Kerbela Şehidleri: Müslim b. Akîl'in oğulları
Müslim b. Akîl’in iki oğlu, Muhammed ile İsmail’in hikâyesi Arapça, Farsça ve Türkçe Maktel-i Hüseyinlerde sıkça işlenmiş bir konudur.
Tarih kaynaklarında ilk defa Taberî (ö. 310) bu olaydan söz etmiştir. Taberî’nin rivayetine göre, Kûfe’ye getirilen esirler arasında bulunan Müslim’in iki oğlu, Tay kabilesinden bir adama sığınmış, adam da çocukları öldürüp başlarını İbn Ziyad’a götürmüştür. İbn Ziyad ise karşılığında adamın boynunun vurulmasını ve evinin yıkılmasını emretmiştir.
Konuyla ilgili ilk ayrıntılı rivayeti Şeyh Sadûk (ö. 381) nakletmektedir. Şeyh Sadûk’un el-Emali’sinde ( 19. Meclis, 2. Hadis) geçen bu rivayete göre Muhammed ile İsmail, İmam Hüseyin’in (as) şehadetinden sonra Kerbelâ’da esir alınmışlardır.[1] Rivayetin devamı şöyledir:
Ubeydullah b. Ziyad, iki çocuğun[2] hapse atılmasını, iyi yiyeceklerin ve soğuk suyun onlardan esirgenmesini emretti.
İki çocuk günlerce hapiste kaldı; onlara akşamdan akşama iki dilim arpa ekmeği ile bir testi su veriliyordu. Bu şekilde bir yıl geçti. Biri öbürüne, “Kardeşim!” dedi, “Bir süredir burada kapalı kaldık, ömrümüz heba oluyor, bedenimiz çürüyor. En iyisi bu akşam muhafız geldiğinde ona kendimizi tanıtalım. Belki kalbi yumuşar, bize acır da ekmeğimizi suyumuzu çoğaltır. Belki de bizi salıverir.”
Akşam oldu, yaşlı muhafız ekmekle su getirdi. Küçük olan muhafıza, “Ey yaşlı adam!” dedi, “Muhammed’i (s) tanır mısın?”
“Nasıl tanımam Muhammed’i” dedi yaşlı adam, “O, benim peygamberimdir.”
“Peki, Ebu Tâlib’in oğlu Cafer’i tanır mısın?”
“Nasıl tanımam Cafer’i! Allah ona iki kanat verdi; kanatlarıyla cennette meleklerle birlikte istediği yere gidebilir.”
“Peki ya Ebu Tâlib’in oğlu Ali’yi tanır mısın?”
“Ali’yi nasıl tanımam! O, Peygamber’in amca oğlu ve kardeşidir.”
Bunun üzerine çocuk, “Ey yaşlı adam!” dedi, “Biz, Peygamberin Muhammed’in ailesinden, Ebu Tâlib’in oğlu Akîl’in oğlu Müslim’in çocuklarıyız. Bir yıldır elinde esiriz ve sen bize çok kötü davranıyorsun!”
Muhafız üzüldü, utandı, yaptıklarını affettirmek için çocukların ayaklarını öperek, “Size kurban olayım!” dedi, “Ey Peygamberin soyu! Artık zindanın kapısı sonuna kadar açık, nereye isterseniz gidebilirsiniz.”
Sonra onlara iki dilim arpa ekmeğiyle bir testi su verip kaçış yolunu gösterdi. “Geceleri yol alın, gündüzleri saklanın.” diye de tembihledi.
İki çocuk hapisten çıkıp gecenin karanlığında yola koydular. Sonra bir yaşlı kadının evine vardılar. Kapıyı çalıp, “Biz iki garip çocuğuz, yol iz bilmeyiz.” dediler, “Bizi bu gece misafir et, sabah olunca gideriz.”
Yaşlı kadın, “Canlarım!” dedi, “Bana kendinizi tanıtın bir, siz miskten de güzel kokuyorsunuz!”
“Biz Peygamber ailesindeniz,” dediler, “Ubeydullah’ın elinden kaçtık.”
Yaşlı kadın, “Canlarım!” dedi, “Benim kötü bir damadım var, Ubeydullah yanlısıdır. Sizi görmesinden ve kim olduğunuzu öğrendikten sonra sizi öldürmesinden korkarım.”
“Biz bu geceyi senin evinde geçirelim, sabah erkenden gideriz.” dediler.
Yaşlı kadın çocuklara yemek çıkardı. Yemeği yediler, yataklarına geçtiler. Küçük olan büyüğüne, “Yanıma gel!” dedi, “Bu gece beraber yatalım. Ölümün bizi ayırmasından korkuyorum!”.
İki çocuk sarılıp uyudu. Gecenin bir vakti yaşlı kadının damadı kapıyı gürültüyle çaldı. Yaşlı kadın, “Kim o?” diye seslendi, “Damadın!” diye böğürdü öteki. “Neden bu kadar geciktin?” dedi yaşlı kadın.
