Zafiyetlerimiz ve İmtihanın Afetleri
Bismihi Teâlâ.
Ey iman edenler! Muhakkak ki eşlerinizden ve çocuklarınızdan bazıları size düşmandır. O vakit onlardan sakının. Ve eğer affeder, hoş görür, bağışlarsanız muhakkak ki Allah da çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Teğabun / 14)
Ayette buyuruyor ki “İnne min ezvacikum” yani eşlerinizin bazıları sizin için düşmandır. Acaba buradaki düşmanlıktan maksat zahiri ve kinle olan düşmanlık mıdır? Mesela bazı zamanlar eşler birbirinden öyle nefret eder hale gelir ve birbirlerinin hısmı olurlar. Öyle ki birbirlerine zarar dahi vermek isterler. Ve bazen baba ve oğul arasında birbirlerine bıçak çekecek kadar düşmanlık olur. Gerçekte de Kur’an bunu mu söylemek istemektedir? Bu, insanların bakıp da anladıkları şeydir. Karısıyla geçinemeyen bir adam bunu daha iyi bilir. Çocuğuyla anlaşamayan birisi çok daha iyi anlar…
Lakin Kur’an’ın kastı bu değildir. Bilakis dostça niyetli, düşmanca işlerdir. Sevdikleri için düşman olurlar. Bu, onların sevgisi Allah’ın sevgisiyle çakıştığında ortaya çıkar. Bu ayetin şeni nüzulü şöyledir.
Mekke’de bir adam Resulallah (AS)’a iman eder. Mekke’de iman etmek bir takım mahrumiyetler demektir. Karısı ve çocuğu düşmanca değil bilakis nasihat babında; “boş ver bu işleri, kendi hayatını da bizimkini de mahvettin” gibi sevgiye dayalı düşmanca tavırlar öyle bir hale gelir ki adam hicret etmek zorunda kalır. Hicret şaka değildir. Hicret bütün hayatını, aileni geride bırakıp gitmek demektir.
Şüphe yoktur ki insanın ailesine karşı büyük bir sorumluluğu vardır. Ayette insanın bu sorumlulukları unutması istenmiyor. Ama bunun yanında ilahi bir sorumluluğunun da olduğunu hatırlatıyor.
Kur’an’ın burada kastettiği, insanın bazen karşısına çıkan şeylerin, düşmanın eseri gibi eserler bırakmasıdır.
İnsanın düşmanı olan nefsi nasıl bir düşmandır? Yani nefis, insana kindarca mı düşmandır? Yoksa sadece kendi meyil ve hevası ile mi hareket etmektedir? Ama sadece bu bile insana düşman olmasına yeterdir… Elbette ki ikincisi doğrudur. “Fehtezerha” buyruğu; ‘korkun, temkinli olun bu düşmanların düşmanlığı karşısında…’ manası taşır.
Birinci gurup, düşmanlık kastı ve düşmanlık çehresiyle düşman olanlar ki; bunların düşmanlığı aşikâr ve alenidir.
İkinci gurup, düşmanlık kastıyla ve dost çehresiyle düşman olanlar. Muhakkak ki münafık dostların tehlikesi açık düşmanların tehlikesinden daha fazladır.
Üçüncü gurup, dostluk kastıyla ve dostluk çehresiyle düşman olanlar. Dostça gelmelerine rağmen eylemleri ve talepleriyle tehlikesi düşmanın ok yağmurundan daha fazladır. Bazen bir insanın annesinin zararı bütün düşmanlarından daha fazladır. Örneğin; bir baba çocuğunu sabah namazına kaldırmak istiyor ama anne oradan sesleniyor “yüreğin nasıl el veriyor çocuğu uykusundan uyandırmaya?” Çocuğu için yüreği sızlıyor ve ona şefkat gösteriyor. Bu yüzden onu namaza kaldırmıyor. Bu anne, dost çehresiyle ve dostça bir kasıtla çocuğuna düşmanlık ediyor.
Ayetin devamında buyuruyor ki “ve in ta’fû ve tasfehû ve tagfirû fe innallâhe gafûrun rahîm” (ve bağışlar ve yüzlerine vurmaz ve suçlarını örterseniz artık bilin ki Allah, suçları örter, Rahîmdir.)
