Köyleri Boşalttık, Şimdi Ağlıyoruz
Köy ve köylü, hemen her zaman siyasî tartışmaların odağında yer aldı. Uzun yıllar köylüye ‘efendi’ dendi, ama uygulamada efendilik yine ‘şehir’de yaşayanlara kaldı. Diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de sanayileşme iddiası ortaya çıkınca köyde yaşamak iyice zorlaştı ve insanlar rahat bir hayata kavuşmak umuduyla şehirlere göç etti. Nüfusu en kalabalık olan şehirlerimizde bile doğma büyüme o şehirli olan kişilerin azlığı yaşanan göç dalgasının büyüklüğünü göstermiyor mu?
Uygulanan politikalar insanların köylerden şehirlere göçünü teşvik etti. Öyle ki köylü olmak, köyde yaşamak aşağılanır oldu. Şehirli olmak ile medenî olmak eş anlamlı hâle geldi. Hattâ, kalkınmanın ve ileri gitmenin ilk şartı, nüfusun çoğunluğunun şehirlerde yaşaması olarak dikte edildi.
Terör ve başka sebeplerle de köyden şehre göç hızlanınca bu defa şehirler yaşanmaz hâle geldi. Köylerin boşalması şehirde yaşayanları da olumsuz etkiledi. Çünkü üretim azaldı, iddiaların ve beklentilerin aksine işsizlik de çoğaldı. Köyde tarlasında bahçesinde ‘orman’ında çalışan ve hayatını devam ettiren insanlar şehre gelince sadece rahatını değil, maddî imkânlarını da kaybetti. Köye ve köy hayatına duyulan hasretin her geçen gün artması her hâlde tesadüf değil.
Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, bir konuşmasında dünyayı ve Türkiye’yi şehirlerde yaşayan nüfus bakımından kıyaslamış. Ortaya çıkan rakamlar “vur” deyince “öldür”düğümüzü gösteriyor olsa gerek. Bayraktar, dünyada aile bireyi sayılarının gittikçe küçüldüğüne işaret ederek, ‘’İslâm dünyasında da diğer ülkelerde de durum böyle. Önceden 40 kişilik aileler vardı. Şimdi Türkiye’de ortalama aile nüfusu 3,7 oranında. Şehircilik de bununla birlikte artıyor. Dünyada şehirlerde yaşayanların oranı yüzde 50’yi geçerken, Türkiye’de ise bu rakam yüzde 76. Köyler boşaldı ve böyle bir dünyada yaşıyoruz’’ demiş. (AA, 29 Aralık 2012)
Dünya ortalaması yüzde 50 iken, Türkiye’de bu oranın yüzde 70 olması, yani ülkemizde her yüz kişiden 70’inin şehirlerde, 30’unun köylerde yaşıyor olması acaba sevindirici mi? Elbette ‘şehir’de yaşayanların ne kadar ‘şehir’ hayatına uygun şartlarda yaşadığı ayrı bir konu, ama rakamlar düşündürücü. Sadece şehirlere göç etmek Türkiye’nin meselesini çözebilmiş mi?
Mimarlar ve Mühendisler Grubu Genel Başkanı Avni Çebi de köy ve şehir kıyaslaması yaparken çok isabetli tesbitlerde bulunmuş. Çebi, “Kentleşme açısından terk edilen köyler hakkında ne söylemek istersiniz?” sorusuna şu cevabı vermiş: “İnsanlar köyleri terk ettiklerinde toprağa yabancılaşıyorlar. Çiftçi olan insan, şehre geldiğinde vasıfsız işçi oluyor ve sabah sekiz akşam sekiz gibi yoğun mesailerde asgarî ücretle çalışmaya mecbur kalıyorlar. Köyde üreten ve değerli bir insanken şehre gelince değersizleşiyorlar. Öbür taraftan sürülmeyen topraklar verimsizleşiyor, kullanılamayan yetenekler köreliyor. Devletin bunları öngörmesi gerekir. Türkiye, köylü insanının bilgeliği ve kültürüyle, ziraat ve endüstri mühendisinin bilgi ve teknolojisini birleştirirse, doğru değişimi gerçekleştirebilir. Yoksa insanlar emekli olmak adına senelerce köle gibi şehirlerdeki işyerlerinde çalışmaya devam edecekler. Ne adına geleceğimi garanti altına alacağım, bir emeklilik uğruna. Öbür taraftan insanların şehre yığılması tek tipleşmeyi de beraberinde getirdiğinden bir durağanlık ortaya çıkar, toplumsal ve ekonomik dinamizm yok olur.” (Konuşan: H. H. Kemal, Yeni Asya, 31 Aralık 2012)
Övünmek gibi olmasın, ama benim de bir köyüm var. Ama bu köy artık şehirlerde yaşayanların yıllık izinlerini geçirdikleri “tatil yeri”ne dönmüş vaziyette. İşi olan da olmayan da artık kendini şehirde yaşamaya mecbur hissediyor. Eskiden bir evde yaşayanların ürettiğini artık bir köy üretemez hâlde. Köyden şehre göçenlerin bir kısmı “bodrum”larda yaşarken, aynı kişilerin köyde “villa”ları var. Köyde ‘zengin’ olması mümkün olan biri şehirde ‘fakir’ durumda. Ama yoğun teşvik ve gelecek kaygısıyla insanlar yine de şehri tercih ediyor.
Bu durumu Risale-i Nur’da anlatılan bir hâle benzetiyorum: “İşte Hint, düşman zannederek, hâlbuki pederini öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor. İşte Tatar, Kafkas, öldürülmesine yardım ettiği şahıs, biçare valideleri olduğunu, (ba’de harabi’l-Basra) anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar.” (Sünûhat, Rü’yanın Zeyli, s. 71)
Biz de köy hayatını öldürdük, şimdi başında ağlaşıyoruz...
(Yeni Asya)