Ölmeden Önce Ölünüz!
Bu olağan bir durum kazanmıştı hayatında…
O yüzden yılın sonlarına doğru başlayan ve yeni yılın birkaç ayı süren depresyon nöbeti başlardı onda. Ne aldığı, ne verdiği nefes ona oksijen taşıyordu. Başı her daim dumanlı dağlara benzetirdi kendini. Damarlarında dolaşan kan, aldığı nefesle kirleniyordu sanki. Her zaman daha fazla yaklaştığını düşündüğü dipsiz kuyuyu düşünüp dururdu. “Neden kuyu” diye sormayın, çünkü klostrofobisi vardı. Asansörler bu yüzden ona düşmandı. Ona kalsa bu teknoloji tarihe karışırdı.
Sadece asansörler değil tabi, apartmanlar, metrolar ve tüneller de vardı nefesini kesen. Arkadaşları ona “Nihilist Leyla” diyorlardı. Her şeyi eleştirmesi ve her daim oyunbozan olması bazen onu çekilmez hale getiriyordu. Mesela sinemaya gitmiyordu, filmleri evde izlemeyi yeğliyordu.
Sevimli ve sempatik hareketleri olmasa ömrünün kalanını yalnız geçireceğinden emindi. Ailesini üniversite bahanesiyle terk etmişti. Hani tam olarak terk etme demeyelim ama bayramlarda bile memleketine gitmiyordu. Yaz tatillerini, dil öğrenme sevdasına turistlere rehberlik yaparak geçiriyordu. İlk başladığı siyasal bilimleri üçüncü sınıfı okurken terk etmişti. Şimdi de arkeoloji ikideydi.
Ne insanlar gördü, ne fikirlerle çarpıştı… Zevk delisi hayatı tattı. Başı dumanlı filozof kafelerinde ciğerlerini çürüttü. Kesmedi onu. İçindeki boşluk sürekli büyüdü. O boşluğa “en son düşeceğim çukur” diyordu. Ama derin olması onu inanılmaz derecede ürkütüyordu.
Babası artık ona harçlık göndermiyordu. Kardeşleri onu aramıyorlardı. Dayısı “benim böyle bir yeğenim yok” demişti geçen yıl.
Bir tek annesi vardı onu sürekli arayan. İçten içe ona karşı bir zaafının olduğunun farkındaydı ama hiçbir zaman kabullenmedi bunu. Sırf kendini inandırmak için çoğu telefonuna bakmıyordu annesinin. Ancak ısrarlı aramalardan sonra peş peşe gelen mesajlar da üzerine eklenince kısacık bir görüşme yapardı annesiyle. Tabi kaçınılmaz olan olurdu o kısacık anda; bir nasihat bombardımanı… Evliliğinden tut, okulu bitirince yapacağı işe kadar her ne varsa hepsi sıralanırdı o birkaç dakikada. Anlam veremiyordu, bu kadın neden vazgeçmiyordu. Annesini dinlemeyeceğini, o nasihatleri duymak istemediğini bildiğinden adı kadar emindi. Ama yine de pes etmiyordu. Ya onca filozof, onu bir hayat düzeni konusunda ikna edemiyor; kendisini ne zannediyordu bu kadın?
İşte Leyla, yeni bir yıla daha girmek üzereydi. Yeniden buhranlı bir dönem başlamıştı. Yokluk; olanca çekiciliğine rağmen o dipsiz çukuru düşününce bütün tüyleri diken diken oluyordu. Varlık inadına anlamsız yokluk ise alabildiğince ürkütücü… İşte Leyla’nın buhran haritası! Çöz çözebilirsen…
Arkadaşları hepsi birleşip uzun yılbaşı tatilinde kayağa gitme kararı almışlardı ve Leyla tek engeldi. Onsuz gitmek istemiyorlardı. Daha çok yalnız kalmasından korkuyorlardı. Aralarında iş bölümü ve cümle taksimi bile yapmışlardı. Onu ikna edecek ve Bursalı Hande’nin köy evlerine gideceklerdi.
Leyla kaçacak hiçbir bahane bulamayınca beyaz bayrağı çekti ve tatil hazırlıklarına başladılar. Sert soğuklara karşı atkı, bere, kazak almaları gerekiyordu. Tabi otobüs biletleri de ayarlanmalıydı. İş bölümü yapmışlardı. Leyla terminale gidip biletleri alacaktı. Geriye kalanlar da valizlerdeki eksiklikleri tamamlayacaktı.
Her ne kadar inanmasa da kader ağlarını yine bildiği gibi örüyordu. Biletleri almak için terminale girdiğinde aldığı o beş kelimelik SMS, hayat felsefesine darbe vuracağı günü başlatmıştı. Babası göndermişti o mesajı:
“Annen çok hasta istiyorsan gel.”
