İmam Humeyni ve Hatıralar 2 - İki farklı hayat
“Ceddim Muhammed Mustafa'ya (s.a.s) andolsun ki eğer Seyyid Ruhullah’ı ümitsizliğe iterseniz bu kız hayatı boyunca mutlu olamayacak!”
*** Bu izdivaca muhalif olanlara göre iki aile hayatı çok farklıydı. Hatice Sakafî ve İmam Humeynî’nin ailesi ilim sahibi ve varlıklı kimselerdi. Ancak Hatice Sakafî’nin anne tarafı daha gösterişli, refah ve lüks bir hayat sürüyordu. İmam Humeynî ise, ailesi varlıklı olmasına rağmen gösterişsiz ve sade yaşıyordu. Hatta Hatice Sakafî’yi istemeye gittiklerinde bile İmam Humeynî her zamanki gibi çok sade bir şekilde gitmeyi tercih etmişti...
Muhalefetlerin bir diğer sebebi ise Hatice Sakafî’nin, ailesinin ve akrabalarının Tahran’da, İmam’ın ise Kum’da yaşıyor olmasıydı. Ve İmam, evlendikten sonra da Kum’da yaşamak istiyordu. O zamanlarda Humeyn Kasabası Hatice Sakafî’nin tabiriyle “coğrafya kitaplarında bile adı geçmeyen bir kasabaydı.” Bu gibi sebepler Hatice Sakafî’nin ailesinin muhalafet etmesine sebep olmuştu. Tabii Hatice Sakafî’nin babası Ayetullah Sakafî ısrarla bu izdivacın gerçekleşmesini istiyordu. ***
Adım Adım İzdivaca...
Belki bunları yazmam doğru değil ama meselenin zorluğu ve bundan sonraki hayatımın daha iyi anlaşılabilmesi için dile getireceğim. Annem, babam, kardeşlerim, akrabalarım ve tüm tanıdıklarım bana ayrı bir ihtiram gösteriyordu. Belki de Mahsus Hanım’dan dolayıydı. Daha beş yaşındayken anne ve babamın evine ziyarete gittiğimde, babam anneme “Kudsi’ciğim gelmiş, ona göre yemek hazırla!” derdi. Babam benim için “Küçüklüğünden beri ayrı bir kişiliğin vardı; oturuşun, kalkışın, davranışların çocuk gibi değildi. Olgun bir kadın gibi davranıyordun. Davetsiz hiçbir yere gitmezdin, gittiğin yerlerde çocuk gibi davranmazdın.” diyordu.
Kum’a yerleşme fikri dahi beni ziyadesiyle rahatsız ediyordu. Ama evlilik ısrarlarını sürdürüyorlardı. İki ayda bir Seyyid Ahmet Bey Tahran’a gelip İmam’dan övgü ile bahsediyordu. Fakat her defasında babamın ağzından ailemin muhalif olduğunu dinlemek zorunda kalıyordu. Son gelişinde babama şöyle söylemişti:
“Ceddime andolsun ki eğer Seyyid Ruhullah’ı ümitsizliğe iterseniz bu kız hayatı boyunca mutlu olamayacak!”
Babam beni ikna edebilmek için elinden geleni yapıyordu. Bana ayrı bir mahabbet gösteriyordu, benim için lezzetli yemekler pişirilmesini söylüyordu, çeşitli hediyeler, altın küpe ve yüzükler alıyordu. Hatta altın bir hokkasını[1] bana hediye etmişti. Kararımı olumlu yönde etkileyebileceğini düşündüğü her şeyi yapıyordu. Babam sürekli “Senin iyiliğini bu izdivaçta görüyorum. Modern ruh halin ahiretini elinden alacak. Yoksa ahirete inanmıyor musun?” diyordu.
Ben İslamî kurallara riayet eden anneannemin yanında büyümüştüm ve ahirete inancım tamdı. Ancak ahireti elde etmenin yolunun sadece din alimi biriyle evlenmekten geçtiğini düşünmüyordum. Önceden de öyle düşünmüyordum, şimdi de. İslam’ın çizgilerine uymakla insan hidayet olur, din alimi kıyafeti giymek veya imâme[2] takmak bir şeyi değiştirmez. İnsanı zelillikten koruyan şey, pak inancıdır. İnsanın şehvet girdabında dönmesine sebep olan şey ise zâhir ve bâtınının farklı olmasıdır.
