İmam Humeyni'den oğlu Ahmed Humeyni'ye mektup
Oğlum! Gençlik nimeti elinden kayıp gitmeden önce kendini ıslah etmeye çalış. Zira yaşlılık yıllarında her şeyini elden vereceksindir...
Hamd, Âlemlerin Rabbine özgüdür. O’nun gayri ne bir Rahman ne de bir Rahim vardır. Kulluk edilen ve kendisinden yardım dilenilen bir tek O’dur. O’nun gayri hamde şayan değildir. O’ndan başka ne bir Rab ne de bir Mürebbi bulunur. Sırat-ı Müstakim’e hidayet eden O’dur. Yegane hidayet edici ve yegane mürşid O’dur. O, ancak kendisiyle tanınır. O’dur Evvel ve Ahir; O’dur Zahir ve Batın. Salât ve Selam peygamberlerin efendisinin üzerine olsun. Varlığın gaybi boyutundan şühudi boyutuna zuhur eden, tüm âlemleri irşad eden, varlık dairesini tamama erdiren ve evveliyle ahirini birleştiren odur. Salât ve salam onun Ehl-i Beyt’inin üzerine olsun. Ki, İlahi sırların hazinesi, İlahi hikmetin madeni ve tüm âlemlerin hidayet önderleri onlardır.
İmdi, bu vasiyet, yaklaşık doksan yıllık yaşam süresince dalalet girdabı ve tabiatın verdiği sarhoşluk içersinde yaşayan ve şu an “ömrün en aşağılık” döneminde cehennemin en dibine doru yuvarlanırken hiçbir kurtuluş ümidi bulunmayan ancak Allah’ın şefkat ve merhametinden henüz ümidini kesmemiş ve zaten bir tek O’na ümit bağlamış, ama aynı zamanda klasik ilimlerin -ki baştanbaşa kil-u kalden ibarettir bu ilimler- kördüğümleri karşısında kendini aciz bilen ve Allah’tan başka hiç kimsenin sayamayacağı denli çok günahlarıyla baş başa kalmış çaresiz bir yaşlının vasiyetidir.
Bu vasiyet, yüce Rabbimizin tevfiki ve hidayet yollarının öncülerinin -aleyhimusselam- elvermesiyle Hakk’a doğru bir yol bulacağı ve babasını kuşatmış bulunan şu bataklıktan kendisini kurtaracağı ümidini taşıdığım bir gence bir vasiyettir.
Ey aziz oğlum Ahmed -Allah sana selamet versin- şu satırları iyi oku! Okurken de “söylenene bak söyleyene değil.” Ben kendim, gerçi sana anlattığım bütün her şeyden yoksun ve uzağım lakin tüm ümidim bunların senin için bir uyanış vesilesi olmasıdır. Bilmeni isterim ki Ceberut âleminin gaybi yüzünden, alt ya da üst mertebelerdeki diğer bütün âlemlerdeki varlıkların hiçbiri, hiçbir şeye sahip değildir; ne kudret, ne ilim ne de bir fazilet sahibidirler. Ne varsa hepsi, O’nundur -celle ve ala-. Ezelden ebede bütün her şeyin idaresi O’nun elindendir; O, Ahad ve Samed’tir. Şu içi boş mahlûkatın hiçbirinden yana bir tedirginliğin olmasın. Onlardan yana asla bir ümidin de olmasın. Zira O’nun gayrinden bir beklenti içersinde olmak, şirktir. O’nun gayrinden yana bir korku taşımak küfürdür.
