Bir Çok Bilek Bir Olsaydı Kırılır mıydı Hiç, Bir Büküşte
Henüz güz mevsimi gelmeden kökü toprağında sabit koca bir ağaç birer birer döküyor yapraklarını küçük büyük demeden. Sahi hayat nedir ki? Birer geliş ve gidiş değil midir? Zaman dediğin geçmeye, insan dediğin ölmeye ve ömür dediğin bitmeye mahkûm değil midir?
Elbette zaman zaman bulduklarımızı kaybedeceğiz, mevsimler değişecek, soğuk ve kara kışların ardından baharlar gelecek yeniden. Hayat devam edecek inadına inadına. Ağaçlar o nazenin yapraklarını bir gelin gibi süsleyecek yine, yıldızlar sönecek bir bir güneş doğsun diye. Doğumlar olacak, yeni isimler, yeni bakışlar, yeni yüzler ve ufuklar…
Belki kaybettiklerimizi bir daha göremeyeceğiz! Boşlukları yüreğimizde hep bir ukde olarak kalacak. Vuslat mevsimine kadar hep bir yanımız buruk bir yanımız kırık kalacak belki de. Lakin bilmez misin gitmezse Esmalar, Huzeyfeler ve Habibeler kim gidecek Firdevslere, Naimlere?
Kim muhatap olacak “İşte yaptıklarınıza karşılık mirasçı edildiğiniz cennet budur” hakikatine?
Söyler misin kim komşu olacak El- Benanlara, Seyid Kutuplara, Asiyelere ve Meryemlere? Kim sahip olacak çeşit çeşit cevherlerden imal edilmiş köşklere? Kim giyecek ipekten elbiseleri ve yeri göğü aydınlatan inciden taçları? Kim içecek Resul’ün elinden suyu, sütten beyaz ve baldan tatlı olan Havz-ı Kevser’i?
Dahası kim verecek ‘Kulum ben senden razıyım sen de benden razı mısın?’ sualinin cevabını?
Evet, inanç sahası kuşatma altında. Kelimeler kifayetsiz, ifadeler nakıstır bu zulmü anlatmaya.
Ashab-ı Uhdud’un feryadı yükseliyor bugün Gazze’den, Suriye’den en acısı da Mısır’dan.
Çeşit çeşit rüzgârlar esmekte. Menfaat rüzgârları, taklit rüzgârları, şehvet rüzgârları, ihanet rüzgârları… Kimi sıcak, yumuşak ve ayartıcı… Kimi sert, ayaz ve sarsıcı…
Şimdi, bir oyun oynanıyor! Sahnede Firavun’un torunları sıra sıra… Bütün gözler onlara dikilmiş. Takdirler tebrikler peş peşe... Cehalet ve zulümle boğulmuş kara kalpli senaristler perde arkasında yüce ve muhkem dağları un ufak eden feryatları duymamak için kahkahalar atıyorlar o barut kokan ağızlarıyla.
Zaten hep perde arkasında değiller mi o hür çakallar?
Ne de güzel diyor Üstad Bediüzzaman, “Cennet, adamlar istediği gibi cehennem de adamlar ister” diye. Doğru ya, zalimler olmazsa kim icabet edecek cehennemin davetine? Kimler komşu olacak Firavunlara, Nemrutlara ve Hamanlara? Kim muhatap olacak “Tat azabı! Çünkü sen kendince çok ulu çok şerefli idin” hitabına? Kim girecek cehennemin bile günde yetmiş defa onun hararetinden Allah’a sığındığı hüzün kuyusuna? Kim giyecek ateşten gömlekleri ve nalinleri? Söyle kim yiyip içecek bağırsakları parça parça eden kaynar suları ve zakkumları? Kim yalvaracak, “Ey Rabbimiz bizi cehennemden çıkar, yaptığımızdan bambaşka bir amel yapacağız” diye?
Evet, debdebeli saraylardan mezarlara, aydınlıklardan lâhdin karanlıklara, yumuşak ve atlas dibalar üzerine yaslanmaktan ateş ve sütunlara intikal etmek çok acı olsa gerek.
Sevdalı gönlün yorgun, endişeli hem de mutmain bir şekilde yol alıyor aşk âlemine doğru. Masmavi deniz bütün güzelliğini sergiliyor. Nil ise biraz daha mahzun ve takatsiz. Gökyüzündeki bulutlar parça parça süzülüyor, güneş ufukta parlarken nurani bir çizgi ebediyete doğru çekiliyor. Anladın ki kısa bir süre sonra güneş siyah bulut yığınının arkasında kaybolacak ve bu beyaz nurani çizgi yok olacak. Soğukluğunu ilk defa hissediyorsun şakaklarında namlunun. İlk kez üşüyorsun Ağustos’ta. Hicret ediyor bakışların sonsuzluğa doğru. İşte gidiyorsun yeşil kuşun kursağında arkana baka baka. Neden çırpınıyor ki halen kanatların? Yoksa ölümden mi korkuyorsun?
Hayır hayır! Korkun ölümden değil davanın istikbalinden biliyorum! “Birçok bilek bir olsaydı kırılır mıydı hiç bir büküşte?” diye sitem ediyorsun. Lakin hatırlamaz mısın “Allah nurunu mutlaka tamamlayacaktır” müjdesini? Hem ne dersin belki de kavrayamadığımız birer ayettir kan, gözyaşı. İnanıyorum, ey şehit! Yakıcı ahların adalet göğünde ateşten bulutlar meydana getirecek ve bu bulutlardan yağan yağmur, zulmün kökünü kurutup adalet ağaçlarını yeşertecek.
Haydi, var git sana kavuşacak diye toprak kınalar yakıyor bak! Pörsüyen bitkiler hayat bulacak seninle. Git, ilan et şehitler diyarına yirmi dört saatte kaç yiğidin düştüğünü kollarına. Anlat, Seyyid Kutub’a El-Benna’ya direnişi, kırılışı! Ardından yine direnişi bir de özgürlüğe vurgundur diye kelepçelenen bilekleri…
Anlat! Hak ve hakikat uğrunda bitip tükenmeyen vahşetleri, hesapsız akıtılan kanları, kesintisiz çığlıkları, çaresizlik kıskacında ezilen yürekleri, hele de kuşatılan mescitleri…
Anlat! On yedisinde Esmaları, yirmisinde Hüseyinleri ve kızıla boyanmış kundakları… Şikâyet et! Katı kalplileri, ihtiraslıları, karnı tokları, ölü hislileri, bir de kuruyan kardeşlik ırmağını El Mûntakim Olan’a…
Evet, ne güzeldir değersiz hayattan uzaklaşmak. Ne güzeldir Ümmet-i İslam’ın bekası için Rabbinin mabedine izzet ve şereflice kurban olmak. Ne güzeldir kızıla boyanmış bir beden ile semada yolculuk yapmak. Ne güzeldir hayatını dünyanın bütün cazibesine rağmen Rabb-i Rahim’e takdim etmek, saadeti şahadet ve yanmada bilmek!
Ne mutlu Hak ve batıl muharebesinde kurban olmak, ihlâs ve imanını kanlı kefeninle ispat etmek ve ne güzeldir “Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyiniz, bilakis onlar diridirler” gerçeğinde yer almak.
Şahadetinin yıl dönümünde şehit Esma’ya ve dava arkadaşlarına ithaf olunur.
(Gaziantep Günebakış)