USAID, Suriye’deki militanlara nasıl tedarik sağladı?
Çevirmenin notu: Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ), İdlib’de bir proto-devlet kurarken, ABD’nin dolaylı destekleri dikkat çekiyor. ABD, terör örgütü olarak tanımladığı HTŞ’nin yönetimindeki bölgelere USAID aracılığıyla büyük miktarlarda fon aktardı. Bu yardımlar, STK’lar üzerinden ulaştırılarak HTŞ’nin güçlenmesine olanak sağladı. Özellikle, ABD’nin 18 milyar dolardan fazla harcama yaptığı insani yardım projelerinde, yolsuzluk ve dolandırıcılık iddiaları sıkça gündeme geldi. HTŞ, lideri Ebu Muhammed el-Colani’nin stratejik hamleleriyle “iyi yönetişim” söylemini öne çıkarıp uluslararası meşruiyet kazanmaya çalıştı. Kurumların güçlendirilmesi, azınlıklarla işbirliği ve temel hizmetlerin sağlanması gibi adımlarla proto-devlet statüsünü pekiştirdi. Örgütün geçmişteki insan hakları ihlalleri, işkence ve infaz videoları bu süreçte unutuldu.
Kara para, kara bayraklar: USAID, Suriye’deki militanlara nasıl tedarik sağladı?
Alexander Rubinstein, MintPress News
Terör örgütü olarak tanımlanan Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ), İdlib’de kendi proto-devletini kurarken, kötü bir şöhrete sahip bazı sivil toplum kuruluşları kamu hizmetlerindeki boşlukları doldurmak için devreye girdi. Bazıları ise örgütle birlikte çalışmaya başladı.
El-Kaide’ye, düşman hükümetleri devirmek için 20 yıl boyunca 5,4 trilyon dolar harcayan ABD, şimdi çelişkili bir konumda bulunuyor. Modern el-Kaide, Suriye’de kendi proto-devletini kurmuş durumda, fakat hâlâ ABD’nin Yabancı Terör Örgütleri Listesinde yer alıyor. Bu durumu sadece bir dış politika hatası olarak görmek yüzeysel bir yaklaşım olur; ABD, HTŞ’nin Suriye’nin bazı bölgelerini ele geçirmesini aktif olarak kolaylaştırırken, örgütü resmi olarak terörist olarak nitelendirmeye devam ediyor.
Son beş yıldır el-Kaide’nin bir uzantısı olan HTŞ, imajını düzeltmeye çalışıyor. Örgütün lideri Ebu Muhammed el-Colani, IŞİD ve el-Kaide’nin eski üst düzey üyelerinden biri olarak, örgütü şiddet ve azınlık düşmanlığına dayalı bir yapıyken, daha kabul edilebilir bir yerel yönetim organı gibi göstermeye çalışıyor.
HTŞ ve Suriye Kurtuluş Hükümeti (SKH) adı verilen bir proto-devlet kurduktan sonra el-Colani, el-Kaide’nin devletleşmesini normalleştirme çabalarına yoğunlaştı. “Kurumlar” ve “yapılar” gibi konulara odaklanan el-Colani, Suriye’nin farklı azınlık gruplarına yönelik beklenmedik bir yakınlık göstererek örgütün yeniden markalaşmasının temel unsurlarını oluşturdu. El-Colani, proto-devlet yapılarının oluşturulmasını, örgütün Suriye’yi ele geçirme başarısının anahtarı olarak görüyor.
Şiddet yerine “iyi yönetişim” vurgusuna odaklanma çabası, Telegraph gazetesinde yayımlanan “Suriye’nin ‘çeşitliliğe dost’ cihatçıları nasıl bir devlet inşa etmeyi planlıyor?” başlıklı makalede ele alındı. Bu makale, Cumhurbaşkanı Esad’ın ülkeden kaçmasından beş gün önce yayımlandı ve HTŞ’nin tamamen kontrolü ele geçirmesini kaçınılmaz bir durum olarak gördü:
“Bu yılın mart ayında, el-Colani İdlib Üniversitesinde üst düzey öğrencilere hitap ederek, muhaliflerin savaş sona ermeden hükümetler kurmaları gerektiğini söyledi. ‘Kurtarılmış bölgelerde konulan her tuğla, Allah’ın izniyle, bizi temel hedefimiz olan Şam’ın kurtuluşuna yüzlerce kilometre daha yaklaştırıyor’ ifadelerini kullandı.
