İman Neden Endülüslü Değil Yemenlidir?
Risalet döneminde Yemenlilerin Müslüman oluşları Medine’de fetih sevincine neden olmuştur. Nasr süresinde “Allah’ın yardımı ve fetih geldiği zaman…” ayetinde müjdelenen fethin, Yemen tarafından geldiğine dair rivayetler vardır. Suyûtî’nin Taberânî ve İbn Merdûye’den aktardığına göre, İbn Abbas şöyle bildirmiştir: Resûlullah (saa) Medine'de iken bir defasında: “Allahu Ekber! Allah'ın yardımı ile fethi geldi! Yemenliler de geldi. Onlar yumuşak kalpli, itaatkâr insanlardır. İman Yemenli, fıkıh Yemenli, hikmet de Yemenlidir.” buyurdu.
İbn Abbâs’tan gelen diğer bir rivayete göre: Resûlullah (saa): “Allah'ın yardımı ve fetih geldiği zaman” ayetini okuyup şöyle buyurdu: “Yemenliler de geldi. Onlar yumuşak kalpli, yumuşak huylu insanlardır. Hüzünlü bir kalpleri, Allah'a karşı büyük bir haşyetleri vardır. Onlar bölük bölük Allah'ın dinine girmişlerdir.”[1] Suyûtî’nin aktardığı bu rivayetlere göre peygamberliğin son döneminde Yemenlilerin İslam’a girişi, Allah’ın yardım ve fethinin gelişi olarak nitelendirilmiştir.
Yemen’in durumu bugün de değişmedi. İslam ümmetinin ümidi olmaya devam ediyor. Küfür ve istikbâra karşı yeni fetihlere dair heyecan uyandırıyor. Diğer taraftan yaklaşık 800 yıl boyunca Müslümanların idare ettiği Endülüs’te ise değil ümit, İslam’a dair bir emare bulmak dahi neredeyse mümkün değildir. Balkanların durumu da Endülüs’ten farklı değildir. Asırlarca Müslümanların idaresi altında kalmalarına rağmen, dinimizi de kültürümüzü de almadılar. Bu gerçeği, “Efendim biz İngilizler, Fransızlar gibi baskı yapmadık.” şeklinde basit savunmalarla geçiştiremeyiz. Elbette kimseye zoraki kendimizi kabul ettiremeyiz. Fakat, insanların gönüllerine girmek için başka yollar yok muydu? Gittiğimiz yerlerin halkını cezbedecek bazı yöntemler uygulanamaz mıydı? Onları etkileyebilecek sanatlar geliştirilemez miydi? Belki de bu sorulara gelmeden önce, ele geçirdiğimiz yerlerin halkını kazanma diye bir derdimiz oldu mu, şeklinde sorsak daha gerçekçi olmaz mı?
Problemin oldukça geniş araştırmalar gerektirdiğinin farkındayım. Yine de temelde yani İslam’la tanışma aşamasında uygulanan yöntemlerin ne kadar doğru olduğuna dikkat çekmeye çalışacağım.
Sahabeden Berâ b. Azib’in aktardığına göre Peygamberimiz, bir grup sahabeyle birlikte Halid b. Velid'i Yemen’e, Hemdân kabilesini İslam'a davet etmesi için gönderdi. Berâ b. Azib de bu grubun içindeydi. Ancak Halid b. Velid, 6 ay boyunca davet etmesine rağmen bu kabile İslam’a girmedi. Durum peygamberimize bildirilince, Ali b. Ebu Talib’i Yemen'e gönderdi. Oraya vardığında Halid b. Velid'i ve onunla birlikte dönmek isteyenleri Medine'ye göndermesini, kalmak isteyenlerle birlikte Yemen'de durmasını emretti. Berâ b. Azib de geride kalanlar arasındaydı. Ali b. Ebu Talib bu kabileyi İslam’a davet etti. Bir gün içerisinde hepsi iman ettiler. Bu durum Resulullah’a (saa) haber verilince secdeye kapandı. Sonra başını kaldırarak şöyle buyurdu: Hemdân'a selam olsun.”[2] Dikkat edilirse Yemen’in İslam’a girişi aklî ve hür iradeyle olmuştur. İkna olmayıncaya kadar teslim olmamışlardır.
