sonuca ulaşmaması sebebiyle de bu bir “girişim” olarak adlandırılmıştı.
Mısır’da -Hüsnü Mübarek’in devrilmesi bakımından- devrimin üstünden bir yıl geçmesine rağmen yeni siyasi yapının eski rejimin askeri bürokrasisinin öncülüğünde şekillendirilmesi ve yeni siyasi aktörlerin Askeri Konsey’le pazarlık yapmak dışında belirleyici bir rol üstlenememesi sebebiyle “geri dönülmez köklü değişim” anlamındaki bir “devrim” hala ufukta gözükmüyor.
“Devrim” sonrasında yapılan meclis seçimlerinin galibi olan Müslüman Kardeşler’in kendini “Camp David anlaşmasına bağlı olduklarını”[1] söylemek zorunda hissetmesi de gösteriyor ki sadece “İsrail’le ilişkiler” değişkeni bakımından dahi Mısır, hala gerçek bir devrim ufkundan uzak bulunuyor.
Halk desteğinin yetersiz kaldığı Libya isyanı ise NATO müdahalesi ile başarıyla sonuçlanan bir darbe gibi gözükse de Libya’daki darbecileri yeni darbelerden koruyabilecek ne siyasi ne de toplumsal bir iklim hakim kılınabilmiş değil.
Suriye’ye gelince…
Tunus ve Mısır’da birkaç hafta içinde sonuca ulaşan devrimlerin etkisiyle 2011 şubatında sosyal medya üzerinden yapılan gösteri çağrılarının karşılık bulmaması sebebiyle öz güvenini fazlaca abartan Şam yönetimi, 18 Mart’ta Der’a kentinde yaşanan olayı, totaliter rejim refleksiyle son derece kötü yönetti.
Ancak iç dinamiklerin değişim talebiyle harekete geçmesine sebep olabilecek totaliter bir siyasi yapı bulunmasına rağmen 18 Mart’tan bugüne kadar yaşanan gelişmeler, Suriye’de yaşanan olayın iç dinamiklerin rejimin totaliter yapısını değiştirmek için başlattığı doğal bir halk hareketi olarak gözükmüyor.
Aksine 49 yıldır olağanüstü halle yaşayan bir halkın değişim talebinin dış müdahalelerle devrim sürecine dönüştürülmeye çalışılması olarak gözüküyor.
Binaenaleyh uluslar arası ve bölgesel aktörlerin Suriye konusundaki tutumlarına ilişkin şu aşamalar yukarıdaki yargıyı doğrular niteliktedir.
1- Gözlem ve planlama aşaması
2- Materyal toplama ve araçları oluşturma aşaması
3- Operasyonel aşama
İzleme ve planlama aşaması
Tunus ve Mısır devrimleri sonucu en önemli iki müttefikini kaybeden ABD ve müttefikleri bu iki ülkede kontrollü geçişi sağlamaya çalışırken “şer eksenine” yerleştirilen Suriye’de isyanın seyrini izlemeye koyuldular.
Mayıs ayı sonlarına kadar devam eden bu süreçte Suriye’de başlayan gösterilerin tıpkı Tunus ve Mısır’daki gibi birkaç hafta içerisinde halk devrimi aşamasına gelip gelmeyeceği izlenirken hem Şam yönetiminin hem de muhaliflerin imkanları ve potansiyelleri gözlemlendi.
Örneğin Cumhurbaşkanı Beşşar Esed’e yapılan “reform telkinleri” ile Şam yönetiminin dış etkilere, halkın ise medya yönlendirmelerine ne ölçüde açık olduğu ölçüldü.
Bu gözlemlerden elde edilen veriler Suriye’deki sürecin Tunus ve Mısır modeline göre mi Yemen modeline göre mi yoksa Libya modeline göre mi planlanması ve yönetilmesi gerektiğine ilişkin fikir veriyordu.
Ancak mayıs ayı sonlarına kadar devam eden bu aşamada yönetim karşıtı gösterilerin sınırlı kaldığı, Şam ve Halep’e yayılamadığı, dolayısıyla da medya yönlendirmesinin halk üzerinde sınırlı bir etki yaptığı görüldü. Bu, Suriye’ye ilişkin bir Tunus veya Mısır modeline göre planlama yapılamayacağının göstergesiydi.