*** Hatice Sakafî’yi annesiymiş gibi büyüten ve onun sorumluluğunu alan Mahsus Hanım, Hatice Sakafî için başka birini düşünüyordu. Torununun, ticarî ortağı olan dindar ve asil bir gençle evlenmesini istiyordu. Bu genç adam, Fransa’da eğitim almıştı. Mahsus Hanım’ın torununa Fransızca ders aldırmasının sebeplerinden biri de buydu. Genç adam o süreçte askerlik vazifesini yerine getiriyordu. Askerden sonra ise evlenip eşiyle beraber Fransa’ya yerleşmeyi düşünüyordu. Ayetullah Sakafî’nin, kızının İmam Humeynî ile evlenmesini istemesinin en önemli nedeni İmam’ın çok imanlı, takvalı ve âlim biri olmasıydı. Diğer taraftan Ayetullah Sakafî, kızının Batı diyarında ve İslamî olmayan bir ülkede yaşamasını istemiyordu. Aslında Hatice Sakafî de bu izdivacı istiyordu ancak etrafındakilerin sözleri onu ikileme sokuyordu. ***
Yol Gösteren Rüyalarım
Bu süreçte sürekli babamı onaylayacak türden rüyalar görüyordum. İsteme süreci toplamda on ay sürdü ve ben bu on ay süresince çok rüya gördüm. Sigmund Freud’un rüya ile ilgili birçok görüşüne katılıyorum ancak rüyanın gün içinde yaşadıklarımızın yansıması olduğu görüşüne katılmıyorum. Bazı rüyalar önce yaşanır, sonra gerçekleşir. Dolayısıyla Freud’un bu genellemesinin hatalı olduğunu düşünüyorum.
En son gördüğüm rüyada küçük bir evdeydim. Üç adam bir odada oturmuşlardı. Ben ve yüzü kapalı olan siyah çarşaflı olgun bir kadın da yan odadaydık.
Bulunduğumuz odayla diğer odanın arasındaki camdan adamlara bakıyordum. Ben adamlara bakarken yanımdaki kadın sorularımı yanıtlıyordu. “Bu adamlar kim?” diye sordum. Kadın “Karşındaki siyah imâmeli olan Peygamber’dir, yanındaki yeşil şalı olan Emirû’l Mü’minin’dir, diğer taraftaki siyah imâmeli de İmam Hasan’dır.” diye cevapladı. Ben büyük bir sevinç ve heyecanla “O halde bunlar benim Peygamber’im ve İmam’larım öyle mi?” diye sordum. Kadın üzüntü içerisinde “Ama sen onlara inanmıyorsun” dedi. O anda elimi yumruk yaparak sineme vurdum ve hiddetle “Ne diyorsun sen? Ben onları büyük bir aşkla seviyorum. Ben onların ümmetindenim. Hep onların sözlerine kulak verdim ve ne söylerlerse de kulak vermeye devam edeceğim” dedim. O anda uykudan uyandım.
(Sonrasında ise İmam’ın evlendikten sonra kiraladığı evin o ev olduğunu anladım. Kadınla konuştuğum oda yatak odamız, erkeklerin oturduğu oda ise girişteki odamız olmuştu. Oysa evlenene kadar ne o evi görmüştüm ne de o odayı...)
O gecenin sabahı rüyamı Mahsus Hanım’a anlattım. Anneannem bana şunları söyledi:
“Kızım kısmetin önünde duramazsın. Seyyid Ruhullah hakikî bir insandır. Biz muhalefet ettiğimiz için sen o rüyayı gördün. Senin kabul etmen için o şahsiyetler vasıta oldu. O kâmil kadın vesilesiyle Seyyid Ruhullah’tan ayrılığın, kendilerinden ayrılık anlamına geldiğinin farkına varmanı istediler. Ben artık kararımı verdim, bu izdivaca artık muhalefet etmeyeceğim ve olumsuz konuşmayacağım.”