Endülüs’ün İslam’la tanışmasına geldiğimizde farklı bir yöntem uygulandığını görüyoruz. Endülüs fatihi olan Tarık b. Ziyad’ın temeli nasıl attığına bir bakalım. Önce gemileri yakarak askerlerinin geri dönme ümitlerini kesmiş, daha sonra bütün yiyeceklerini imha etmiştir. Dolayısıyla ordunun hayatta kalması için tek yol bırakmıştır. Arkada deniz, önlerinde düşman! Ya çaresiz biçimde ölümlerini bekleyecekler ya da savaşıp hayatta kalacaklardır. Çünkü üçüncü bir seçenek kalmamıştır. Askerlerin akıl ve iradelerini kullanmasına fırsat verilmemiştir. Sizce bu şekilde motive edilen bir ordunun karşıdakileri ikna etmeyi düşünecek zamanı olur mu? Oysa İmam Hüseyin, Kerbela’da düşmanla karşı karşıya gelmeden önce son bir defa daha arkadaşlarını topladı. Herhangi bir baskı hissetmemeleri için, gecenin karanlığından istifade ederek ailelerini alıp geri dönebilmeleri için adeta onlara yol gösterdi. Böylece kendi safında ihlaslı müminlerden başkasının kalmamasını sağladı. Bu yüzden zaman ilerledikçe Kerbela canlı kalmaya, ölü ruhlara hayat vermeye, Müslim ve Gayrimüslim insanları cezbetmeye devam etti.
Belli ki sağlam temeller üzerine inşa edilmiş bina ayakta durmayı başarmıştır. Temelinde sıkıntı olan binanın diğer kısımları ne kadar sağlam ve görkemli olsa da çökmeye mahkûmdur. Müslümanların asıl hedefi insanların gönüllerini fethetmek mi, yoksa hakimiyet kurduktan sonra istedikleri nizama uydurmak mı? Önce iman mı, yoksa önce iktidar sonra iman mı? İslam dünyasında halen bu iki yöntem, kıyasıya mücadele etmeye devam etmektedir. İnsanların gönüllerine hitap ederek kazanmak mı, yoksa iktidarı ele geçirdikten sonra hizaya getirmek mi? Ehlibeyit mektebinin öncelikli hedefinin ikna, gönülleri fethetmek olduğunda kuşku yoktur. Çünkü dinde zorlama olmayacağı, Allah’ın (cc) emridir. Hatta zorla dayattırılan iman gerçek iman olmadığı gibi, yine Kur’ân’a göre zoraki dayatılan küfür de küfür sayılmamaktadır. İslam tarihindeki fetih hareketlerinin ne kadar gönülleri fethetmeye dönük olduğu gerek oryantalist gerekse Müslüman araştırmacılar arasında ciddi biçimde tartışılmaya devam etmektedir.
Son günlerde İmam Hamaney’in “Suriyeli gençler Suriye’yi özgürleştirecek” yönündeki açıklamalarına dayanarak, sanki gizlenmiş, örgütlü, teknik yönden donatılmış bir güç çıkıp, Suriye’de savaşarak düzeni ele geçirecek, şeklinde anlaşılıyor. Bence mecbur bırakılmadıkça İran’ın ne Suriye’de ne de başka bir bölgede savaş çıkarma niyeti yoktur. Tabii ki savaşmaya mecbur edilirse kanlarının son damlasına kadar direnmekten geri durmayacaktır. Suriyeli gençler, artık Esad rejiminden sıçrayan lekelerden de arınmış olarak, Yemen’de İmam Ali’nin yaptığını yapmaya çalışacaklardır. İnanç konusunun devlet eliyle imkânların çokluğuyla değil, iknayla, benimsemeyle alakalı olduğunun farkında olarak Suriye halkını kazanmaya çalışacaklardır. Eğer bu işin iktidarla olacağına inanmış olsaydılar, bugüne kadar en azından Emevî Camii’nin imamlarını, ordunun önemli komutanlarını, üst düzey bürokratlarını Şiilerden seçtirebilirlerdi.