Öte yandan Cumhurbaşkanı Beşşar Esed’e, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri aracılığı ile iletilen “İran ve Hizbullah’la ilişkilerini gözden geçir” ve Türkiye aracılığıyla iletilen “iktidarını bizim tayin ettiğimiz yerel aktörlerle paylaş” şeklindeki “reform telkinleri”, Şam’da olumlu karşılık bulmadı.
Bu ise Suriye konusunda Suudilerin öncülüğündeki Körfez İşbirliği örgütünün Ali Abdullah Salih’e yargı dokunulmazlığı tanınıp uzaklaştırılmasını ve eski rejimin dış müdahaleye daha açık yeni yerel aktörler aracılığıyla sürdürülmesini öngören Yemen modeline dayalı bir planlama yapılamayacağını açık etmişti.
Suriye’de kitlesel bir devrimin olmayacağının ve Şam yönetiminin de dış yönlendirmelere kapalı olduğunun görülmesi, Libya modeline uygun bir planlamayı gündeme getiriyordu.
Libya modeli şu üç unsura dayanıyor:
a) Darbeye liderlik edecek bir örgüt
b) Kurtarılmış bir bölge (Bingazi)
c) Uluslar arası müdahaleye meşruiyet kazandıracak bir BM Güvenlik Konseyi kararı.
Suriye’de rejim değişikliği için Libya modeline dayalı bir planlama, Libya darbesini sonuca götüren araçların benzerlerinin Suriye’de oluşturulmasını gerektiriyordu.
Materyal toplama ve araçları oluşturma aşaması
Libya modeline göre planlanan Suriye operasyonunun materyal bulma ve araçları oluşturma aşamasının, diasporadaki Suriyeli muhaliflerin 31 Mayıs 2 Haziran tarihleri arasında Antalya’da bir araya getirilmesiyle başlatıldığı söylenebilir.
Diasporadaki Suriyeli muhalifleri birbiriyle tanıştırma amacıyla Antalya’da yapılan “Değişim için Suriye Konferansı”nda “Suriye dışında yaşayan muhalifleri temsil edecek ve seslerini dünyaya duyuracak 31 kişilik danışma komitesi oluşturdu.”[2]
Elbette Suriye’de rejim değişikliği için materyal bulma ve araç oluşturma operasyonu sadece Antalya’dan ibaret değildi. Libya modelinin araçlarının Suriye’de de oluşturulması için farklı girişimler de olmuştu.
Örneğin 6 Haziran’da Brüksel’de, 4 Temmuz’da da Paris’te düzenlenen konferanslarla diasporadaki Suriyeli muhalifler örgütlenmeye çalışılmıştı. Ancak Suriyeli muhalifleri Libya modeline göre örgütleme heyecanı sadece Brüksel, Paris ve Ankara’da yoktu.
Suriyeli birçok muhalif de yabancılar tarafından örgütlenmeye kendilerini örgütleyenlerin kimliğine ve rolüne bile bakmayacak kadar teşne gözüküyorlardı.
Örneğin, Fransa’daki İsrail lobisinin önde gelen ismi Bernard Henry Levy’nin 4 Temmuz’da düzenlediği konferansa Suriyeli muhalif gruplardan Müslüman Kardeşler bile katılmıştı.
Fakat Suriyeli muhalifleri örgütlemek için Brüksel, Paris ve Mısır’da konferanslar düzenlendiyse de Suriye muhalefetini örgütlemede Katar ve Türkiye daha belirleyici gözüktü.
Nitekim 2 Ekim’de İstanbul’da kurulan ve başkentler tarafından da “Suriye muhalefeti” diye dikkate alınan “Suriye Ulusal Konseyi” adlı örgüt, 8 Eylül’de Katar’da yapılan ikna toplantısından sonra oluşturuldu.
Çünkü Heysem Menna liderliğindeki Suriye’de Değişim için Ulusal Koordinasyon Kurulu adlı muhalif örgüt, Suriye için Libya modeline kesin bir dille karşı çıkıyordu. Ayrıca Libya’daki gibi bir ulusal konsey kurulması için İstanbul ve Ankara’da yapılan toplantılardan da bir sonuç elde edilememişti. Bu sebeple de Heysem Menna gibi düşünen Suriyeli muhaliflerin bu modele ikna edilmesi gerekiyordu.
ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Jeffrey Feltman’ın ağustos sonlarında Katar’a yaptığı ziyaretin ardından Katar’da yaşayan eski Knesset üyesi Azmi Bişara, Suriyeli muhalifleri bir ulusal konsey kurma fikrine ikna etmek için Doha’da topladı.
