Resmi Dünya Tarihi
Türkiye’de on yıllardır okutulan bir ‘resmi tarih’ olduğu gibi, dünyada da yüzyıllardır hâkim kılınmaya çalışılan ‘resmi dünya tarihi’ anlatısı olduğunu söylemek yanlış olmaz. 19.yy’ın pozitivist anlayışı çerçevesinde ‘bilimsellik’ iddiasıyla tüm dünyada kabulü zorlanan bu resmi tarih yorumu, modernitenin yayıldığı her yere hâkim olmuştur.
Batı’yı merkeze alan ‘ilerlemeci’ tarih anlayışı, Çin, Hint ve İslam medeniyetleri gibi farklı tarihsel tecrübeleri kendi anlatısına çoğunlukla dâhil etmemiş, ettiği zaman da kendi perspektifinden yorumlamıştır. İçinde ne halkların, ne kadının, ne çocuğun, ne işçinin, ne gündelik hayatın olduğu bu tarihsel kurgu, daha çok askerî zaferlere ve ‘büyük adamlar’a odaklanmıştır. Ta ki, II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan yeni tarih anlayışlarına kadar.
Annales ve Frankfurt Okulu’nun önemli katkılarıyla, tarihi yorumlayanların/yazanların vizörü genişlemiş ve tarihçinin dünya görüşünden bağımsız bir ‘nesnel gerçeklik’ olduğu fikrine olan inanç azalmıştır. Zira tarih, içinden binlerce olgunun seçilebileceği bir malzeme deposudur ve hangi malzemeyle nasıl bir anlatı ortaya çıkarılabileceği biraz da tarihçinin inisiyatifindedir. Bu nedenle tarih yazımı, yorumdan bağımsız değildir. Bu gelişmeler, son 30-40 yıldır tarih ilmini, edebiyata, yani kurguya daha çok yaklaştırmıştır.
Tek bir nesnel tarih anlatısı olamayacağı görüşü, bugün sosyal bilimciler arasında yaygın şekilde kabul görmektedir.
Bu nedenle ‘alternatif’ tarih yorumlarına eskisinden daha çok itibar edilmektedir.
Her ne kadar geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dile getirdiği, ‘Amerika’nın Kolomb’dan önce Müslümanlar tarafından keşfi’ yorumu, ‘resmi dünya tarihi’ anlayışına teslim olanları rahatsız etse de, aslında dünya tarihini farklı biçimlerde okuma denemelerine bir vesiledir ve son derece zihin açıcıdır. Aynı zamanda adil bir hafızanın gereğidir. Müslümanların dünya tarihindeki yerini yok sayan kurgusal anlatıya itirazdır.
Dünyaca ünlü bilim tarihçisi Prof. Dr. Fuat Sezgin yıllardır Müslümanların Batı biliminin gelişimine katkılarını ortaya koyan çalışmalar yapar.
Fakat ne yazık ki, bu perspektif gerek Batılılar, gerekse yerli oryantalistler tarafından görmezden gelinir, perdelenir. Oysa Sezgin, 13 ciltlik büyük eseri, Arap-İslam Tarihi (Geschichte des Arabischen Schrifttums)’nde Müslümanların yaptığı bilimsel çalışmaları çok farklı boyutlarıyla gün yüzüne çıkarır ve Batı rönensansının arka planındaki katkıya dikkat çeker.
Sözgelimi enlem-boylam derecelerine göre harita yapmayı Batılıların Müslümanlardan öğrendiğini, Vasco de Gama, Kolomb gibi Batılı kâşiflerin Müslümanlar tarafından yapılan haritaları kullandığını söyler. Bu çalışmalar, en azından Müslümanların Amerika’ya Kolomb’dan önce gidebilecek bilimsel bir alt yapıdan yoksun olmadığını gösterir.
Öte yandan, Batılı anlatı içindeki ‘Avrupalıların insansız bir kıtaya medeniyet götürdüğü’ iddiası, gerek Amerika kıtasındaki arkeolojik çalışmalarla, gerekse yeni tarih yorumlarıyla iflas etmiş bir görüştür.
Zira Avrupalı kâşiflerin Amerika’ya ayak bastıkları sırada Meksika’da, Antiler’de, And Dağları’nda yaşayan halkların ‘altın çağı’nı yaşadığı bilinmektedir. Ne var ki, yerli halkın Batılı kâşiflere ve sonradan gelen Avrupalılara gösterdiği misafirperverlik ve cömertlik Kolomb’un seyir günlüğüne şu şekilde geçmiştir; ‘Herhangi birinden, sahip olduğu bir şey istenince hemen veriyorlar. Başkalarına olan sevgileri, kendi özlerine olandan çok daha fazla. Bunlardan çok iyi hizmetkâr olur. Sadece elli adamla bütün bu yerlilerin hepsine kolayca boyun eğdirebiliriz ve her istediğimizi yaptırabiliriz.’
Son güncel tartışma, belki de tüm dünyayı tek bir tarih anlatısına mahkum etmek isteyen kültürel ve hegemonik tarih görüşünü yeniden masaya yatırmaya ve tarihe adil bir hafıza perspektifinden bakmaya vesile olabilir ki, Prof. Dr. Fuat Sezgin ve eserlerini tanımak bu perspektifin kapısını açmak için önemli bir anahtardır.
(Akşam Gazetesi)