Hizbullah tarihi II: Ulussuz topraklarda ulusal direniş
Ortadoğu’ya keskin bir mezhepçilik çerçevesinden bakan AKP yandaşlarının bölge hakkındaki cehaleti, Suriye veya Mısır’a vali tayin edebileceklerine ciddi ciddi inandıkları zaman şüpheye yer bırakmayacak derecede kanıtlanmıştı.
Peki ya adeta “özgüvenin bu kadarı cehaletle mümkün” sözünü ispat etmek için canhıraş çabalayan liberallere ne demeli? Önce Hizbullah’ı “devlet içinde devlet olmakla” ardından “Metastazlı bir kanser gibi Lübnan toplumunu sarmakla” sonra “LGBT ve Kürt düşmanı olmakla” suçladılar. Ve en nihayetinde “Hizbullah’ın esasında Kamp Savaşları döneminde binlerce Filistinliyi katlederek ortaya çıktığı” gibi paralel evrenden tarih yazımına giriştiler.
Bu ipe sapa gelmez iddiaları ortaya atarken, esasında AKP cenahı ile benzer bir motivasyona sahipler: İsrail’in düşmanını, yani Hizbullah’ı itibarsızlaştırma… Böylelikle zahiri bir “tarafsızlık” görüntüsü ortaya çıkıyor ki, bu da İsrail’in hız kesmeden sürdürdüğü soykırım ve işgaline kayıtsızlığı beraberinde getiriyor.
“Canlarım, siz tutsakları ve topraklarımızı özgürleştirecek olanlarsınız. Sizin yumruğunuz ve öfkenizle yurdumuzun onuru korunacak. (…) Canlarım, sizler tepelerimizi süsleyen sedir ağaçları gibi ölümsüzsünüz.”
Hizbullah lideri Hasan Nasrallah bu satırları, İsrail’le 2006 savaşının başladığı günlerde cephedeki Hizbullah savaşçılarına seslenmek için kaleme almıştı. İnsan, İran’da din eğitimi almış ve halihazırda Lübnan Şiilerinin içinden çıkan bir hareketin liderinin belki de son anlarını yaşayan savaşçılarına cihadın farz olduğunu hatırlatmasını, şehadetin faziletlerini ve cenneti müjdelemesini bekliyor. Ancak Nasrallah bunun yerine savaşçılarına Lübnan ulusunun ve direnişinin bir parçası olduklarını anımsatmayı seçiyordu.
Kanımca mektup, Hasan Nasrallah’ın İsrail işgali ve buna karşı direnişi daha çok bir ulusal mesele olarak gördüğünün belki de en çarpıcı kanıtıdır. Üstelik bu mektup hiç de istisna değildi, 11 yıldır hemen her konuşmasını dinlediğim veya okuduğum Hasan Nasrallah, ülkesine, bölgeye veya dünyaya dair yorumlarında dini referanslara pek az başvuruyordu. “İzin verin şimdi bir Şii olarak konuşayım” diye söze başladığı etkinlikler genellikle Aşure Günü gibi zaten Şiiler için önemli dini günlerdi…
Kimileri, yıllarca dini ve mezhebi kimlikler üzerinden savaş yaşamış bir ülkede, Hizbullah’ın da bu hususlara dikkat ettiğini ve hatta “takiyye yaptığını” düşünebilir, ancak bunlar bana kalırsa örgütü ve içinden geldiği Lübnan toplumunu anlamaktan uzak ve yavan yorumlardan ibaret…
Ulusunu arayan ülke
Hizbullah’ın bölgedeki diğer dini eğilimli hareketlerden farkını anlayabilmek için, Lübnan’ın bağımsız bir ülke olarak tarih sahnesine çıkışından ve bugünkü siyasi konjonktürün oluşumunda sınıf savaşımlarının rolünden bahsetmek elzem.
1943 yılında Fransız sömürgeciliğinin çekilmesinin ardından Lübnan, tarih sahnesine ulusu olmayan bir ülke olarak çıktı. Elbette ki Lübnan insan ayağı değmemiş çöller veya ıssız vadilerle kaplı değildi, bilakis verimli tarım arazilerine, Doğu Akdeniz’deki mühim limanlara sahipti. Ancak ülkedeki mülkiyet, önce Osmanlı, sonra Fransız sömürgeciliği döneminde dini veya mezhebi çizgilerle pay edilmişti. İşte Lübnan’ın gerçek trajedisi de, farklı mezhebi ve dini kimliklerin sınıfsal ayrımlarla mükemmel derecede örtüşmesinden ileri geliyordu.