8 Eylül’de Doha’da yapılan toplantıya katılan Suriye’de Değişim için Ulusal Koordinasyon Kurulu Başkanı Heysem Menna’nın toplantının içeriğine ilişkin daha sonra yaptığı açıklamalar ikna sürecine ilişkin önemli veriler sunuyordu.
Menna, toplantıya katılan 25 kişiden sadece 3’ünün konsey fikrini desteklediğini geri kalanının ise buna karşı çıktığını açıklamış ve “Sonra masa altından komplolar gerçekleşti ve görüşler değişti ve yeni bir oluşum karşımıza çıktı.” [3] diyerek 2 Ekim’de İstanbul’da ilan edilen Suriye Ulusal Konseyi’nin nasıl kurulduğunu açıklamış oluyordu.
Özetle, ABD Dışişleri Bakanı Jeffrey Feltman, Katar ve Türkiye’nin çabalarıyla kurulan Suriye Ulusal Konseyi adlı örgüt, Suriye’de Libya modeline uygun bir değişim yaratmak için oluşturulan bir araçtı ve bu örgüte Suriye devrimine siyasi önderlik rolü verilmekteydi.
ABD, Katar, Fransa ve Türkiye’nin doğrudan belirleyici olduğu İstanbul’daki Ulusal Konsey’in Suriye’deki genel halk üzerinde de muhalif kesimler nezdinde bir temsil niteliğinin bulunduğunu söylemek gerçekçi gözükmüyor.
Zira Mısır’da bulunan ve açıkça dış müdahale isteyen “Suriyeli Muhalifleri Birleştirmek için Ulusal Girişim” adlı bir grubun yanı sıra dış müdahaleye ve silahlı mücadeleye son derece kesin bir dille karşı çıkan Heysem Menna liderliğindeki Ulusal Koordinasyon Kurulu da İstanbul konseyi ile aynı iddiaya sahip bulunuyor. Ayrıca bunların her biri de bir diğerini kendilerinden başka kimseyi temsil etmemekle suçluyor.
Suriye muhalefetini gerçekte kimin temsil ettiği son derece belirsiz olsa da Suriye karşıtı Arap-Batı-Türk ittifakının “Suriye muhalefetinin temsilcisi” olarak İstanbul’daki konseyi gördüğü son derece açık.
Suriye karşıtı Arap-Batı-Türkiye ittifakı, Suriyeli bazı muhalifleri toplayıp, onları ulusal konsey adı altında bir araya getirerek Libya modelinin Ulusal Geçiş Konseyi’ni yaratmış oldu.
Ancak Suriye’de Libya modeli için “devrimcilerin safına katılacak rejim yetkililerine” ve bir “kurtarılmış bölgeye” de ihtiyaç vardı.
Katar’ın Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim’e saf değiştirmesi için yaptığı rüşvet teklifinin basına kadar düştüğü göz önünde bulundurulduğunda bu yöndeki yoğun çabalardan şimdiye kadar bir sonuç alınamadığı görülüyor.
Bununla birlikte önce kurtarılmış bölge yaratacak araçların üretilmesi konusunda ciddi başarılar elde edildiği söylenebilir. Materyal toplama ve araçları oluşturma aşamasının askeri ayağının kurulması ile ilgili olarak ise üç gelişme yaşandı.
a) 6 Haziran’da Cisr eş-Şugur kentinde Suriye ordusundan ayrılan ve 120 Suriye askerini öldürdüğünü söyleyerek Türkiye’ye sığınan Yarbay Hüseyin Harmuş’un kurduğu “Özgür Subaylar” örgütü.
b) Suriye ordusundan ayrılarak Türkiye’ye sığınan Allbay Riyad Esed’in kurduğu “Özgür Suriye Ordusu” adlı örgüt.
c) Kasım ayı sonunda Suriye ordusundan kaçarak Türkiye’ye sığınan Tuğgeneral Mustafa Şeyh’in geçtiğimi ay kurduğu Askeri Konsey adlı örgüt.
Bu örgütlerin üçü de misyonlarını Suriye ordusundaki subayları isyancıların safına çekmek ve “sivilleri koruma” adı altında bir kurtarılmış bölge yaratmak olarak tanımlıyor.
Ancak “Suriye devriminin” siyasi liderliğini yapmak üzere kurulan İstanbul’daki Ulusal Konsey ile kurtarılmış bölge yaratma amacıyla kurulan silahlı grupları yönlendiren ülkelerin nispeten farklılaştığı görülüyor.