Şimdi bu ilkeyi hayata geçiriyor ve Halep’te pek çok sıradan isimli bürokratik kurum faaliyete geçiyor.
Çöp toplama işlemleri başlamış durumda, elektrik ve su hizmetleri yeniden bağlandı. HTŞ, yerli halkın idari hizmetlerle ilgili bilgi alabilmesi için telefon numaraları dağıttı. İslami bir vergi toplama ajansı olan Genel Zekât Komisyonu, ihtiyaç sahiplerine yönelik acil yardım paketleri dağıtmaya başladı. Aynı zamanda HTŞ’nin Genel Tahıl Ticareti ve İşleme Kurumu, fırınların üretime devam edebilmesi için yakıt temin etti.
Günün sonunda, Kalkınma ve İnsani İşler Bakanlığı, ‘Birlikte Dönüyoruz’ adını verdikleri bir kampanya kapsamında yerli halka 65 bin somun ekmek ulaştırdıklarını iddia ediyor.
Proto-devletlerinin yalnızca yerli halkın desteğini değil, uluslararası meşruiyeti de hedeflediğinin bir göstergesi olarak, HTŞ’nin siyasi bürosu, şehirden ayrılmak isteyen yabancı ve diplomatlar için telefon numaraları sağladı. Ayrıca, Suriye’nin kültürel çeşitliliğini ve mirasını vurgulamak amacıyla, ‘Halep, tüm Suriyeliler için medeniyetin, kültürel ve dini çeşitliliğin buluşma noktasıdır’ ifadelerini kullanıyorlar.”
Şam’a giden yolda, el-Colani, Biden yönetiminin “Çeşitlilik gücümüzdür” sloganını ödünç aldı. CNN’e verdiği mülakatta, kendisine şu soru yöneltildi: “Birkaç gün içinde büyük şehirleri ele geçirdiniz. Ne değişti? Bunu şimdi nasıl başardınız?” El-Colani şu yanıtı verdi:
“Son yıllarda, iç görüşlerin birleştirilmesi ve Suriye’nin kurtarılmış bölgelerinde kurumsal yapıların tesis edilmesi sağlandı. Bu kurumsallaşma, askeri fraksiyonlar arasında yeniden yapılandırmayı da içerdi… Devrim, kaos ve rastgelelikten hem sivil hem de kurumsal meselelerde hem de askeri operasyonlarda bir düzen hâline geçti.”
CNN’in uluslararası muhabiri Jomana Karadsheh, el-Colani’ye “Hâlâ katı İslami yönetim uygulamayı planlıyor musunuz?” sorusunu yöneltti. Ancak el-Colani, bir kez daha odağı kurumlara kaydırdı:
“Biz, bölgenin gelenekleri ve doğasıyla uyumlu bir şeyden bahsediyoruz. En önemli şey kurumlar inşa etmektir. Şahısların veya şahsi heveslerin yönetiminden bahsetmiyoruz. Kurumsal yönetişimden bahsediyoruz. Suriye, kurumsal bir yönetişim sistemini hak ediyor…”
Ebu Muhammed el-Colani, mülakatın büyük bir kısmını kapsayıcı bir yapı inşa etme konusundaki propaganda konuşmasını yapmak için bir fırsat olarak değerlendirdi. Ancak, HTŞ’nin kontrolü ele geçirmesinin hemen ardından, sosyal medyada Suriye’nin Alevi toplumuna yönelik işkence ve infaz görüntülerinin yayıldığı vahşet dolu videolar, terör örgütünün ilerici söylemini boşa çıkardı. HTŞ’nin intihar saldırıları düzenlediği dönemden bu yana sadece birkaç yıl geçmiş olmasına rağmen, el-Colani’nin saldırısına destek veren diğer örgütler Batı medyasında neredeyse hiç yer bulmadı.
Bu örgütler arasında, savaş suçları, adam kaçırma, işkence ve kimyasal silah kullanımına dair iddialar nedeniyle Uluslararası Af Örgütü tarafından suçlanan Ahrar eş-Şam da yer alıyor. Ayrıca saldırıya, ABD’nin 2017 yılına kadar destek verdiği “ılımlı muhalif” bir grup olarak bilinen Nureddin Zengi Tugayı da katıldı. Ancak bu destek, örgütün güle oynaya bir çocuğun kafasını kestikleri görüntülerin ortaya çıkmasının ardından sona ermişti.