Oğlum! Gençlik nimeti elinden kayıp gitmeden önce kendini ıslah etmeye çalış. Zira yaşlılık yıllarında her şeyini elden vereceksindir. Şeytanın desiselerinden biri; belki de en büyüğü, senin şu babanın pençe pençeye bulunduğu -tabi Hak Teâlâ rahmetiyle elinden tutarsa o başka- istidraç[1]belasıdır. İlk gençlik yıllarında, bir gencin en büyük düşmanı olan deruni şeytan onu kendini ıslah etme düşüncesinden uzak tutar. Ona her daim “daha önünde çok zaman var; bu dem, gençliğin tadını çıkarma demidir” diye ümit verir. Günler gelir geçer ve o, insanı aşama aşama boş vaatlerle kandırmaya devam eder. Gençlik artık bitmeye yüz tuttuğunda, onu yaşlılık yıllarında kendini düzelteceği ümidiyle sarhoş eder. Yaşlılık gelir çatar ama bu şeytani vaatler asla bitmez. Bu kez ömrün sonlarında tövbe edersin diye vaat eder. Hayatın sonunda ve ölümle yüz yüze gelindiğinde ise Hakk Teâlâ’yı bir insanın gözünde en nefret edilecek varlık gibi gösterir. Çünkü artık onun gözünde Allah, dünyayı, yani biricik sevgilisini elinden alan birisidir. Elbette bu durum, henüz fıtrat nurunun tamamıyla sönüp yitmediği insanlar için söz konusudur. Öyleleri de vardır ki dünya bataklığı onları tam anlamıyla ıslah olma düşüncesinden uzaklaştırmış ve dünya gururu onları tam anlamıyla kuşatmıştır. Ben kendim, bu tür şahıslara hatta klasik anlamıyla ilim ehli içersinde dahi rastlamışımdır. Bazıları şu an hayatta olup bütün dinleri boş ve anlamsız addetmektedirler.
Oğlum! Şunu unutmamalısın ki bizlerden hiçbirimiz bu tuzağa düşmek hususunda kendini güvende hissedemez. Azizim! Masum İmamların dualarını bir oku. Bak gör, sahip oldukları bütün hasenat ve güzellikleri nasıl seyyiat ve kötülük olarak görmekte, kendilerini nasıl ilahi azaba müstahak bilmekte ve Allah’ın rahmetinden gayri bir ümit kapılarının olmadığına nasıl ikrar etmektedirler. Ne var ki dünya ehli ve mide düşkünü mollalar bu duaları hep tevil ededururlar. Zira onlar, Hakk’ı -celle ve ala- tanıyamamışlardır.
Oğlum! Mesele, bizim tasavvur ettiğimizden çok daha büyüktür. Hakk Teâlâ’nın azametinin huzurunda kendi benliklerinden arınmış, fenaya erişmiş ve O’nun gayrini görmeyenler, bu “hal” üzereyken ne bir kelam, ne bir zikir, ne bir fikir, ne de kendi benliklerini bilirler. Bu dualar “mahv öncesi sahv”[2]hali üzereyken ya da “mahv”[3]esnasında ve kendilerini o her daim Hazır Olanın huzurunda bulduklarında dile gelmiştir. Benim, senin ve Allah’ın seçkin velilerinin dışındaki herkesin eli bu mertebeye erişmekten acizdir.
Dolayısıyla bu, benim gibi birinin konuşabileceği bir konu olmadığından sözü toparlayayım ve sen evladım için Allah’ın fazlı ve O’nun veli kullarının -aleyhimusselam- elvermesiyle senin kavuşma imkânın bulunan ve benim ümitvar olduğum bir konuyla başlayalım. Sözün özü bütünüyle, Fıtrat ayetinde açıklanmıştır:
فِطْرَةَ اللّٰهِ الَّتِي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا [4]
“Allah’ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtrat…”
yani Tevhidi Fıtrat, tüm insanların hatta bütün varlıkların üzerine yaratılmış oldukları fıtrat. Teveccühe konu olan ve herkesin peşinde koşturadurduğu şey; hem bilimler, faziletler, erdemler hem marifetler ve benzeri şeyler, hem şehvetler, nefsanî arzular kendisine teveccüh edilen her şey ve herkes; mabetlerdeki putlar, dünyevi ya da uhrevi sevgililer, zahiri ya da batini, hayali ya da manevi bütün sevgiler; kadın, evlat, kabile sevgisi gibi veya padişahlar, emirler ve komutanlar gibi dünyevi riyasetler ya da âlimler, bilim adamları, arifler, evliya ve enbiya -aleyhimusselam- gibi manevi makamlar; hepsi ama hepsi Kâmil-i Mutlak olan yegâne varlığa dönük, bir tek O’na yöneliktir. O’nun için gerçekleşmeyen ve O’na kavuşmak için vaki olmayan hiçbir hareket yoktur. Atılan her adım sadece ve sadece Mutlak Kemâl’e doğrudur. Şu anda bizler ve bizim gibiler, hepimiz zulmani hicaplarla kuşatılmışız; birbiri üstüne yığılmış karanlıklar misali. Tüm acılar, tüm kederler ve tüm azaplar işte bu hicaplar içre olduğumuzdan dolayıdır. Bu hicapları kaldırıp atmanın ilk adımı, ilk önce hicaplarla kuşatılmış olduğumuzun farkına varmamızdır. Açıktan gizliye, zahirden batına varlığımızın bütün boyutlarını kuşatmış bulunan tabiatın örtülerini fark ederek yavaş yavaş kendimize gelmeliyiz. İşte bu “yakza”dır ki bazı süluk ehli bunu “ilk menzil” bilir[5].