Binaenaleyh İstanbul’daki Konseyi kuran ve yönlendiren ülkeler olarak ABD, Katar, Türkiye ve Fransa dikkat çekerken, silahlı grupların kurulmasında Suudi Arabistan’ın rolü ağırlık kazanıyor.
Çünkü gerek Hüseyin Harmuş gerek Riyad Esed ve Mustafa Şeyh arasındaki liderlik tartışmalarında arabulucu aktör olarak Suudi Arabistan’ın eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Bender Bin Sultan’ın güdümündeki Şeyh Adnan Arur öne çıkıyor.
Hatırlanacağı üzere Türkiye'de “Özgür Subaylar” adlı bir silahlı grup kuran Hamuş, Visal Televizyonuna yaptığı canlı bağlantılarla Şeyh Adnan Arur’dan talimat alıyordu. Ancak bir süre sonra yine Suriye ordusundan ayrılan Albay Riyad Esed Türkiye'ye sığınarak Özgür Suriye Ordusunu kurduğunu açıkladı.
Adnan Arur, Suriye ordusundan ayrılan askerlere komuta ettiğini iddia eden bu iki lideri uzlaştırmak üzere devreye girdikten kısa bir süre sonra Hüseyin Harmuş’un Suriye’nin eline geçtiği ortaya çıktı.
Şeyh Arur ve yandaşları Türkiye'yi 11 PKK'lı militana karşılık Harmuş'u Suriye'ye satmakla suçladılar. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ise o dönemde “devlet geleneğimize” vurgu yaparak Türkiye’nin kendisine sığınan hiç kimseyi iade etmeyeceğini belirtti ve iddiaları yalanladı.
Ancak 12 Şubat’ta Hüseyin Harmuş’u Suriye’ye teslim etmekten dolayı bazı MİT yetkililerinin tutuklandığı açıklandı.[4]
Harmuş’un Suriye’ye teslimi konusunda üç ihtimal bulunuyor:
1- Suriye’nin elindeki 11 PKK’lıyla takas edilmiş olması,
2- Hatay’daki MİT yetkilileri tarafından para karşılığı satılması,
3- Riyad Esed’in önünün açılması.
PKK militanlarıyla takasa ilişkin en küçük bir işaretin olmamasına ve basında yer alan Hamuş’un MİT yetkilileri tarafından 100 bin dolara satıldığına[5] ilişkin haberlere bakılırsa “devlet geleneğimiz” Riyad Esed’in önünü açmak için Harmuş’un iade edilmesi lekesinden korunmuş oluyor.
Gerçek sebep her ne olursa olsun Harmuş’un iadesiyle Riyad Esed’in önü açılmış oldu, bununla birlikte kasım ayında Türkiye’ye sığınan General Mustafa Şeyh’in geçtiğimiz ay Askeri Konsey adında yeni bir grup kurduğunu açıklaması, silahlı gruplar arasında yeniden bir gerilim oluşturdu.
Bu gerilimin çözümü konusunda Şeyh Adnan Arur[6] inisiyatif sahibi olsa da Riyad Esed’in ve Mustafa Şeyh’in Türkiye’de bulunuyor olmasından hareketle kurucu bir aktör olarak Ulusal Konsey üzerinde ağırlığı bulunan Türkiye’nin silahlı gruplar üzerinde de ciddi bir nüfuzunun olduğu söylenebilir.
Operasyonel aşama
Suriye için Libya modeline göre tasarlanan devrimin siyasi kanadının ve kurtarılmış bir bölge yaratmak için oluşturulan silahlı grupların ortaya çıkarılmasından sonra “materyal toplama ve araçları oluşturma” aşaması sona ermiş oldu.
Öte yandan Rusya ve Çin’in iki kez veto etmesinden dolayı Güvenlik Konsey’inde Libya için uygulanan 1973 sayılı karara benzer bir kararın çıkarılamaması operasyonel aşamanın 4 Şubat’ta başlatılmasına neden oldu.
Arap-Batı karar taslağı adı verilen Suriye karşıtı karar tasarısının Güvenlik Konseyi’nde oylamaya sunulacağı 4 Şubat’ta Suriye ordusunun Humus’ta “büyük bir katliam” yapmaya başladığı haberleri servis edildi.
Güvenlik Konseyi oylamasında Rusya ve Çin’i baskı altına almaya çalışan “büyük katliam” fotoğrafı, aslında operasyonel aşamanın bundan sonra sıkça kullanılacağı anlaşılan bir enstrümanı olarak gözüküyor.
