Ortadoğu'daki Gelişmelerde Kazanan Yok
Sykes-Picot Anlaşması'nı esas alarak çizilmiş sınırlar üzerinde kurulmuş olan yönetimlerin Batılı ülkeler için hiç bir zaman bu bölgelerin insanını temsil etmek gibi bir önceliği olmadı. Aksine temel öncelik yönetimlerin kendilerine sadık olmasıydı. Bu sadakat tipik Baas rejimlerinin kurulması ve desteklenmesi yoluyla sağlanmaya çalışıldı.
Baas rejiminin belki bir çok özelliği vardır ama buradaki en önemli özelliği bir azınlık üzerinden çoğunluğu kontrol edip yönetmeyi sağlayan bir azınlık yönetimi olmasıdır. Bu yöntem post-kolonyal dönemin kendine özgü şartları dolayısıyla bir ölçüde başarıldı.
Bu başarının halklara ödetilen bir maliyeti vardı tabi. Halkların inançları, değerleri, kişiliği gözardı edildi, itiraz edenler katledilerek, hapsedilerek veya toplum içinde her türlü güç merkezinden uzakta tutularak bastırıldı. Bu yönetim biçiminin ayakta durabilmesi için sıkı bir muhaberat kontrolü gerekiyordu.
Irak'ta Sünni azınlığın Şii ve Kürtlerden oluşan çoğunluk üzerindeki kontrolü bu Baasçı yöntemle sağlandı. Suriye'de daha da küçük bir azınlık olan Nusayriler toplumun yüzde 70'inden fazlasını oluşturan Sünniler üzerinde bu yöntemle tam bir demir perde yönetimi uyguladı. Bahreyn'de Şii çoğunluğu yöneten Sünni azınlık ise monarşi ile Baasçılığın farklı bir bileşimine ihtiyaç duydu.
Mısır'da mezhebi veya etnik anlamda bir tercih olmadıysa da, 1952 yılından itibaren iktidara gelen askeri güçler bütün ekonomik kaynakları kontrol ederek toplumda tamamen devletten beslenen kendilerine sadık yeni tabakalar oluşturdu. Bu tabaka Mısır'a özgü bir baasçılığın fiili pratiğini oluşturdu. Bu yönetimi de ayakta tutabilmenin yolu güçlü bir muhaberat rejiminden başkası değildi.
Aslında Türkiye'nin Kemalizm pratiği de bundan farklı sayılmazdı. Oluşturulan makbul vatandaş tipolojisi üzerinden topluma yabancı bir azınlığın uzun süren iktidarı bir tür Türkiye Baasçılığının modelini ortaya koydu. Bu iktidar bilhassa mütedeyyin Türk ve Kürt insanını dışlayan, onun üzerinde tam bir despotizm uygulayan bir iktidardı.
Arap Baharı süreci bu Muhaberat rejimlerinin bastırdığı kimliklerin bir ayaklanışıydı. Bu ayaklanışın her ülkede farklı bir zamanlama ve hikayeyle ortaya çıkması gayet doğal, çünkü her ülkenin ayrı tecrübeleri ve dinamikleri vardı. Türkiye'de çok önceden demokratik yollarla gerçekleşmiş olan bu ayaklanma, ülkeyi belli bir dengeye kavuşturmuş oldu.
Muhaberat rejimlerinin yıkılması ve yerine daha demokratik, halkı temsil gücü yüksek rejimlerin kurulması öyle görünüyor ki, demokrasiyi çok önemsiyor gibi görünen ülkeleri memnun etmiyor. Onlar için öncelik buralarda kurulan rejimlerin halklarını temsil ediyor olması değil, kendilerine sadık olmasıdır. Böyle olunca da Ortadoğu'nun durulması mümkün olmadığı gibi kurulan veya sürdürülen rejimlerin nihayetinde kendileri için yararlı olması da sözkonusu olmuyor.
Türkiye bölgede halkların iradesine saygı duyan bir siyaset izliyor. Bu siyaset, doğal olarak bölgede mevcut statüko ile karşı karşıya gelmeyi gerektiriyor. Kimsenin rejimini özel olarak değiştirmek gibi bir talep veya çaba sözkonusu bile değil, ancak mevcut rejimlerin insan hakkı ihlallerine karşı da sessiz kalmıyor Türkiye.
Kendi baskıcı, ceberrut muhaberat rejimlerine karşı halkların hoşnutsuzluğunu bugünlerde daha fazla dillendirdiği Ortadoğu tam bir çalkalanma halinde. Bu çalkalanma neticede Ortadoğu'da yeni bir düzen arayışını ifade ediyor. Bugünün olaylarına bakarak gördüğümüz resimlerin hiç biri kalıcı değil. Herşey hızla değişiyor.
Bu çalkalanma esnasında kimin neler kazandığı kimin neler kaybettiğini hesaplamanın net bir ölçütü yok aslında. Ama gelişen her olayda hemen bakkal hesabı gibi bir kâr-zarar hesabına girişenlerin iştahlı halleri bir tuhaf. Tabi yaptıkları bütün hesaplar dış siyasetimizin Ortadoğu'daki kayıplarını, hatta iflasını gösteriyor
Daha önce de ifade etmiştik. Irak ve Suriye'de, hatta Mısır'da gelişen olayların hiç biri Türkiye'nin istediği veya dahli olduğu olaylar değil. Bu ülkelerde gelişen hadiseler herkes için bir imtihan. Bir kazanç sözkonusu olacaksa bu olaylarda kimin nerede durduğu ve bu duruşun insani değerlerle ne ölçüde tutarlı olduğunda aranmalı. Katliamcı, mezhepçi, darbeci ve her türlü ahlaksızlığı irtikap etmiş bu rejimlerin geleceğin dünyasında hiç bir yeri yok. O yüzden bu rejimlere uzak olmak bir kayıp sayılmaz.
Esasen bu rejimleri destekleyen veya bunlara mesafe koymayan ülkelerin de bu süreçten kârlı çıktıklarını zannetmek de davulun sesini uzaktan hoş gören ilkesiz açgözlülerin işi. Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinden darbeci Mısır rejimini destekleyenler, bir şey mi kazanıyorlar zannınızca? Bugün Suriye ve Irak'ta ortaya koydukları entrikacı siyasetle Rusya ve İran çok mu kazançlı çıkıyor? İtibarları her gün yer ile yeksan oluyor.
Ya ABD'ye ne demeli? Açtığı Pandora'nın kutusundan çıkan belaları def etmek için akla karayı seçmiş durumda. Attığı her adım diğerinden daha maliyetli, atmadığı adım ise atacağından.
Tamam, Türkiye için Ortadoğu'da olup bitenler hiç de iç açıcı değil, ama emin olun bu olanlardan nihai anlamda kârlı çıktığı söylenecek hiç kimse yok. Olup bitenler dünyanın mevcut düzeninin acziyetini gösteriyor ve bu acziyet yeni bir düzen arayışını zorluyor.
(Yeni Şafak)