Bu el-Kaide bağlantılı örgütlerin dehşet verici geçmişi, Beyaz Saray’ı pek duraksatmış gibi görünmüyor. Beşar Esad’ın ülkeyi terk etmesinden sadece birkaç gün sonra, Joe Biden, Suriye’de devlet gücünü ele geçiren ve terörist olarak tanımlanan örgütlerin “doğru şeyleri söylediklerini” belirtti. Ayrıca Biden, daha fazla insani yardım ve “yeni bir hükümet ve anayasa oluşturma amacıyla tüm Suriyeli örgütlerle etkileşimde bulunma” sözü verdi:
“Şunu netleştirmek gerekir ki, Esad’ı deviren muhalif grupların bazıları, kendi karanlık terör ve insan hakları ihlalleri geçmişine sahip. Son günlerde bu muhalif grupların liderlerinden gelen açıklamalara dikkat ettik. Şu an doğru şeyleri söylüyorlar, ancak daha fazla sorumluluk üstlendikçe yalnızca sözlerini değil, eylemlerini de değerlendireceğiz.”
Joe Biden’ın Suriye’deki gelişmeler üzerine yaptığı açıklamalar medya tarafından geniş şekilde ele alınsa da bu açıklamalar, iki gün önce ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID) Yöneticisi Samantha Power tarafından yayımlanan bildirinin yeniden yazılmış haliydi. Power, Beşar Esad’ın Rusya’ya kaçtığı gün, kurumunun “yerel kuruluşları destekleyerek Esad rejimi olmayan bölgelerde yönetişimi güçlendirmeye” çalıştığını belirtti:
“Muhalif liderlerin, özellikle azınlıkları ve daha önce rejim kontrolünde olan bölgelerde yaşayanları teskin etmek için yaptıkları açıklamaları not ettik. Fakat daha fazla sorumluluk üstlendiklerinde, kurumları korumak, tüm Suriyelilerin insan haklarını savunmak ve uluslararası hukuka uymak için anlamlı adımlar atmaları gerekecek.”
ABD, uzun yıllardır Suriye halkına insani yardım sağlayan en büyük destekçi konumunda bulunuyor. Milyonlarca Suriyeliye gıda, tıbbi malzeme ve barınak temin eden ABD, aynı zamanda Esad hükümetinin kontrolü dışındaki bölgelerde Suriye ekonomisini, yönetişimi ve temel hizmetleri güçlendirmek için çalışan yerel kuruluşları destekliyor. USAID, son günlerdeki gelişmeler ışığında ortaklarıyla yakın bir koordinasyon içinde çalıştıklarını ve Suriye halkına olan desteklerini kararlılıkla sürdüreceklerini belirtti.
Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) İdlib vilayetinde kontrolü ele geçirdiğinden bu yana, USAID ve “uygulayıcı ortaklar” olarak adlandırdığı insani yardım STK’ları, terör örgütünün denetimi altında bölgeye büyük miktarda fon aktardı.
Savaşın başlangıcından bu yana, USAID ve ABD Dışişleri Bakanlığı İnsani Yardım Bürosu (BHA), Suriye’ye “insani yardım” adı altında 18 milyar dolardan fazla harcama yaptı. 2024 mali yılında bu yardımın 1,2 milyar doları aştığı bildiriliyor. Ancak, bu yardımların büyük ölçüde kötü şöhrete sahip yolsuzluğa bulaşmış STK ortakları aracılığıyla yapıldığı iddia ediliyor.
PBS kanalına verdiği mülakatta, ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey, 2018 yılında odak noktasının İdlib olduğunu itiraf etti. Jeffrey, “İdlib’de en güçlü güç [el-Colani liderliğindeki HTŞ] idi,” dedi. Bu durum, yani yasal olarak yardım sağlanması yasaklanan bir örgüt tarafından yönetilen bir bölgeye yardım ulaştırmak, USAID için bir sorun teşkil ediyordu:
Jeffrey, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’dan bir muafiyet almak için büyük çaba harcadıklarını şu sözlerle açıkladı:
“Bunu başardık. Bu muafiyet, HTŞ’ye doğrudan yardım sağlayabileceğimizi söylemedi. Ancak yardım bir şekilde HTŞ’nin eline geçerse, yardım sağlayan kuruluşların (USAID ya da STK’lar) suçlanmayacağını belirtti.”