Ancak öyle değildir. Aksine, bu kendine gelip uyanma aşaması, seyr-u süluk yoluna giriş için bir hazırlık aşamasıdır. Bütün bu zulmani hicapları sonra da nurani hicapları kaldırıp atmak, tevhide erişebilmek için varılan ilk menzildir. Eğer ikal-ı akıl[6]; yani aklın ayağımıza bağlı bendi ve zinciriyle hareket edecek olsak dahi; bütün bu bent ve zincirlere rağmen şu nağmeyle bize seslenecektir: mutlak kemâl, bütün kemâlleri kapsar. Aksi durumda “Mutlak Kemâl” sayılmaz. Hiçbir kemâl ve hiçbir cemâlin Hakk’ın gayrinden zuhur bulması düşünülemez. Zira bu “gayrilik” şirkin ta kendisidir; bu ilhad ve Allah tanımazlıktır demesek dahi.
Azizim! İlk önce ilim adımlarıyla, topallaya topallaya da olsa ilerlemen gerekir. Bu ilim ne olursa olsun hicab-ı ekberdir/en büyük hicaptır. Sen bu hicaba bürünmekle hicapların nasıl kaldırılacağını da öğrenmiş olursun. Gel de birlikte “vicdan”a doğru bir yürüyelim; olur ki bir yol açar önümüze. Her insan; dahası her varlık, fıtratı gereği kemâlâta âşık ve noksanlıklardan bizardır. Siz eğer ilim peşindeyseniz, onu kemâl bildiğiniz içindir. Bu yüzden fıtratınızın elde ettiği her ilimle yetinip buna kani olması mümkün değildir. Zira eğer daha yüce mertebelerin varlığını fark ettikçe fıtrat gereği onun da talibi olur ve şu anda elinde bulunandan eksik ve sınırlı olduğu cihetiyle uzak kaçar. Burada onun gönül verdiği boyut, ilmin kemâl boyutudur noksan yanları değil. Bir güç sahibi eğer güç ve kudreti önemsiyorsa, gücün kemâl düzeyini önemsediğinden dolayıdır. İşte bu yüzden bütün güç sahipleri, hep daha üstün güçler elde etmek peşindedirler; kendileri bunun farkında olmasalar dahi. Mutlak kudret, Mutlak Varlık’tır. Şu dar-ı tahakkuk; yani varlığa bürünmüş kâinat bütünüyle, o mutlak varlığın bir cilvesidir. Nereye dönüp baksan aslında O’na yönelmişsindir. Oysa sen hicaplar içresin ve bunun farkında bile değilsin. Vicdanın adımları peşi sıra bu kadarcık bir idrake dahi erişebilir ve bulabilirsen, mutlak varlık dışında herhangi bir şeye teveccüh etmen mümkün olmaz. İşte bu, insanı bütün diğer her şeyden müstağni kılan bir hazinedir. Artık neye erişirse erişsin bu, mutlak mahbubun bir vergisi ve neyi kaybederse etsin bu, mutlak mahbubun bir dilemesiyledir. Böyle bir halette düşmanlarının kınamaları ve küstahlıkları dahi senin için bir lezzet kaynağı olur. Niye ki, bütün bunlar mahbubun kendisindendir; şundan bundan değil. Bu durumda mutlak kemâl makamı dışında hiçbir makama gönül vermezsin artık.