“Açsana be kadın!” dedi öteki, “Yorgunluktan ölüyorum!”.
“Neden, bir şey mi oldu?” diye sordu kapının ardından yaşlı kadın.
“İki çocuk Ubeydullah’ın hapishanesinden kaçtı. Vali, onlardan birinin kellesini getirene bin dirhem ödül verecek!” dedi damadı. “İkisinin kellesini getirene iki bin dirhem verecek. Onları aradım durdum ama yazık ki bulamadım.”
“Allah Resulü’nden kork!” dedi yaşlı kadın, “Kıyamet günü sana düşman olur!”
“O ikisini bulup dünyada keyif sürmek lazım!” dedi ödül arzusuyla yanıp tutuşan damadı:
“Ahireti olmayan dünyanın ne faydası var?” diye karşılık verdi yaşlı kadın.
“Sen onları koruduğuna göre,” dedi damadı, “Nerede olduklarını biliyorsun sanki! Seni valiye götürmek gerek!”
“Valinin yaşlı başlı kadınla ne işi olacak!” dedi yaşlı kadın.
“Aç kapıyı da dinlenip sabah erkenden tekrar aramaya çıkayım.” dedi damadı.
Yaşlı kadın kapıyı açtı, adam içeri girip bir köşeye kıvrıldı. Gecenin ilerleyen saatlerinde iki çocuğun sesini duydu. Kalktı, aramaya başladı. Çocukların olduğu yere yaklaşınca uyanık olan, “Sen de kimsin?” diye sordu. “Ben ev sahibiyim, asıl sen kimsin?” dedi adam. “Korktuğumuz başımıza geldi!” diyerek kardeşini uyandırdı çocuk.
“Sana doğruyu söylersek bize aman verir misin?” diye sordu çocuklar.
“Evet!” dedi adam.
Allah, Peygamber adına yemin ettirdikten sonra, “Biz,” dediler, “Peygamberin Muhammed’in soyuyuz. Can korkusuyla Ubeydullah’ın elinden kaçtık.”
Taş kalpli adam çocukların kim olduğunu anlayınca sevinçten havaya uçtu. “Ölümden kaçıp ölüme sığındınız!” dedi, “Sizi elime düşüren Allah’a hamdolsun!” Sonra iki yetimin ellerini, ayaklarını bağladı. Çocuklar geceyi elleri, ayakları bağlı halde geçirdiler.
Sabah erkenden adam Felih adındaki siyahî kölesini çağırdı. “Bu iki çocuğun başlarını vur,” dedi, “Sonra da bana getir. İbn Ziyad’a götüreyim de alayım ödülümü.”
Köle kılıca davrandı, çocukları önüne kattı. Fırat’ın kıyısında öldürecekti çocukları. Evden uzaklaştıklarında çocuklardan biri, “Ey köle!” dedi, “Sen Peygamberin müezzini Bilal’a benziyorsun.”
Felih, “Bana sizi öldürmem emredildi,” dedi, “Ama doğrusu kimsiniz, bilmiyorum.”
“Biz Peygamber soyundanız,” dediler, “Can korkusuyla İbn Ziyad’ın elinden kaçtık. Yaşlı kadın bizi misafir etti, şimdiyse o adam bizi öldürmek istiyor.”
Köle onları öldürmekten vazgeçti. “Canım size feda olsun ey Peygamberin çocukları!” dedi, “Allah Resulü Muhammed’in kıyamet günü bana düşmanlık beslemesini istemem!” Sonra kılıcını atıp kendisini Fırat’ın sularına bırakıp kaçtı. Kaçarken sahibine, “Ben, sen Allah’a itaat ettikçe senin emrindeyim, Allah’ın emrine karşı geldiğinde ben seninle olmam!” diyordu.
Bunun üzerine adam oğlundan iki çocuğu Fırat’ın kıyısında katletmesini istedi. Oğlu da çocukların Peygamber soyundan olduklarını öğrendiğinde babasına karşı çıktı.
Adam kendisi dışında kimsenin bu işe kalkışmayacağını anlayınca kılıcı eline alıp iki çocuğu Fırat’ın kıyısına götürdü. Çocuklar kılıcın keskinliğini görünce ağlamaya başladılar. “Bizi pazarda sat! Muhammed’in (s) kıyamette sana düşman olmasını istemezsin ya!” dediler.
“Kellerinizi İbn Ziyad’a götürüp ödül alacağım.” dedi adam.
Bir rivayette bu esnada adamın karısının geldiği ve “Bu iki yetimi bırak. Ubeydullah’tan almayı arzuladığın şeyi Allah’tan iste! Allah karşılığında sana Ubeydullah’ın verdiğinin mislini verir.” dediği geçmektedir. Ancak bu sözler de fayda etmedi.
Çocuklar iltimas edip ricacı oldular. Allah’a, Resulü’ne kasem verdiler. Ama fayda etmedi. Neticede adamdan birkaç rekât namaz kılmak için izin istediler. “Namazın size faydası yok ya yine de kılın istediğiniz kadar.” dedi kalbi kararmış adam.