Jeffrey, HTŞ ile dolaylı iletişim kurduğunu, bunun STK ortakları aracılığıyla gerçekleştiğini belirtti.
“Onlardan mesajlar alıyordum ve pozisyonumuzu dikkatlice açıklıyordum. Bunun kendilerine iletileceğini biliyordum, ancak kendilerinden bu bilgileri doğrudan aktarmalarını istemiyordum.”
Jeffrey’e göre, HTŞ bu dolaylı yollarla ABD’ye, “Biz sizin dostunuz olmak istiyoruz. Terörist değiliz, sadece Esad’a karşı savaşıyoruz,” mesajını iletti.
2020 yılı mart ayına gelindiğinde, İdlib civarında terör örgütleri ile Suriye hükümeti arasında bir ateşkes sağlanmasından sadece birkaç gün önce, James Jeffrey bizzat İdlib’i ziyaret ederek, “Suriye’deki STK temsilcileri ve Beyaz Baretliler” ile bir araya geldi. Bu ziyarette ABD yardımını taahhüt eden Jeffrey, İngiltere, ABD ve İsrail destekli bu “sivil savunma” gruplarını teşvik etti. HTŞ’nin üst düzey liderlerinden Ebu Cabir eş-Şeyh, bu grupları “gizli askerlerimiz” olarak nitelendirmişti.
Ancak, ateşkesten önce bile yardım akışı hızla devam ediyordu. İdlib’de “21. yüzyılın en büyük insani dehşet hikayesi” olarak adlandırılan durumun ardından CNN izleyicileri, web sitelerindeki bir portaldan pek çok USAID ortağı STK’ya bağış yapmaya yönlendirdi. Bu haberlerde HTŞ’ye dair herhangi bir atıf yapılmazken, insani felaketin sorumlusu yalnızca “rejim” olarak gösterildi.
CNN’in bağış topladığı STK’lardan biri de Uluslararası Kurtarma Komitesi (IRC) idi. Bu kuruluş, Soğuk Savaş döneminde CIA’in gizli şebekesinin bir parçası olarak faaliyet göstermişti. Mart 2021’de USAID Genel Müfettişlik Bürosu, Suriye yardımları için USAID fonlarıyla çalışırken IRC’nin “referans kontrollerini ve terörle mücadele denetimlerini her zaman yapmadığını” bildirdi.
Fakat, neredeyse hiçbir denetime tabi olmayan bu sektörde, IRC sadece teröristlerle çalışmak ve “bir kartel gibi” faaliyet gösteren USAID ortaklarından biri.
USAID ile çalışmaya devam eden kötü şöhretli bir başka STK ise daha önce Uluslararası Yardım ve Kalkınma (IRD) olarak bilinen Blumont. Irak ve Afganistan’daki yolsuzlukları, ABD tarafından yürütülen bir diğer soruşturmanın konusu olmuştu. The Washington Post bu konuda şunları aktardı:
“Bağdat ve Kabil’de IRD gibi şirketler, USAID’den neredeyse hiç anlamlı bir denetim olmaksızın yüz milyonlarca dolarlık vergi mükellefi fonuyla finanse edilen programları yönetmekle bırakıldı. Bu durum, hükümet denetçileri ve projelere aşina olan eski IRD çalışanlarıyla yapılan görüşmelerde ortaya çıktı.
Bu kâr amacı gütmeyen kuruluş, USAID’den en az 19 çalışanı işe aldı. Bunların bazıları, ajanstaki masalarından direkt olarak şirketin Arlington, Virginia’daki yeni ofislerinde önemli pozisyonlara geçti.
Bu çalışanlardan bazıları, USAID’in eski geçici yöneticisi de dahil olmak üzere, Potomac Nehri’ni geçip IRD’ye katılarak yüz binlerce dolarlık yıllık maaş, ikramiye ve diğer tazminatlar aldı.
İnsani yardım kuruluşları arasında yer alan STK’larda bu tür yüksek maaşlar alışılmadık bir durumdur. Bonuslar ise daha da nadirdir.”
USAID’in Bağdat’taki başmüfettişi Jay R. Rollins, bir medya kuruluşuna verdiği mülakatta şu ifadeleri kullandı:
“Birçok anormallik, tutarsızlık ve USAID fonlarının muhaliflere aktarıldığına dair kanıtlar gördük. Tüm operasyonun kapatılmasını tavsiye ettik.”