İslam’ın başlangıcında bazı Müslümanların aileleri; onları Resulullah’a imana men etmeye ve İslam’ı yaşamalarına mani olmaya çalışıyorlardı. Ev hapislerinden işkencelere varan girişimlere rağmen taviz vermiyorlar ve ailelerini dinlemiyorlardı. Daha sonları bir nebze de olsa bir ferahlık kapısı açıldı. Hicret ayeti nazil oldu. Vaziyet bir bakıma Müslümanların faydasına döndü ve bu Müslümanlar hicret etmek istediklerinde o günlerin intikamını almak için aileleriyle bağlarını koparıp onlar olmadan gitmek istediler. Rest çekerek o zor günlerine nispet yapma dürtüsü içindeydiler. İşte tam da burada İlahi nidanın muhatapları kılındılar.
“Onları dinlemeyin ama kalbinizde onlar için kin de beslemeyin. Affedin ve yüzlerine vurmayın.” Burada “Afv” ve “Safh” kelimeleri zikredilmektedir. Bir suçun hem cezası hem de kınaması vardır. “Afv” bu cezanın affedilmesidir. Oysa “safh” sadece cezanın affedilmesi değil suçun unutulması adının dahi zikredilmemesi demektir. İşte bu yüzden evliyanın makamı “afv”dan çok daha yüksekte “safh”dadır.
Enes bin Malik buyuruyorlar ki; “Allah Resulü (SAV) çoğu zaman oruç tutardı. İftar ve sahurda da çok sade yemekler yerdi. Bir gün çok geç olmasına rağmen evine dönmedi. Ben de iftar ettiğini düşünerek evdeki sütü içip yattım. Sonra Allah Resulü arkadaşlarıyla birlikte geldi. Evde hiçbir şey yoktu. Ve ben onun hala iftar etmediğini anlayınca saklanıp gizlendim. Allah Resulü de hiçbir şey söylemeyip yattı. Ve yaşadığı müddetçe de bunu benim yüzüme vurmadı.”
İşte “Safh” bu demektir. Kur’an işte bize bunu buyuruyor.
Daha sonra ise “ğufran” geliyor. Yani örtmek… Bu daha da üstün bir mertebedir. Hatanın ve suçun üzerini rahmetle örtmek… Niçin ilahi mağfiret diyoruz? Çünkü insan ilahi dergâhta bir günah işleyip cezayı hak eder. Allah-u Teâlâ onu cezalandırmıyor ve sadece kınamamakla kalmayıp üzerini de örtüyor. Yani ayete göre “eğer çocuklarınız ve eşlerinizin hatalarını affeder, görmezden gelir ve de bağışlarsanız Allah da Rahim ve Ğafurdur. Ve bu amelinize karşılık Allah da size mağfiret gösterecektir.”
Bundan sonraki ayette buyruluyor ki:
“Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız bir fitne (imtihan)dir. Büyük mükâfat ise Allah katındadır.” (Tegâbun / 15)
Burada “fitne” insanı kendisiyle meşgul eden yani imtihan anlamındadır. Meşgul olma burada vaktini verme, oyalanma anlamındadır. Elbette mümin erkek, eşi ve çocukları ile vakit geçirmelidir. Resulullah (AS)’ın en dar zamanlarında dahi ailesi ile vakit geçirmeyi ihmal etmediğini, Hz. Fatıma ile olan bağını, muhabbetini bilmekteyiz. Buradaki oyalanma vurgusu zihnen ve fikren bir meşguliyettir. Yapılması elzem olan işlerden beri durmaktır.
Eğer ki iman ehli bir hayat arkadaşına sahip ise hiçbir erkek ailesi ve davası arasında seçim yapmak zorunda değildir. Resulullah (AS) bize en güzel örnektir. “Çocuklarıma ve eşime zeval gelecek” endişesi ile İslam’ı yüklenmemek bir fitnedir. Misalen; “Olur da bu uğurda başıma bir musibet gelirse eşim ve çocuklarımın ahvali ne olacak” endişesi güdüldüğünde bu ayetin muhatabı sayılmalı.
Resulullah (AS)’ın yaşantısına ve diğer peygamberlerin hayatına baktığımızda her anları, her adımları bir kılavuzdur. Hayatta karşılaştığımız ve afalladığımız her an, ismini bilmediğimiz kelimelere benzer. Bize bir kelime değdi. Bir bilinmezlik, bir handikap, şimdi ne yapacağız ya Rab? İşte o vakit bilmediğimiz kelimeler için sözlüğe bakacağız. Bizden önceki rehberler sözlüğü… Resulullah (AS)’ın, diğer peygamberlerin o kelimeye dair tutumları nedir? Ve nurefşan bir defter gibidir, rehberlerin yaşantıları…
İnsanın imtihan sebepleri hayır mıdır yoksa şer mi? Bazen zahirde hayır olarak görünebilir. Örneğin nimet gibi… Ve bazen zahirde şer görünebilir, bela gibi. Ancak asıl konu şu ki; bazen imtihan bir şeyi denemek içindir. Bir gıdanın laboratuvarda sağlıklı olup olmadığının araştırılması misali. Ya da bir hakikatin keşfi içindir. Allah’ın kullarını imtihan etmesi böyle değildir.