Çocuklar dört rekât namaz kıldıktan sonra gözlerini göğe diktiler ve haykırdılar: “Ya Hay! Ya Hakim! Ya Ahkeme’l-hâkimîn! Onunla bizim aramızda sen hüküm ver!”
Sonra adam yerinden kalktı. Önce büyük olanın başını kesip bir bez parçasına sardı. Bu esnada küçük olan ağabeyinin kanını üstüne başına sürüyor, “Ağabeyimin kanına bulanmışken Allah Resulü’ne kavuşmak istiyorum!” diyordu.
Adam, “Sorun değil, seni ona kavuştururum!” deyip çocuğun başını kesti ve kesik başı aynı bez parçasına sardı. Sonra da iki kardeşin bedenlerini Fırat’a attı.
Adam ödülünü almak için alelacele İbn Ziyad’ın yanına gitti. İbn Ziyad kesik başları görünce üç kez yerinde kalktı, oturdu. Sonra, “Nerede buldun onları?” diye sordu.
Adam kıssayı anlatınca taş kalpli İbn Ziyad, “Onların misafirlik hakkını hiçe mi saydın?” diye sordu. “Evet” dedi adam. “Son sözleri neydi?” diye sordu bu kez İbn Ziyad. “Ellerini açtılar,” dedi, “Sonra da ‘Ya Hay! Ya Hakim! Ya Ahkeme’l-hâkimîn! Onunla bizim aramızda sen hüküm ver!’ dediler.”
İbn Ziyad, “Eğer çocukları canlı getirseydin sana ödülün iki mislini verirdim. Ama şimdi o iki çocuğun bedduası tutacak ve Allah onlarla senin aranda hakkaniyetle hüküm verecek.” dedi ve hâziruna dönüp “Bu soysuzun işini kim bitirmek ister?” diye sordu.
Şamlı bir adam, “Ben!” diye karşılık verdi.
“Onu bu iki çocuğu öldürdüğü yere götür ve boynunu vur!” dedi İbn Ziyad, “Ama sakın onlarınkiyle bunun kanı birbirine karışmasın. Sonra da kellesini bana getir.”
Ve Şamlı adam emri yerine getirdi. Onun başını mızrağa takıp sokaklarda gezdirdiler. Çocuklar kesik başını taş yağmuruna tutup “Allah Resulü’nün çocuklarını öldüren budur işte!” diyorlardı.
Şeyh Sadûk’tan sonra Müslim’in oğullarının kıssasını nakleden müellif, Maktelü’l-Hüseyin’i yazan Havarizmî’dir (Harizmî) (ö. 568). Harizmî’nin rivayeti ile Şeyh Sadûk’un rivayeti arasında birtakım farklılıklar bulunmaktadır. Bu farklılıklardan bazıları şöyledir: Harizmî rivayetinde çocukların Cafer-i Tayyâr’ın çocukları olduğu, isimlerinin Muhammed ve İbrahim olduğu, Kerbelâ’daki İbn Ziyad’ın askerlerine ait çadırdan kaçtıkları geçmektedir. Şeyh Sadûk’un rivayetinde katil ödül arzusuyla çocukları öldürürken, Harizmî’nin rivayetinde katil babalarına ve Hz. Muhammed’in (s) Ehl-i Beyti’ne düşman olduğu için çocukları öldürür. Ayrıca, Harizmî katili öldüren adamın adının Nadir olduğunu yazar ve Nadir’in cesedi Fırat’a attığını, ancak nehrin cesedi kabul etmediğini; bunun üzerine İbn Ziyad’ın cesedin yakılmasını emrettiğini ekler.[3] (Ehlader)
[1] Rivayetten İmam Hüseyin’le birlikte Kerbela’ya geldikleri anlaşılmaktadır. Ancak Şeyh Sadûk, öldürülmekten nasıl kurtuldukları ve Kûfe’ya kadar ne şekilde gittikleri hakkında bilgi vermemektedir. Tarih kaynakları da bu konuda sessizdir. Bununla birlikte, Riyazü’l-ahzan’ın müellifi Kazvinî, Hüseyin Vaiz Kaşifî’nin Ravzatü’ş-şüheda’sını kaynak göstererek, Muhammed ile İsmail'in babaları Müslim b. Akîl ile birlikte Kûfe’ye gittiklerini ve burada Ubeydullah b. Ziyad tarafından esir alındıklarını ileri sürmektedir. Fakat tarih rivayetlerinde, Müslim’in akrabalarını, ezcümle oğullarını, yanına aldığına dair bir ifade bulunmamaktadır.
[2] Taberî ve Şeyh Sadûk çocukların isimlerini zikretmez. Harizmî ise isimlerinin Muhammed ve İsmail olduğunu yazar.
[3] el-Havarizmî, Kerbela Olayı, çev. Yusuf Eğinç, İstanbul 2010, s. 305-307.