Artık Blumont adıyla anılan IRD, USAID ile çalışmaya devam ediyor, ancak sözleşmeler genelde ağır bir şekilde sansürlenmiş durumda; örneğin, 2018 tarihli bir sözleşme buna örnek. Blumont’un internet sitesine göre, Suriye’deki faaliyetler için USAID ile yapılan sözleşmeler 2025 yılına kadar uzanıyor. Ayrıca, 2017 ile 2019 arasında Birleşik Krallık, Avrupa Birliği ve Kanada ile yapılan bir başka Blumont sözleşmesi, diğer bölgelerin yanı sıra HTŞ’nin kontrolündeki İdlib’de “İdari Yapıların Güçlendirilmesi” konusunu kapsamaktadır.
ABD merkezli Uluslararası Tabipler Birliği (IMC) ise, Washington Post’un 2016 tarihli bir makalesinde belirtildiği üzere, yolsuzlukla suçlanan bir diğer USAID ortağı.
Los Angeles merkezli bir hayır kuruluşu olan IMC, cuma günü yaptığı açıklamada, USAID fonlarıyla finanse edilen bazı satın almaların, soruşturmanın sonucuna kadar beklemeye alındığını belirtti.
Türkiye’nin güneyinde, mevcut ve eski IMC çalışanları, tedarikçilerden oluşan bir “mafyanın” ihaleleri manipüle etmek için komplo kurduğunu, faturada belirtilen şartlara uymayan standart altı malzemeleri kabul ettiklerini ifade ettiler. “Bu bir kartel gibiydi,” diyen kıdemli bir çalışan, medya ile konuşma yetkisi olmadığını ya da olası sonuçlardan çekindiğini belirtti.
IMC, cuma günü yaptığı açıklamada, “sofistike dolandırıcılık planlarına” karıştığından şüphelenilen birkaç çalışanını işten çıkardığını belirtti. Kuruluşun sözcüsü Rebecca Gustafson, “Daha fazla çalışanın bu duruma karıştığını tespit etmemiz hâlinde hızlı hareket etmeye tamamen hazırız,” ifadelerini kullandı.
Fon kesintisi, IMC’nin çoğu savaş bölgesinde yaşayan Suriyelilerden oluşan 800 çalışanını işten çıkarmasına neden oldu. Eski bir çalışan, bu maaşlardan her birinin yaklaşık 10 kişiyi geçindirdiğini söyledi.
Suriye’deki USAID ortaklarının yolsuzluk hikâyesi burada bitmiyor. Şaibeli bir şekilde, HTŞ’nin saldırısından yalnızca birkaç gün önce açıklanan iddianame, 2014 ile 2018 yılları arasında İdlib’deki Katolik Yardım Hizmetlerinin (CRS) bölgesel ofisinin eski başkanı olan Suriyeli Mahmud el-Hayfan’ı suçluyor. Yaklaşık 160 çalışanı yöneten el-Hayfan, dört yıl boyunca diğer STK çalışanlarının önünde açıkça HTŞ’nin selefi olan Nusra Cephesi’ni övdü ve 9 ile 10,1 milyon dolar arasında değişen insani yardımı bu terör grubuna yönlendirdi. İddianamede şu ifadeler yer aldı:
“El-Hayfan, [Nusra Cephesi’ne] ve diğer silahlı gruplara sadakat göstermiştir. El-Hayfan, [Nusra Cephesi] ve diğer silahlı grupların üyeleriyle ilişki kurmuştur. Tanık 1, Tanık 2 ve diğer STK-1 çalışanlarının katıldığı personel toplantılarında, el-Hayfan, [Nusra Cephesi] ve diğer silahlı gruplardan ‘mücahitler’ olarak bahsetmiştir; bu da onların Suriye’yi onurla koruyan özgürlük savaşçıları oldukları anlamına gelmektedir. El-Hayfan, ‘cihatçıları’ desteklemenin, çatışmadan etkilenen Suriyelilere yardım sağlamaktan daha önemli olduğunu ifade etmiştir. El-Hayfan, [Nusra Cephesi’ni] ‘ne olursa olsun’ destekleyeceğini söylemiştir.”
USAID’in STK ortaklarının yolsuzluk, dolandırıcılık ve terör örgütlerini destekleme gibi eylemleri şok edici olsa da belki de daha şaşırtıcı olan, bu skandallara rağmen aynı kuruluşların USAID tarafından desteklenmeye devam etmesi. Hatta, bu kuruluşlar gelecekteki sözleşmelerden menedilmek bir yana, USAID günümüzde bile CRS ve IMC’ye bağış yapılmasını aktif olarak teşvik ediyor.
