Ümmete karşı “ulus” fitnesi
Geçen haftaki yazımızda, İslâmın ilk geldiği dönemde ona karşı çıkan inatçı kâfirlerle münafıkların bir naziresinin ahirzamanda da ortaya çıkacağına dair, İşârâtü’l-İ’caz’dan bir cümle aktarmış ve bu cümleden hareketle bazı “çıkarım”larda bulunmuştuk.
Yine aynı eserde yer alan bir başka pasaj da bu bağlamda hem konuyu tamamlaması, hem de müşahhaslaştırması bakımından çok manidar:
“Zaman-ı cahiliyete bak: O zamanda bütün neviler millî rabıtalar üzerine teşekkül ettiği gibi, içtimaî hakikatler de taassub-u kavmî (milliyetçilik taassubu) üzerine bina edilmişti. Kur’ân’ın tecellîsiyle o rabıtalar kesildi, o hakikatler tahrip edildi. Onlara bedel, dinî rabıtalar üzerine yeni neviler ve hakikatler ihdas edildi.” (s. 110)
Buradaki “neviler” sözüyle neyin kast edildiğine açıklık getiren cümleler hemen sonra geliyor:
“Evet, şems-i Kur’ân’ın tulûu (Kur’ân güneşinin doğması) ile bazı kalpler onun ziyasıyla (ışığıyla) tenevvür etti (nurlandı). Ve mü’minlerin nev’ini temyiz ve tayin eden (ayırıp belirleyen) bir hakikat-i nuraniye meydana geldi. Kezalik (bunun gibi), o keskin ziya karşısında, mezbeleye benzeyen bazı pis kalpler de yanıp kömür oldular. Ve o kâfirlerin nev’ini ilân eden zehirli bir hakikat-ı küfriye husule geldi.” (s. 110-1)
Yani, o zaman İslâmın doğuşuyla meydana gelen din inkılâbı iman ve küfür eksenli keskin bir ayrımı beraberinde getirdi; insanlar mü’minler ve kâfir veya münafıklar olarak ikiye ayrıldı.
Buradan tekrar önceki pasaja dönersek:
Cahiliye devrinde Arap toplumundaki yapılanma ve ilişkiler ırkçılık ve kavmiyetçilik üzerine bina edilmişti. Kur’ân bunları tamamen ortadan kaldırdı ve yerine dine dayalı bağları ikame etti.
Böylece Arap, Türk, Acem, Rum... olmanın iman ve İslâm ortak potasında buluşmaya engel teşkil etmediği, farklı etnik kökenlere mensubiyetin ümmet kimliğinde eridiği bir yapı oluştu.
Ve bu, İslâmın tüm insanlığa seslenen cihanşümûl bir din olmasının gereği ve sonucuydu.
Bu sayede İslâm, ilk nâzil olduğu Arap kabilesinin sınırlarını aşarak, on dört buçuk asır zarfında, Türkleri, İranlıları, Çinlileri, Uzakdoğu kavimlerini, Afrika içlerini, Kafkas halklarını, Rusları, Moğolları, Balkanlar ve Avrupa’daki farklı kavimlerin mensuplarını, kuzeyi ve güneyi ile Amerika’yı ve bin bir ırkın beraber yaşadığı Avustralya’yı içine alacak şekilde bütün dünyaya yayıldı ve milyarlarca insanın gönlünü fethetti.
İşte ümmet dediğimiz zaman, bugün itibarıyla toplam nüfusu 1.5 milyarı aşan ve dünyanın her tarafına yayılmış muazzam bir potansiyelden söz ediyoruz. Böyle bir güce kim karşı durabilir?
Ancak ahirzamanın en büyük fitnelerinden biri, bu ümmet şuurunu söndürmek ve buna dayanan o müthiş potansiyeli dağıtıp parçalayarak etkisiz hale getirmek için 19. yüzyılda ortaya atılmış olan ve tahripkâr sonuçlarından hâlâ kurtulamadığımız ırkçılık ve kavmiyetçilik belâsı.
Bediüzzaman’ın “Avrupa’nın içimize attığı frengi illeti” dediği bu fitne bilhassa Türk, Arap ve Kürtleri birbirine düşürmek için kullanıldı.
Gerçekte Türklükle de ilgisi olmayan Türkçülerin ağzındaki “Ne Arabın yüzü, ne Şam’ın şekeri” tekerlemeleri ve Arap âleminde Türkleri karalamak için yayılan “İslâmdan çıktılar” propagandaları hep bu fitne ve tezgâhın neticeleri.
Aynı şekilde Türkiye’de laikçi ve ulusalcı devrimbazların değişmez nakaratlarından biri olan “Atatürk bizi ümmet—hâşâ—batağından çıkarıp ulus olma bilincine kavuşturdu” söylemi de.
Bu zihniyetin senelerce devlet politikası haline getirilmesi, hem bir cihan devletinin vârisi olan Türkiye’yi, “Türkün Türkten başka dostu yok, dünyanın en yalnız ülkesiyiz” sözünde ifadesini bulan garabete sürükledi, hem de terör belâsının en önemli sebeplerinden olan etnik ayrımcılığa.
Bu ahirzaman cahiliyesinden tek çıkış yolu, Asr-ı Saadet inkılâbını örnek alan yaklaşımlarda.
* Rauf Denktaş’a Allah’tan rahmet diliyorum.(YENİASYA)