Aziz oğlum! Şimdi ben şu özürlü kâlem ve dilimle sohbet etmek istiyorum:
Sen de bütün herkes de biliyorsunuz ki, şu an içinde yaşadığınız nizam, ilahi kudretin bereketi, O’nun -celle ve ala- tevfiki, Hazreti Bakiyetullah’ın -canlarımız ayağının tozuna feda olsun- dua ve teyidi ve İran’ın devrimci milletinin -benim canım tek tek hepsine feda olsun- iradesi ile bütün şeytani güçlere rest çekmiştir. Binlerce yıl zulüm, haksızlık, halka eziyet, katliam ve çapulculuk dışında hiçbir iş yapmamış olan düzensizlik düzeni zalim şahlık rejiminin burnunu alçaklık zeminine sürmüştür. Bu rejimin uzantıları olup bu vesileyle ondan nemalanan, zulmeden, yağmalayan kesimler de olmuş ve şu an bunların birçoğu ya diğer ülkelere kaçmış ya da ülke içerisinde olup yine onlara/yabancı ülkelere hayranlık duymaktadırlar. Bu millet, Batı bloğuyla pençe pençeye gelmiş, şeytani güçler ve onların fermanı altındaki geniş küresel propaganda ağını ellerinde bulunduranları, güç gösterisinin zirvesindeyken alaşağı etmiş, maskelerini indirmiş ve rezilliklerini dillere düşürmüştür.
Bugün, herkes özellikle de dünya yiyici Amerika, bütün dünyada ve zincire vurulmuş ve İslam’ın asıl gücünden gafil milletler ve kendi milletimizin onlara gönül vermiş ya da güçlerine aldanmış birçok ferdi arasında taraftarları vardır. Bütün bunlar, bu cumhuriyet ve önderleri aleyhine kılıçlarını çekmiş ve bu cumhuriyetin mahvolmasını beklemektedirler. Zira Batı’nın çıkarları tehlike altındadır. Kudret sahibi bir İslam, bu tehlikeyi yaratacak tek güçtür. Aynı şekilde mülhid Doğu bloğu da kendi güçlerine aykırı olan her sese karşı durmaktadır. Dünyanın yarısı onların elindedir. Kudret sahibi olmuş bir İslam karşısında hem kendileri, hem de yandaşları için büyük bir tehlike algısı taşımaktadırlar. Hem içeride hem de dışarıda onlara gönlünü kaptırmış olanlar da vardır ki bunlar da tanrı edindikleri bu güçlerin peşi sıra yüce İslam, İslam Cumhuriyeti ve yöneticilerine karşı düşmanlık beslemekte ve onu yok etmeyi düşünmektedirler. Bütün bunlara rağmen acaba sizler onların İslam Cumhuriyeti’yle el sıkışacaklarını ve “merhaba hoş geldin” diyerek İslam Cumhuriyeti ve idarecilerini methedeceklerini mi sanıyorsunuz?
Fasit beşeri düşünce, doğası gereği, yolunun üzerindeki her dikeni hangi yol ve vesileyle olursa olsun kaldırmayı düşünür. Askeri, ekonomik ve hukuki vesilelerin yanında en önemli vesile kültürel boyuttur. Batı’nın ve Doğu’nun fasit kültürü, ellerinde bulundurdukları büyük çaplı imkân ve araçlarla günün her saatinde yalan, töhmet ve iftira üreterek İslam’ın İlahi kültürüne saldırmalarını gerektirir. Her fırsatta İslam Cumhuriyeti’nin ilahi kanunları ve İslam’ın özünü baltalamak isterler. Ona bağlı olanları da mürteci, gerici ve siyasi şuurdan yoksun kişiler diye yaftalarlar. İslam’ın kanunlarının günümüz için yeterli olmadığını savunurlar. Güya bu kanunların üzerinden bin dört yüz yıl geçmiş de hiçbir şeyi yönetecek güçte değilmiş de dünya geçmişte olmayan yeniliklerle doluymuş da gibi bahaneler üretmekte ve İslam iddiasında olan bazı kesimler dahi bunları tekrar ededurmaktadırlar.