Öte yandan, Orta Doğu Enstitüsü’nden Charles Lister, sosyal medyada yaptığı paylaşımlarda, HTŞ’nin proto-devleti olarak tanımlanan SKH ve STK’ları, grubun başarısının önemli faktörleri arasında sayıyor. Lister, “SKH, uluslararası yardım STK’ları ve Birleşmiş Milletler ile yakın bir şekilde çalışıyor; BM’nin İdlib’de SKH ile iletişim kuran kalıcı bir ofisi var,” ifadelerini kullanıyor.
SKH’nin Telegram kanalında yapılan paylaşımlar, grubun insani yardım çadırlarında toplantılar yaptığını, Türk STK’larıyla görüştüğünü, bir kitap fuarı düzenlediğini, “Kur’an ile Yaşa” ödül töreni gerçekleştirdiğini ve “kadınlar için özel bir alan bulunmayan” fen sınıfları için afişler yayımladığını gösteriyor.
Bu arada, Norveç Mülteci Konseyi tarafından hazırlanan ve fonlarının yaklaşık yüzde 13’ünü ABD Dışişleri Bakanlığı’nın İnsani Yardım Bürosundan alan bir rapor, SKH’nin STK’larla işbirliğini daha yakından inceliyor.
STK’nın internet sitesinde, “bankacılık risklerini azaltmaya” adanmış bir sayfa yer alıyor; bu, STK’ların “terör finansmanını kolaylaştırmakla suçlanma risklerini en aza indirmelerine” yardımcı olmayı amaçlayan bir rehber niteliğinde. Bu tür suçlamalar, para cezaları veya diğer yaptırımlarla sonuçlanabiliyor.
Ekim 2023’te yayımlanan rapor; STK’lar, Birleşmiş Milletler, HTŞ ve İdlib’deki SKH arasındaki dinamiği kapsamlı bir şekilde ele aldı. Yirmi STK çalışanı, BM personeli ve bağışçılarla yapılan röportajları içeren rapor, SKH’nin —hem Charles Lister hem de Ebu Muhammed el-Colani’nin HTŞ’nin başarısı için kritik olarak gördüğü bu proto-devletin— “pek çok hizmet boşluğunu doldurmak için insani yardım çalışanlarına bağımlı” olduğunu açıkça kabul ediyor.
Rapora göre, bazı STK’lar SKH’den mümkün olduğunca uzak durmaya çalışırken, diğerleri doğrudan işbirliği yaptı. Özellikle, “kuzeybatı Suriye’de daha büyük programları veya daha güçlü bir erişim odak noktası olan bazı kuruluşlar, sorunları doğrudan çözme kapasitelerine daha fazla güvendikleri için SKH ile işbirliği yapmayı tercih ettiler. Bazıları, Birleşmiş Milletler’den destek istemek yerine sorunları doğrudan ele almanın daha etkili olduğunu düşündü.”
Bir bağışçı şu ifadeleri kullandı:
“Bence diyalog kurmanız gerekiyor. Demek istediğim, onlar fiili otoriteler. Bunu beğenip beğenmememizin bir önemi yok. Onlar fiili otoriteler. Dolayısıyla, bu insani operasyonlar için olduğu sürece onlarla bir noktada diyalog kurmanız gerekiyor.”
Rapora göre, bağışçılar “SKH’nin HTŞ ile bağlantılarına rağmen, SKH’nin ortaklarının işbirliği yapabileceği ‘güvenli bir çatı’ ve HTŞ’nin yasaklı olması nedeniyle kabul edilebilir bir ara yol sunduğunu hissettiler. Bu yapının, BM ve diğer insani yardım kuruluşlarının İdlib’deki baskın tarafla büyük ölçüde HTŞ ile doğrudan temastan kaçınarak iletişim kurmalarına olanak tanıdığını düşündüler.”
Bir STK çalışanı şu yorumda bulundu: “Birini [silahlı olan] görmek zorunda kalmamızdan bu yana çok uzun zaman geçti. Şimdi bu adamların hepsi takım elbise giyiyor.”