Esad’ın ardından Suriye’de iktidara gelenlerin, halkı ikna etmeden geldiklerinin en önemli göstergesi herkeste halen tedirgin bekleyişin sürmesidir. HTŞ liderinin açıklamalarına bakılırsa teorik ve pratik hazırlıklarının olmadığı da kesin, çünkü şimdiden hem kadro hem de program telaşına düşmüşlerdir. Nitekim en erken anayasa ancak 3 yıl sonra hazırlanabilecek miş! Bu demek oluyor ki, kervan yolda dizilecek. İşte son yüzyıl içerisinde Müslümanların içinden çıkamadığı girdap! Çağın getirdiği soru ve sorunlara ikna edici çözümler üretemeden, dağ gibi problemlere dair bir cevapları yokken, iktidar hırsıyla her yeri ele geçirme sevdasına kapılmaları! Mekke dönemini aşmadan Mekke’nin fethini kutlamaları! Türkiye’deki iktidarın iş başına geliş mantığı da böyleydi. İktidara geldikten, gücü ele geçirdikten sonra dinî hâkim kılacaklarını iddia ediyorlardı. Devleti kutsayan, bu uğurda kardeş katline cevaz veren bir düşünce! Nihayet son on yılda Türkiye’deki iktidarın yapmak isteyip de kendisine engel olabilecek hiçbir mazereti kalmadı. Buna rağmen dinden uzaklaşma, yozlaşma, ahlaksızlık, en önemlisi de dinden soğuma, dinin kutsallarına saygı konusunda en dibe vurdu. Önceki dönemlerle kıyaslanamayacak derecede daha fazla yozlaşma oldu.
Suriye’de de aynı yol izleniyor. Yıllarca kamuoyunu, kendilerinin değiştiğine ikna etmeye çalışacaklar. Hatta çoğu yol arkadaşlarını tekmeleyerek atacaklar onların yerine yolda karşılaştıklarını alacaklar. Nihayet bütün engelleri aştıklarına inandıkları bir sırada biz ne yapıyoruz diyecekler. Diyecekler demesine ancak, bakacaklar ki etraflarını kurtlar sarmış. Bu defa kendilerini kurtarma derdine düşecekler. Suriye’de tanık olduklarımız, -ABD, İsrail ve Avrupa’nın müdahalesi göz ardı edilse bile- devrim yerine bir evrimin olacağının habercisidir. Her şeyin yolunda gittiğini farz edersek dahi -bu hiç de mümkün görünmüyor- 20 yıl sonra en fazla bugünkü Türkiye gibi olabilirler. Değerlerin yerlerde süründüğü, ahlakın çöktüğü, çarpma ve çırpmanın normal karşılandığı, güvenin yerlerde süründüğü, emperyalistlerin cirit attığı, her şarta müsait… bir ülke olabilir. İşte Suriyeli gençler, ülkelerinin geleceğini şimdiden ön görerek ellerinden geleni yapacaklardır. (Veysel Çelik - Hürseda Haber)
[1] Celâleddîn es-Suyûtî, ed-Dürrül-Mensûr, Trc., Hüseyin Yıldız, Ocak Yayıncılık, İstanbul, 2012, XV, 672-673.
[2] Zehra Nassan (http://www.hzmuhammedingunlugu.com/?p=1248 yazısı); Haydar Baş, Hz. Ali Yemen’de.