Manda döneminin sonuna gelindiğinde Lübnan toplumunda istisnaları olmakla birlikte büyük tüccarlar çoğunlukla Maruni Hıristiyan’dı, büyük toprak sahipleri de çoğunlukla Maruni veya Dürzi’ydi. Arap Ortodokslar ve Sünniler, şehirlerde genellikle esnaf veya zanaatkarlardı, taşradaysa orta ölçekli tarım mülkiyetleriyle küçük burjuvaziyi teşkil ediyordu. Güney Lübnan ve Bekaa Vadisi’ne dağılmış köylerde yaşayan Şiiler ise Lübnan toplumunun sosyo-ekonomik olarak en alt kesimiydi. Şiiler genellikle topraksız veya küçük toprak mülkiyetine sahip köylülerdi.
Modern Lübnan’ın ortaya çıkışına Marunilerin Osmanlı ve Fransız Mandası dönemden kalan ayrıcalıklarını ve mülkiyetlerini kaybetme korkusu damgasını vurdu. Bu kesim Lübnan’ın Arap kimliğini ısrarla inkar ediyordu, çünkü bu yeniden o dönemde Arap kimliğini güçlü bir şekilde dile getiren Suriye’yle birleşmek gibi “tehlikeli” fikirlerin hortlamasına yol açacaktı. Birleşme, Maruni zenginlerin, siyasi ayrıcalıklarını yitirmesi gibi sonuçlara kadar gidebilirdi. Bu yüzden Maruni milliyetçisi partiler, toplumsal etkilerini yitirene kadar nizamlarına yönelik her tehdidi, kendi icatları olan “Lübnan milliyetçiliğine tehdit” olarak yaftalamaya özel bir önem gösterdiler. Onların toplumsal düzenine itiraz, esasında Lübnan ulusuna yönelik bir sabotajdı!
Burada bir parantez açıp İsrail’e hizmet eden sözde “tarafsızlık” siyasetinin de benzer bir yönteme sahip olduğunu hatırlatmakta fayda var. Bu zahiri tarafsızlara göre de Hizbullah, “Lübnan toplumunu metastazlı bir kanser gibi sarmış, İran’ın bir vesayet aracı”dan ibaret.
Parantezi kapatalım…
'Yüzde 4’lük Taife'nin mutabakatı
Marunilere göre toplumlarının temeli Fenikelilere dayanıyordu ve Arap değillerdi… Maruni mülk sahipleri, iktidarı tek başlarına elde tutamayacaklarının da bilincindeydi ve diğer dini ve mezhebi kimliklerden mülk sahipleriyle bir ittifak sistemi kurmanın çıkarlarını korumanın en iyi yolu olduğunu görüyorlardı.
İşte bu halet-i ruhiye, bugün hâlâ Lübnan’ın tam olarak uluslaşmasına ket vuran ve her fırsatta dini ve mezhebi kimliklerin hatırlanmasını sağlayan “Ulusal Mutabakat”ı ortaya çıkardı.
“Ulusal Mutabakat”, siyasi erkin farklı dini veya mezhebi kimlikler arasında paylaşılmasını öngörüyordu. Buna göre cumhurbaşkanı Hıristiyan, Başbakan Sünni ve Meclis Sözcüsü Şii olmalıydı. Meclis sandalyeleri, bakanlıklar, devlet kadroları ve ordu gibi kurumlar Maruni, Dürzi, Şii veya Sünni zenginler arasında pay edildi.
Bu kesim daha sonra “Yüzde 4’lük taife” olarak adlandırılacaktı. Zira 1960’larda yapılan bir çalışma, nüfusun yüzde 4’ünü oluşturdukları halde Lübnan’da üretilen tüm zenginliğin üçte birine el koyduklarını ortaya çıkarmıştı.