Çünkü bu aşamanın başlatılmasında bir işaret fişeği olan ABD Başkanı Barack Obama’nın “Esed rejimi ülkede kontrolü kaybetti, Suriye iç savaşa doğru sürükleniyor, Esed çekilmelidir” açıklaması, Suriye içerisinde kontrolün Şam yönetiminden çıktığına, ülkenin iç savaşa doğru gittiğine dolayısıyla da dış müdahalenin kaçınılmaz olduğuna ilişkin bir fotoğrafın üretilmesini zorunlu kılıyor.
Rusya ve Çin vetosu sebebiyle Güvenlik Konseyi’nde Suriye’ye yönelik olarak 1973 türü bir karar çıkarılamaması, ABD-Arap-Türk koalisyonunu yeni bir arayışa sevk etti.
Güvenlik Konseyi’nin bypass ederek Suriye’ye müdahale edilmesini öngören bu yeni yaklaşım Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, tarafından “BM, sivilleri koruyamazsa başka platformlar kurulmalı" [7] şeklinde ifade edildi.
Operasyonel aşamada en önemli halkayı oluşturan bu yaklaşımın hayata geçirilmesi için şu muhtemel süreçlere tanık olacağız:
1- Suriye’de silahlı gruplar ve içeriye sızan yabancı gayri nizami harp unsurlarının yaratacağı şiddetle ülkenin iç savaşa gittiği ve Şam yönetiminin kontrolü kaybettiği yargısının oluşturulması,
2- Suriye’ye karşı kurulan Arap-Batı-Türkiye koalisyonunun düzenlenecek uluslar arası konferansla başka ülkelerle de zenginleştirilerek “Suriye’nin Dostları” adlı bloğun oluşturulması ve Rusya, Çin ve İran’ın etkisizleştirilmesi.
3- Dış müdahale baskısıyla Cumhurbaşkanı Beşşar Esed’in çekilmeye zorlanması.
Bu senaryo çerçevesinde Suriye karşıtı bloğun oluşması durumunda 2003’te Güvenlik Konseyi’ni ikna edemeyen ABD’nin kurduğu sembolik koalisyonla Irak’ı işgal etmesi gibi “Suriye’nin Dostları” da Suriye’yi işgal edebilir mi?
Bu, Rusya ve Çin’in “Suriye’nin Dostları”nın restini görüp görmemesine bağlı olarak iki muhtemel senaryoyu gündeme getiriyor.
1- Rusya ve Çin’in resti görerek Suriye’ye askeri kalkan oluşturması: Bu gelişmenin “Suriye’nin Dostlarının” oyundan düşmesine, Suriye sorununun tedricen gündemden düşürülmesine ve Şam’ın zaferine sebep olacağı söylenebilir.
2- Rusya ve Çin’in “Suriye’nin Dostları” ile savaş riskini göze alamayıp oyundan çekilmesi: Bu gelişme ise Rusya ve Çin’in Cumhurbaşkanı Esed’i çekilmeye zorlamasıyla ve Esed sonrası için “Suriye’nin Dostları” ile pazarlıkları başlatmasıyla sonuçlanabilir.
Hangi ihtimal gerçekleşirse gerçekleşsin “operasyonel aşama” Suriye konusundaki son aşama olarak gözüküyor. Bu sebeple “Suriye’nin Dostları” toplantılarının ve müzakerelerinin yapılacağı süreç içerisinde Şam’la ilgili olarak en fazla tanık olacağımız görüntü “kanlı gömlek” görüntüsü olacak.
[1] http://yakindoguhaber.com/HD9779_musluman-kardesler-camp-davide-bagliyiz.html
[2] http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=162130
[3] http://www.israhaber.com/suriye-ulusal-konseyin-finansmani-amerikali-orgutler-13264-haberi.html
[4] http://www.haberturk.com/gundem/haber/715049-casuslukla-suclanan-eski-mit-mensubu-tutuklandi
[5]http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1078396&CategoryID=81, http://www.aktifhaber.com/mitci-o.s.-suriyeli-albayi-nasil-satti-558637h.htm
[6] http://www.yakindoguhaber.com/HD9848_suriyeli-rakip-silahli-gruplari-uzlastirma-cabasi-suruyor.html
[7] http://www.haberturk.com/dunya/haber/714008-davutoglu-suriye-icin-uluslararasi-konferans-kurulsun
(YDH)