Bazı STK’lar için, bağışçıların SKH ile işbirliği konusundaki çekimserliği, hayal kırıklığı kaynağıydı. Bir BM çalışanı şu şekilde aktardı: “Bir noktada, bazı STK’ların, bağışçılardan SKH’den daha fazla şikâyet ettiğini fark ettik.”
Rapora göre, “katılımcılar, bağışçıların İdlib’de hizmetler, ücretler veya vergiler için ödeme yapılmasına izin vermeyi reddetmesiyle ilgili çeşitli sorunlardan bahsetti… Bağışçıların bazen bu tür konularda taviz vermeye istekli oldukları söylendi, ancak bu hiçbir zaman belgelenmedi.”
Raporda röportaj yapılan bazı kişiler, “SKH’nin, insani yardım topluluğu kendisiyle ne kadar çok iletişim kurarsa, HTŞ’nin terör örgütleri listesinden çıkarılma şansının o kadar artacağını hesapladığını” ifade etti. Benzer şekilde, ABD elçisi James Jeffrey, PBS’e verdiği mülakatta, SKH’nin Batı’ya açılım sağlamak için STK’ları kullandığını belirtti. Rapora göre, bir katılımcı şu görüşteydi:
“SKH bazen insani yardım çalışanlarını, bağışçılar ve bağışçı hükümetlere farkında olmadan mesaj iletici olarak kullandı ve bu süreçte hem kendi hem de HTŞ’nin algısını iyileştirmeye çalıştı. Diğer katılımcılar, görüştükleri birçok [devlet dışı silahlı grup] temsilcisini siyasi danışmanlar ya da ‘halkla ilişkiler yetkilileri’ olarak tanımladı ve bu kişilerin insani meselelerden ziyade örgütlerine olumlu bir imaj kazandırmaya daha çok ilgi duyduğunu belirtti.”
SKH’nin hizmetlerindeki boşlukları doldurmanın yanı sıra, bazen bu örgüte vergi ve ücret ödeyen bazı katılımcılar, “İdlib’de insani yardım programlarının daha yoğun olması nedeniyle müdahalenin burada daha yaygın olduğunu” ifade etti. Rapor, pek çok insani yardım müdahalesinde örnekler olduğunu vurguluyor: Belirli bölgelerde programları yönlendirme girişimleri, özellikle nakit yardımlarda yararlanıcı listelerine müdahale etme, tedarikçi, yüklenici ve personel seçimlerini etkileme çabaları… Ancak bir katılımcı, bölgedeki on yıllık insani müdahalelerden sonra bu tür müdahale girişimlerinin muhtemelen daha sofistike ve tespit edilmesi zor hâle geldiğini belirtti. Yerel otoritelerin, insani müdahalelerin nasıl işlediğine dair derin bir anlayışa sahip olan eski insani yardım çalışanlarını işe alarak sistemi nasıl suistimal edebileceklerini öğrenebileceklerini ifade etti.
Raporda ayrıca şu noktalara değiniliyor: “Bazı katılımcılar, SKH’nin, sivil hizmet veya insani yardım sektöründe deneyime sahip personel işe alarak yönetişimini giderek ‘profesyonelleştirdiğini’ belirtti.”
Büyük miktarlarda Amerikan dolarlarının HTŞ’ye akmasının “hayat kurtarmanın talihsiz bir maliyeti” olarak açıklanması cazip görünebilir ama bu durumun bariz jeopolitik hedefini göz ardı etmek zor. HTŞ’ye İdlib’de bir küçük devlet kurma fırsatı sunulurken, Suriye hükümeti ekonomik yaptırımlarla yavaş yavaş çöküşe sürüklendi ve hükümetin kontrolündeki bölgelerde yaşayanlara yiyecek ve yakıt gibi temel ihtiyaçlardan mahrum bırakarak toplu bir cezalandırma uygulandı.
Bununla birlikte, USAID ve STK’ların İdlib’de HTŞ’nin beş yıl boyunca gücünü toparlamasına izin vermedeki rolü, tipik ABD rejim değişikliği savaş planıyla örtüşmüyor. Bilakis, giderek daha fazla bir “renkli devrim” senaryosunu andırıyor. Belki de bu gerçekten bir renk devrimidir; ancak bu kez rengin kara olduğu söylenebilir.
(Alexander Rubinstein, MintPress News - Çeviri: Emre Köse, harici)
NOT: Bu makale kaynağından aslına sadık kalınarak çevrilmiştir. İfade edilen görüşler Hürseda Haber’in editöryal politikasını yansıtmayabilir.