Lübnanlı sermaye sahiplerinin, uluslaşmayı baltalayan bir siyasi sistem kurması, rejimlerine yönelik tepkilerin, yeni bir mutabakat ekseninde yeni bir uluslaşma çabasını da beraberinde getirdi. 1970’li yıllarda bu çabanın toplumsal tabanı, sistemin en altına itilmiş olan Lübnanlı Şiiler oldu. 1960’larla başlayan şehirleşme, topraksız veya küçük mülkiyete sahip çoğunlukla Şii köylülerin büyük şehirlere akınını başlattı. Ayrıca 1970’lerle birlikte artan İsrail saldırıları da bu insanların daha güvenli bölgelere yani başkent Beyrut’a dolmasına neden oldu. Kentlere akın eden bu insanlar, 1948’de İsrail tarafından topraklarından edilmiş Filistinlilerin kamplarıyla iç içe bir yaşam kurdu.
Örneğin bugün Hizbullah’ın kalesi olarak görülen Dahiye Banliyösü’nde bu toplumsal alt üst oluşun izlerini sürmek hala mümkün. Bu banliyönün Lübnanlı sakinleri, güney Lübnan’dan ekonomik veya savaş nedeniyle kaçıp gelenlerin torunları ve bugün hâlâ semtin bir mahallesi gibi duran Filistin kampı Burc el Barajne’yle iç içe bir yaşam sürüyorlar.
Lübnanlı Şiilerin sosyo-ekonomik sistemin en alt tabakasını oluşturmaları, Filistinliler gibi gündelik veya güvencesiz işlerle yaşam mücadelesi verişi iki toplum arasındaki siyasi etkileşimi artırdı. Şiiler Filistinlilerin ulusal kimliklerine sıkı sıkıya bağlı olmaları ve solcu duruşlarından derinden etkilendiler. Bu sayede de Lübnan Komünist Partisi, banliyölerdeki yoksul Şiilerin partisi haline geldi ve Lübnan siyasetinde önemli bir aktöre dönüştü.
Aynı dönemde varlıkları daha da görünür hale gelen Sünni ve Arap-Ortodokslar da özellikle Mısır’daki sosyalizan Nasır hareketinin veya başka bazı Pan-Arap düşüncelerin etkisi altına girdi. Zira bu kesimler de siyasi sistemde temsil edilmiyorlardı. Bu sayede farklı din veya mezhep kimliklerine sahip bu toplumsal dinamikler “Yüzde 4’lük Taife”nin nizamına yönelik tepki etrafında ilk kez bir araya geldi. Bunun en somut ifadesiyse Lübnan Komünist Partisi’yle Nasırcı veya diğer Pan-Arap hareketlerin yeni bir toplumsal mutabakat talebiyle 1975’te Lübnan Ulusal Hareketi’ni ilan etmeleri oldu.
Tanıdık bir taktik
Lübnanlı yoksullar ve orta sınıflardan gelen bu tepki dalgası, Maruni mülk sahipleri için alarm zillerinin çalmasına yol açtı. Farklı fraksiyonlara sahip olsalar da mevcut düzeni korumak isteyen Maruni hareketleri içinde 1936’da Pierre Cemayel tarafından kurulan Falanjist Parti öne çıkıyordu. 1970’lerde bu parti ikinci kuşak Cemayellerden Beşir ve Emin adlı iki kardeş tarafından yönetiliyordu.
Sağcı Maruniler, özellikle sol eğilimli ve “çıbanın başı” olarak gördükleri Filistinlileri hedef tahtasına oturtuyordu. Filistinlilerin güvenlik sorunu yarattığı ve İsrail saldırganlığını Lübnan’a çektiğini belirten Falanjistler, hızla silahlanarak milis güçleri oluşturdular. Bu milis güçleri, Lübnan Ordusu’ndan gelen ve zaten Maruni ailelere mensup subaylar tarafından komuta edilecekti.
Falanjistler 1975’le birlikte Filistinlilere yönelik silahlı saldırılarıyla 1990’a kadar süren Lübnan İç Savaşı’nın fitilini de ateşlemiş oldu. Falanjistler ayrıca İsrail’in Lübnan’ı işgali için de uygun bir işbirlikçi güçtü ve bu sayede İsrail uluslararası kamuoyunda kendisine karşı tepkileri “Müslüman zulmü altındaki Hıristiyanları korumak” gibi “ulvi” bir propagandayla gerekçelendirme fırsatını yakaladı. Benzer bir şekilde, İsrail bugün de kendisini “Hıristiyan dünyasını radikal İslam tehdidinden koruyan bir bariyer” olarak göstermeye, destekçileri de bu ölçüde Hizbullah ve Hamas’ın ulusal kimlikleri yerine İslami kimliklerini öne çıkarmaya özel bir önem sarf ediyor.(SoL)