Bu ortamda İslam’ın ilahi kültürü adına, bu alabildiğine yaygın entrikalar karşısında dik durmak gerekir. Ele geçen bu ilahi fırsatı, sorumluluk bilinci olan yazarlar, hatipler ve sanatçılar değerlendirmeli İslam fıkhı ve Kur’an-ı Kerim’e vakıf din âlimlerinden de yardım alarak İslam ahkâmını -ki bütün zamanlar içindir- sahih bir içtihat yöntemiyle Kur’an-ı Kerim, Resul-i Ekrem’in (s.a.a) Sünneti ve ilahi maarifle dolup taşan hadisler ve geleneksel fıkıhtan istihraç etmeli ve bütün dünyaya sunmalıdırlar. Bu yolda sapkın yöntemlerle düşünenler, saray mollaları ve sultanların yardakçılarının kınamalarından asla korkmayın. Şu din âlimi görünümlü ya da âlimler içersinde kasten veya yanlış düşünce, haset ve şeytani desiselerden dolayı muhalefette bulunanlara, güzel bir nasihatle, Resul-i Ekrem -salavatullahi aleyhi ve âlih- Emirü’l-Müminin ve diğer Masum İmamların -aleyhim salavatullah- yol ve yöntemiyle şunu anlatmak gerekir: bu sapkın gidişat Allah korusun öyle bir yere varır da İslam Cumhuriyeti’ne -ki tarih boyunca mazlum kalan İslam’ı ihya etmeyi hedeflemiş bulunmaktadır- bir halel gelirse İslam, batıdan doğudan ve onlara bağımlı olanlardan öyle bir darbe yer ki asırlar boyu zalim şahlık rejimi dönemindeki fesadın çok daha büyüğüyle yüz yüze geliriz.
Şimdi artık bir baba olarak evladım Ahmed’e nasihat ve vasiyette bulunmak istiyorum. Oğlum! Sen her ne kadar üst düzey İslami yönetim kadrosunda -Allah olanları muvaffak kılsın- olmasan da, şu yemiş olduğun amansız darbeler, sırf benim oğlum olduğun içindir. Hem batı ve hem doğu kültürü icap eder ki bana yakın olan herkes, özellikle de herkesten daha yakın olan sen töhmet, eziyet ve iftiralara maruz kalsın. Aslında senin yegâne cürmün, benim oğlum olmandır ve onların gözünde bu azımsanacak bir cürüm de değildir. Tabi ki bunlardan çok daha ağır şeyler söylemelidirler ki söyleyeceklerdir de. Sen bunu beklemeli ve buna hazırlıklı olmalısın. Lakin eğer Hakk Teâlâ’ya inanmış ve iman etmişsen ve O’nun sonsuz hikmet ve rahmetine bel bağlamışsan bütün bu töhmetler, iftiralar ve sonu gelmez eziyetlerin hepsini O’nun sonsuz rahmetinin bir armağanı olarak görürsün; Dost’un, sen nefsaniyetini kırabilesin diye gönderdiği bir armağan. Bu, Allah’ın kendi kullarının arınması için öngördüğü ilahi bir sınanma ve imtihandır. Öyleyse bu tokatları yedikçe, sana böyle bir inayette bulunduğu için Rabbine şükret. Bunun ötesinde de bir dileğin olmasın.
Aziz oğlum! Defalarca benden, senin hakkında ve senin bütün bu iftiralardan beri olduğuna dair hiçbir açıklamada bulunmamamı istedin. Tabi ki sen bunu İslam Cumhuriyeti’nin maslahatı için istiyordun. Lakin eğer ben bu yazımda senin istemiyor olmana rağmen seninle ilgili bir şeyler yazıyorsam bu, benim boynumda ilahi bir teklif olduğu içindir. Zira bir Müslüman ya da herhangi bir Allah kulu benden dolayı, bunca iftira ve eziyete uğruyor da ben bu konuda bildiklerimi söylemiyorsam sorumlu tutulurum.