Sivas yolu karlıydı ve otobüs ağır ağır gidiyordu. Gece boyunca yatamamıştı. Kahvaltı için Ankara çıkışında bir yerde mola vermişlerdi. Aç değildi, akşam da yememişti. Kahvesini içerken bir mesaj daha gelmişti. Gönderen kardeşi Sedat’tı:
“Abla annemi kaybettik, bari cenazesine gel.”
İşte içindeki boşluk tekrar büyümeye başlamıştı. Onu içine çekiyordu. İyice yalnızlaştığını fark etti. Ne dönmek, ne de gitmek istiyordu. Annesinin o daracık mezara konulacağı sahneye nasıl tahammül edebilirdi. Onunla vedalaşma şansını kaybetmesi onu iyice yıkmıştı. Başı zonklayınca, kül tablasındaki izmaritleri fark etmiş ve ne kadar çok oyalandığını anlamıştı. Dışarda duran otobüs de yoktu. Onu bırakıp gitmişti. Araf’ta kalmak bunun gibi bir şeydi her halde. İşte tam da yok olma zamanıydı. Küllerini savurmak, adını unutturmak ve hiç olmamak istedi. Ama o çukur!
Aslında korkusuyla yüzleşmenin tam yeriydi. Gitmeli, annesiyle vedalaşmalı ve onun o çukura bırakılıp üstünün örtülüşünü görmeliydi. Ne de olsa canından bir parçaydı. Tecrübe edecek ve korkusuyla yüzleşecekti. Ne büyük bir cesaret gösterisiydi bu! Kendiyle ilk defa gururlandı.
İşte Sivas’taydı. Her yer bembeyazdı. Kenar mahallede oturuyorlardı. Evlerine giden dolmuşa bindiğinde üşüdüğünü fark etti. Açlıktan midesi kazınıyordu. İçtiği sigarlar içini dışına çıkarmıştı. Onu yokluğa götürdüğü için seviyordu sigarayı.
Ve işte annesinin tabutu omuzlardaydı. Hiç kimseyle yüzleşecek hali yoktu. Cenazeden dolayı onca ayrılıklardan kaynaklanan kırgınlıklar rafa kalkmıştı. Bu durum onu rahatlatmıştı. Mezarlığa kadar sadece işaret diliyle selamlaşmıştı bütün akrabalarıyla.
Ve o çukur, ağzını açmış yutacağı bedeni bekliyordu. İnsanların acelesi ve bir an önce annesini oraya gömme telaşı onu deli etmişti. Annesi oraya girmeye hazır mıydı? Kimsenin umurunda değildi. Başı döndü, akrabaları üzüntüden sanmıştı. Onu bir başka mezarı çevreleyen duvara oturttular ve teselli etmeye çalıştılar. Açlıktan midesine kramp girmişti. Gözleri kararmıştı. Eline bir bardak su tutuşturulmuştu.
Oturduğu duvarın bir mezar olduğunu başında duran taştan ancak anlayabilmişti. Doğum Tarihi: 01.01.1965 Ölüm Tarihi: 01.12.2014 demek yeni ölmüş diye düşündü. Altında yazılan yazıya takıldı gözleri. Sanki kendisi için yazılmıştı.
“Ölmeden Önce Ölünüz”
Ne demekti bu şimdi? Kim ölmeden önce ölmek ister ki? Niye böyle bir şey istesin ki?
Kendisi ölen birini mezarda görmek istemişti, ama sadece alışmak içindi. Ama bu ölmeden önce ölmek ne anlama geliyordu? Yani bir yerde durup yeniden düşünmek mi? Yoksa son pişmanlık neye yarar ironisi mi? Hani maliyeciler kontrole gelmeden şirket hazırlık yapıp hesap kontrolü yapıyor, o mu? Ama bir kere bile girmeye cesaret edemediği o çukura iki kere mi girmek gerekiyormuş?
Annesinin defin işlemleri bitmişti. Herkes tek tek vedalaşıyor, babası ve akrabalarına başsağlığı diliyordu. Gözler kendisini arıyordu. Güçsüzdü, ama kalkmalıydı. Annesinin mezarına baktı, o koca toprak yığınının altında kendisini arıyordu gözleri. Sonra kendini onun yerinde düşündü. Göğsü daraldı. Hesapsız ve anlamsız hayatını düşündü.
Ölse; millet ardından ne diyecekti? Ya kendisi o çukurda ne yapacaktı? İyice nefesi daraldı ve boş bir çuval gibi yere yığıldı…
Ayşe Yıldız / Nisanur Dergisi - Ocak 2015 (38. Sayı)