Okumak…
Bazen dünyayı dolaşırsınız, aklınız evde kalır. Bazen evden dışarı çıkmazsınız, dünya evinize gelir. Belli bir amaca yönelik değilse, hareket etmek ile durmak arasında fark yoktur. Hayat, elbette çaba üzerine kuruludur. Bütün canlılar, elbette varlıklarını sürdürmek için devinip dururlar. Durmak, elbette cansızlık emaresidir. Ama yürüyüşün ne için ve nereye doğru olduğu da bir o kadar önemlidir.
Bütün güzellikler, oluş ile istikamet birlikteliğinden ortaya çıkar. Göz görmeyi, ayaklar yürümeyi, akıl düşünmeyi özlediğinde güzel şeyler yaratır. Öteki bütün canlılar beden, insan ruh açlığını giderince amacına ulaşır. İnsanın işi daha zordur bu anlamda. Çünkü hem bedenini hem de ruhunu korumak zorundadır. Ruhu bedeninin örtüsü, bedeni ruhun evidir, korunağıdır. Aç kalan bedenin ruhu acziyet, aç kalan ruhun bedeni ise sefalet ile mülemmadır. İnsana yakışan hem bedenini acziyetten hem de ruhunu sefaletten korumak olmalıdır.
Neresinden bakılırsa bakılsın, günümüz dünyasının iki temel sorunu vardır: Acziyet ile sefalet. Acziyetten kurtulmak kudrete, sefaletten kurtulmak ise güzelliğe ulaştırır. İnsanın ve insanlığın en büyük arzusu da güç ile güzelliği bir yerde buluşturmak değil mi zaten? Bununla birlikte, gelin görün ki Doğu dünyası kudret ve güç yoksunu olduğu için acziyete, Batı dünyası ise güzellik yoksunu olduğu için sefalete gark olmuştur.
İnsanlık tarihi, biraz da kitapların ve okumanın tarihidir. Bireysel ve toplumsal hayatta bugünden geleceğe ancak okumak suretiyle bir yerlere varılıyor. En azından bugüne kadar, yakın zamana kadar böyleydi. Bundan sonra ne olur, Allah bilir, ama insanlığı buraya getirip bırakan okuyanlar ile okumayanlar, çalışanlar ile çalışmayanlar, bir hedefi olanlar ile hedefinden şaşmış olanlar arasındaki farktır.
Hint dünyasının ölümsüz eserlerinden biri olan Kelile ve Dimne’nin önsözünde, kitap için iki devlet arasında neredeyse bir savaşın çıkacağı anlatılır. Eskiden kral ve çevresindekiler okumaya şimdi olduğundan çok daha fazla önem verirdi. Savaşa giden komutanların bile yanında kitap götürdükleri, sükunet zamanlarında okuyarak teskin oldukları bir vakıadır. Dahası, klasik çağın nitelik ölçüsü doğrudan okumanın kendisi idi. Batı aydınlanması ve onun yedeğine aldığı dünya hakimiyetinin altında okuma eylemi vardır.
Bugün de durum çok değişmiş gibi görünmüyor: Hangi meseleye el atılsa, o meseleye dair küçük bir literatür çalışması yapılsa hep o malum gerçeği yüzümüze çarpılıyor: Son birkaç asır Batılılar çalışmış, Doğulular uyumuş… Uyuşmuş bir deve benziyoruz… İnsan ve dünya hakikatine dair neredeyse bütün meseleler bir şekilde Batı dünyasının dikkatini çekmiş, Batı dünyası tarafından ele alınmış, işlenmiş ve rafine bilgiye dönüştürülmüş. On beşinci yüzyıldan yirminci yüzyıla kadar sanki Batı dünyası topyekun çalışmış da öteki bütün coğrafyalar uykudaymış gibi bir hisse kapılıyor insan. Tembellik kitlesel bir hastalık gibi kasıp kavurmuş Batı dışı coğrafyaları…
Alık insanlar halinden şikayet eder, vasat insanlar haline razı olur, zeki insanlar ise sorunu çözmek için yola koyulur. Edebiyat kitaplarımız, tarih kitaplarımız, düşünce kitaplarımız hep halimizden şikayetçi oluşumuzun salnameleri gibi… Biraz daha iyileri kendinden razı görünüyor ve çok azı, bir elin parmaklarını geçmeye yetmeyecek kadar olanları ise sorunları irdeliyor. Yakın zamana kadar aydınlarımız onulmaz bir aşağılık kompleksiyle hep kendi insanından şikayetçi olup durdu. Bu kendi toplumuna yabancılaşma, bu alinasyon, sorunlara çözüm üretme konusunda derde deva getirmedi. Öyle bir noktadayız ki önem sırasına konmuş bir sorunlar listemiz bile yok… Gençlerin önlerine koyabileceği bir yol haritası, nereden başlayıp nasıl gidecekleri ve nereye varacakları konusunda onlara ışık tutacak temel metinlerden yoksunuz. Olanları da okumaktan yoksunuz. En büyük yanılgılarımızdan biri siyasal akılla bir yere varacağımız düşünmek; bütün kurtuluş reçetelerini siyasete indirgemek… Politikanın ve politizasyonun yüzeye müdahale olduğunu düşünmüyoruz. Oysa derin kültürle beslenmediği sürece her siyasal güç, yenisi geldiğinde üzerindeki cilayı yitirir. Varılan noktada yapılması gereken siyasal duruşu ayakta tutacak, ona omurga işlevi görecek derin kültürel bilinçlenmedir.
Önce sorunlar ortaya konmalı. İçinde bulunulan zaman diliminde insanlığın, medeniyetin, evrensel değerlerin karşı karşıya olduğu tehditler belirlenmeli, sonra yöntemler ve ardından da çözüm önerileri gelmeli… İnsani bilimlerde, kültürde, sanat hayatında, siyasette yaşanan bunalımlara dair bırakın tespitlerimizi rapora dönüşecek periferik çalışmalarımız bile yok…
Batı tazyikini, dış sebepleri bir tarafa bırakıp kendi potansiyelimizi fark etmenin vakti geldi. Hastalık dışarıdan gelse bile bağışıklık sistemini güçlendiren toplumlar ayakta kalmayı başarırlar. Aynı gribe yakalandığında güçlü bünyeyle güçsüz arasındaki, genç bünyeyle yaşlı arasındaki fark toplumsal hastalıklar için de geçerlidir. Ve toplumların bağışıklık sistemini en çok koruyan, onlara en ziyade güç kuvvet veren şey okumaktır.
Kralları, kumandanları, bürokratları okuyan bir toplumdan bilim insanlarının bile okumayı zül addettiği bir toplumsal aşamaya geldi dünya. Böyle giderse onu hiç de güzel bir gelecek beklemiyor. Devletin ne yapıp edip okumayı fert be fert ülkenin bütün satıhlarına yayması gerekir. Toplumun iliklerine kadar işleyen gerçek projeleri özendirmesi, onlara ön ayak olması… İnsanların üzerine çökmüş bu derin uykuyu ancak böylesi keskin bir hamleyle ortadan kaldırabilirsiniz.
Mehmet Akif, yüzyıl önce tembellikten yakınıyordu, yüz yıl sonra hala orada, tembelliğin kucağında oturuyoruz. Fazlası var mı, bilmem. Belki uyandık da gözlerimizi ovuşturuyoruz, o kadar. Ama ayağa kalkıp silkinmediğimiz kesin. Bütün yürüyüşler önce ayağa kalkmakla başlar değil mi? (Milat)