Ben her daim Hazır, Nazır ve Müntakim olan Rabbimi şahit tutuyorum ki Ahmed, dış ilişkilerimde bendenize yardım etmeye başladığı günden şu an şu satırları yazmakta olduğum lahzaya kadar, benim söz ve yazılarımın hilafına ne bir adım atmış ne de bir kâlem oynatmıştır. Bilakis kılı kırk yararcasına benim bütün söz ve yazılarımda kendince düzeltilmesini gerekli gördüğü tek bir kelime veyahut hatta tek bir harfi dahi benim iznim olmadan değiştirmemiştir. Ben, bütün konuşmalarım ve yazılarımla ilgili onun kendisine, bürodaki bazı sorumlulara -Allah onları hıfz eylesin- ve iletişim işlerinden sorumlu şahıslara, maslahata uygun bulmadıkları hususları bana hatırlatmalarını söylemiştim. Oğlum Ahmed’ de bu durumdan haberdar olduğundan bugüne kadar bana başvurmaksızın tek bir kelime olsun ne eklemiş ne de çıkarmıştır. Allah, bütün bunların şahididir.
İlahi! Ben, yakınlarımla ilgili övgü ve iltifat kokusu taşıyan şeyleri ne yazmak ne de dile getirmek isterim. Lakin sen biliyorsun ki iftiralar karşısında susmak bir cürüm ve günahtır. Bendeniz büroda bulunan arkadaşlarla ilgili bugüne kadar, benim razı olmayacağım hiçbir hususa rastlamadım. Hepsinin de benimle uzun ve sürekli bir geçmişi vardır. Bunlar arasında bahusus Sanii Bey[7], bana yakınlığından dolayı ömrü boyunca nice darbe yemiştir. Ben Allah Teâlâ’dan hepsi için ecr-i cezil ve sabr-ı cemil niyaz ediyorum. En son şunu da söylemeliyim ki Ahmed, bugüne kadar kendi harcamaları için Beyt-ül Maldan tek bir dinar dahi harcamamış ve ben kendim kendi şahsi gelirimle onun geçimini temin etmekteyim.
İlahi! Biz baştan aşağı günaha bulaşmış kullarını affeyle! Engin rahmetini bizlerden esirgeme! Her ne kadar hak etmesek de biz senin kullarınız!
İlahi! Şu İslam Cumhuriyeti’ni, yöneticilerini ve aziz savaşçılarımızı kendi inayet sığınağında muhafaza buyur! Şehitler, yitik askerler, aziz şehit ve şehit ailelerini kendi rahmetine gark eyle! Hapiste olan ve yitik durumdaki kardeşlerimizin vatanlarına dönmelerini temin eyle! Muhammed ve onun pak kılınmış Âl-i hürmetine! Aleyhim salavatullahi ve selamuh.
Tarih: 27 Rebiü’s Sani 1408
19 Aralık 1987
Ruhullah Musavi el-Humeyni
[1] İstidraç: “İnsanın liyakati olmadığı hâlde kendisine verilen nimetlerle gurura kapılması, bu vesileyle Hakk’dan gafil kalması ve böylece tedricen müstehak olduğu cezaya çarptırılması... ”
[2] Kulun Hakk Teâlâ’da fani olduktan sonra kulluk mertebesinin bilincine vardığı uyanıklık haline bir telmihtir.
[3] Hakk’ta fani olduktan sonra Hakk ile baki kalınacağı şuurundan hasıl olan bilinç haline bir işarettir.
[4] Rum,30
[5] Şerh-u Menazilu’s-Sairin, Abdurrezak Kaşani, s. 34 Bazı süluk ehlinden maksat, Hace Abdullah Ensari’dir.
[6] İkal-ı akıl: ikal, deve ya da atı bir yerde tutmak için bağlandığı bent veya zincire denir. Buna göre ikal-ı akıl ; yani akıl bendi ve zinciri, insanı bağlayıp hareket alanını sınırlandıran bir faktördür.
[7] Hasan-i Sanii