Bu 'Bebek' Doğacak!
Elbette ki bu çocuğun dünyaya sağlıklı, eli ayağı tamam, kaşı gözü yerinde ve gürbüz bir şekilde dünyaya gelmesini istemeyenler var.
Artık “düşük yapma” ihtimali ve imkanı ortadan kalkmış ve muhtemeldir ki, kendince bir mücadeleyle büyümek üzere bırakıldığı “rahme” sıkıca yapışan o cenin, onu düşürmek için yapılan her türlü darp girişimlerine rağmen, bulunduğu yerde kendini korumaya alarak büyümeye devam ediyor. Bir gün ne olursa olsun doğacağı ve dünya ile temastaki o ilk ağlama çığlığını atacağı günü bekliyor.
Bilinsin ki, bizler de (Kürdüyle Türküyle bu toplum) o bebeği, aldığı darbelere rağmen kısmi sakat doğma ihtimaline karşın “tevekkülle” bekliyoruz, her anne babanın son ana kadar olduğu gibi “sağlıklı olsun” temennileriyle.
***
Bu “bebek” hikayesi de nedir, anası babası kimdir, diye merak edebilir, bu satırları neden yazdığımı sorabilirsiniz.
Hatırlayacaksınız.
Kasım ayında konuştuğum dört Kürt aydınından Tahsin Sever, neredeyse kökleri impartorluğa kadar uzanan Kürt sorununda, cumhuriyetten bu yana ilk kez hükümetin sorunun çözümüne ilişkin attığı ciddi adımları değerlendirirken “devlet ilk kez çocuk yapmaya karar verdi ve o çocuğun tohumu atılmıştır” benzetmesini yapmıştı.
Kürt sorununda tutulmadık rapor, önerilmedik çözüm ve aslında gökkubbe altında söylenmedik bir söz kalmadı.
Onca raporlara rağmen eksik olan ve aslında en önemli şey, siyasi irade ve karar mekanizmalarının inisiyatif alıp devreye girmesiydi.
Günden güne kronikleşerek geçen yüz yılın ardından, aranan “siyasi irade” de, lazım olan “karar mekanizmaları” da bulundu ve devreye girdi.
Bu bebek doğacak. Bu “bebeğin” düşük tehlikesini aştığı gibi, prematüre olarak da doğmayacağı kesin. Ancak sorunsuz doğmayacağı garantisini taşımıyor. Geç doğmaktan kaynaklı ve aldığı darbelerden ne tür hasarları olduğunu bilmediğimiz sorunlarıyla birlikte gelecek dünyaya.
***
Olan bitene bakıp da, son günlerde yaşadığımız olayları “münferitmiş canım” saflığında değerlendirmek sarışınlığın ötesine geçer!..
Siz inanıyor musunuz ki bütün mesele, “suçluyu yakaladığını” sanan savcı Sadrettin Sarıkaya ve “vatan sevdalısı” iki emniyet müdüründen oluşan üçlünün ortaya çıkarttığı MİT’in kirli çamaşırlarından ibarettir?
Bu kadar basit ise, niye peki aklıselim düşünen herkes ısrarla “sorun Oslo görüşmeleri değilse nedir peki” sualinden geri adım atmıyor?
Bu krizi çıkartanların, “Madem ki hedef Hakan Fidan da değil, Başbakan da değil, peki o zaman hedefte kim var” sorusunun cevabını vermeleri gerekiyor.
Köşeye sıkışınca buna buldukları cevap da “Efendim bu MİT mensupları var ya, ortalıkta vızır vızır dolaşıyorlar, bilseniz ne kötülükler yapıyorlar da sizin haberiniz yok” oldu.
Bakmayın siz “generalleri yargılarken iyiydi de, MİT müsteşarını yargılarken mi kötü” söylemleriyle meseleyi sulandıranlara...
Savcılık odalarında “ikna olanlara” sormak isterim, savcı “Suçlu MİT de olsa yakasına yapışırım” dediğinde, “Peki MİT hangi suçu işledi” diye sormak gelmedi mi aklınıza. Ya da görüp de ikna oldukları ne var ki, “Ben ikna oldum” diyerek, siyasete müdahale eden yargının pr’nı yapmakta bir beis görmüyorlar.
Pardon, demek gerekiyor. Bugüne kadar biz zaten ne MİT’in geçmiş kirli tarihini, ne de işlediği suçları biliyorduk!.. MİT zaten pirüpak bir kurumdu da, yüce yargımız şimdi MİT’in suça bulaştığını farketmiş ve içindeki çürükleri temizlemeye ahdetmiş!..
O yüzden, yargının hala sivil siyasete müdahale girişimine rağmen, bu resti görüp de, sağlam bir irade ile Oslo görüşmeleri için “Gerekirse yine görüşmeye devam ederiz” diyen Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in kararlılığını önemsiyorum.
En hassas dönemde MİT, Emniyet ve Yargı’yı birbirine düşürmekle kalmayıp, en önemlisi, Kürt meselesinin çözümü yönünde kararlılığını ortaya koyan siyasi iradeyi “olan bitenden bihaber” olmakla suçlayanların, oturup bir düşünmesi gerekiyor.
Cenine bir darbe de siz vurdunuz.
Ne geçti elinize?
(Star)