İkincisi hüccet içindir. Yani imtihan olunanın kendisine bir şeyi ispat etmek için. Örneğin; sene sonunda bir öğretmen hangi öğrencisinin ne kadar not alacağını biliyor olmasına rağmen onları imtihan ederek kendilerine gösteriyor. Aslında zaten sınıfa alındıkları andan beri süregelen davranışlar, ev ödevleri takibi, sınıf içerisinde aktifliği, dersi anlama kapasitesi bir öğrencinin not ortalamasını tespit etmek için kâfidir. Yine de imtihan soruları hazırlamalı ve öğrenciye olanak tanımalı. Prosedür onu gerektirir. İmtihan olunmak, biz kullar için Rabbin katından gelen bir lütuftur, şefkattir, rahmettir.
El-Halık, insanı en mükemmel biçimde yarattı. Ve bu yaratılmışlık içinde kulluğu ve varlığın bilinmesinin delilini barındırmakta. Soluduğumuz nefesten tutun enfes lezzetler, ayağımızın altındaki döşek, başımızın üzerindeki sema imtihan edilmeden dahi imanın gerekliliğine ispat niteliğindedir. Yüce Mevlâ (CC)’nın Rahman ve Rahim sıfatları bir kez daha karşımıza çıkmakta imtihan lütfu ile.
Üçüncüsü ise en önemli olandır. Allah Teâlâ kulunun temrin yapabilmesi ve derunlarındaki yeteneklerin ortaya çıkarılması için imtihan ediyor. Örneğin yüzmeyi öğrenmek isteyen birinin suya atlaması ya da atılması gibi… Bu imtihan, insanın kemale ermesi içindir. Hz. Âdem (AS)’in kemaliyet seyyahlığının son durağıdır yeryüzü. Bundan dolayıdır belki de “Âdem” kelimesinin yeryüzü manasında oluşu.
Hz. Âdem (AS)’in imtihanı onun sosyal bir varlık haline gelmesi ile başlar. İlk yaratıldığı ve Rabbine secde ettiği anda Onun makamı yeryüzünün halifeliği idi. Lakin Ona bahşedilmiş halifelik hallerini kendi keşfetmeliydi. Hz. Havva’nın yaratıldığı andan itibaren insanlık sosyalleşti. Rablerinin bahşettiği cennetinde idiler. Ve insan-ı kâmil yolunun seyyahı oldular. “Men” emri geldi. Kendileri için bahşedilmiş hayatın tam ortasına bir emir düştü. “Ve yâ âdemuskun ente ve zevcukel cennete fe kulâ min haysu şi`tumâ ve lâ takrabâ hâzihiş şecerete fe tekûnâ minez zâlimîn” ayeti.
“Ve ‘Ey Âdem! Zevcenle birlikte cennete yerleşin, dilediğiniz yerden yiyin ancak şu ağaca yaklaşıp da zalimlerden olmayın!’ dedi.” (A’raf / 19)
Ve şeytan o anda başlarına üşüştü. Men edilmek, yasaklar, zalim olmak…
Bu fitne ortamında kendimize bir kulübe yapsak, tek başımıza yaşam sürsek… İbadet, ibadet, ibadet… Bizi günaha sevk edecek bir olgu yok. İbadetten alıkoyacak bir duygu yok. İmtihanın gerekliliğine ve insan olmanın, kulluk bilincinin yerleşmesine ters bir durum olur sanırım.
İmtihan olunmayı Kur’an’ın birçok ayeti ile işaret ediyor Yüce Mevlâ. Bizler sosyal bir varlığız ve bu sosyal hayatın içinde abd oluşumuzu derk etmeli ve abd oluşumuzun gerekliliğini yerine getirerek Rabbe ispatlamalı, bunun kazanımlarından istifade lütfuna mazhar olmalıyız.
Yâ ilahenâ; ayetlerini fehim ettir. Fehim ettirdikten sonra muhlisçe hayatımıza tatbik etmemizi nasip et. (Âmin)
Ayşe Yıldız / Nisanur Dergisi - Kasım 2014 (36. Sayı)