Rüyamı anlatalı bir saat olmamıştı ki kapı çaldı; gelen babamdı. Canı sıkkın ve üzgün bir haldeydi. Ben ve anneannem gülümseyerek onu karşıladık. Biraz dinlendikten sonra asıl konuya girdi:
“Seyyid Ahmed Lavasanî beşinci defa Kum’dan geldi. Dokuz aydır bu genci meşgul ediyorsunuz!” dedi. Babam “damadının” fotoğrafını da yanında getirmişti. Zira muhalefet sebeplerinden biri damadı görmemiş olmamızdı. Babam cebinden İmam’ın fotoğrafını çıkararak elime tutuşturdu, çok ilginç bir şekilde ısrar ediyordu!
(Babam imâmeden çok hoşlanırdı. Sürekli “Bir oğlum ve bir damadım imâmeli olsun istiyorum” derdi. Hâlbuki benden başka kızları da vardı, ama nedense ısrarı bana idi! Meselenin aslı şuydu ki, babam Ruhullah Bey’i çok beğenmişti ve benim onunla evlenmemi istiyordu.)
Babam sözlerine devam etti:
“Ben bugün Kudsi’ciğime son sözümü söylemeye geldim. Olumsuz yanıt verirse artık benim kızım değil demektir, onu evlatlıktan reddedeceğim! Olumlu yanıt verirse de tıpkı bugüne kadar olduğu gibi benim aziz kızımdır.”
O gün babamın sözleri çok ağırıma gitmişti. Babam neden beni evlatlıktan reddetmek pahasına bu kadar ısrar ediyordu? Eminim çok üzgün olduğu için böyle sert konuşuyordu. Zira Seyyid Ahmed’in ısrarları karşısında sürekli “Kızımın, annesinin ve anneannesinin de razı olması gerekir.” diyordu.
Babamın sözleri karşısında ona olan saygımdan ötürü hiçbir şey söylemeyerek başımı öne eğdim. Anneannem de hiçbir şey söylemedi. Çünkü rüyamı anlattıktan sonra olumsuz konuşmayacağını söylemişti. Bunun üzerine babam sessizliği bozarak ona ikram ettiğimiz gezlerden[3] birini ağzına attı ve “Razı olduğunuz için ağzımı tatlandırıyorum.” dedi.
Babam son olarak “Eğer mesele gurbet ise, bu Humeynli genç; takvalı ve iyi bir insandır. Kendisine şartımı sundum, canım Kudsi’mi Humeyn’e götürmeyecek ve yılda bir kez Tahran’a yanımıza getirecek. Yılda bir kez de biz kızımızın yanına gideceğiz.” dedi ve gitti.
Babamın gidişiyle evde bir süre sessizlik hâkim oldu...
Birkaç saat sonra isteme olayından ve benim rüyalarımdan haberdar olan Mahsus Hanım’ın yardımcılarından Nene Hanım yanıma geldi. Nene Hanım evde çok sevilen biriydi. Annemin çocukluğundan bu yana bizimle beraberdi. Büyük bir mutlulukla “Bu güzel izdivaç mübarek olsun!” dedi ve sözlerini şöyle sürdürdü:
“Kızım, insanoğlu ahiretini düşünmelidir. Bu seni isteyen Seyyid sana hem dünya hem de ahiret saadeti verecektir.”
(O zamanlarda da şimdi olduğu gibi Seyyidlere ayrı bir teveccüh vardı. Ne zaman oğullarım Seyyid Mustafa ve Seyyid Ahmed’in bana doğru geldiklerini görsem, gözüm seyyidlik giysilerine takılır ve elimde olmadan ayağa kalkar, ihtiram gösterirdim.)
Nene Hanım bana bunları söylerken elimdeki fotoğrafı gördü ve “Maşallah ne güzel bir fotoğraf! Yüzünden resmen nur yağıyor! Tıpkı ceddi Musa bin Cafer gibi! Ama çok zayıfmış!” dedi. Ben “Nene Hanım, İmam Musa bin Cafer’i nerede gördün ki benzetiyorsun?” diyerek elimde olmadan gülmeye başladım.
İkinci Bölüm Sonu
[1]Eskiden yazı yazmak için kalemin batırıldığı mürekkep kabı
[2](Ar.) Sarık
[3]İsfahan’a özgü bir tatlı.