Asların hasreti devriliyor gelince Nisan!
Kış mevsiminin dondurucu çehresiyle ruhumuzda oluşan buz tanecikleri yine bir Nisan ayında nebevi güneşin sıcaklığıyla bir bir erirken; kıpır kıpır oluyor yürekler, bedenler ise daha zinde… Tomurcuklar çatlıyor oduna dönüşmüş ağaçlardan. İşte bu manzara karşısında bir kez daha ‘amenna’ diyoruz, öldükten sonra dirilişin hakikat olduğuna.
Asırların hasreti devriliyor, gelince Nisan! Cuş-u huruşa geliyor damarlardaki kan. Öyle ki kırmızı gülün asaletine meftun oluyor insan…
Müminler Onunla yoğun, Onunla hemhal. Onunla çarpıyor yürekler, Onunla yıkanıyor diller ve Onu yazıyor kalemler... Hayran bırakıyor satırlar Onu hiç görmesek bile… Ona adanıyor bütün sevgiler, duygular ve aşklar… Nisan denince ev sahipliği yapıyor meydanlar, stadyumlar, salonlar ve köyler EbaEyyub-el Ensari gibi…
Radyolardan, televizyonlardan dalga dalga esen “Allahummesalli ala seyyidina Muhammed” sözcükleri küfrün yüzüne okkalı bir şamar indiriyor her defasında… Onun (SAV) sevgisiyle birleşen gönüller; “Ümmetim içerisinde beni en çok sevenlerden bir kısmı benden sonra gelenler arasında olacak; mallarını ve ailelerini feda etme pahasına beni görmeyi arzu edecekler” (Tirmizi) işaretine layık olma adına yarış halindeler adeta.
Annelerinin yanık bağrından koparılıp ‘hadi dayına gidiyoruz’ diyerek diri diri toprağa gömülen kız çocuklarının akranları bu gün renk cümbüşüyle platformlarda “anam, babam, canım sana feda olsun Ya Resullallah! İyi ki varsın, iyi ki yarsın” nağmeleri ile varlıklarını sindiriyorlar kâinatın en ücra köşelerine…
Evet, evet yelkeni yırtık bir kayık misali okyanusun ortasında manasızca sallanırken en az İsmail ve Hacer kadar susuz kalmıştı insanlık! İşte tam bu sırada Cebrail (AS) “Allah, nurlar saçan, yollar açan ayetlerini sizlere karşı okuyan bir peygamber gönderdi, iman edip yararlı işler yapanları karanlıklardan aydınlığa çıkarsın diye…” (Talak / 11) müjdesiyle ufukta görünüyordu.
Hiç şüphesiz “Hz. Peygamber gelmeden önce kâinat bir matemhane idi. Varlıklar birbirinin düşmanı, canlılar yokluk ve ayrılık silsilesiyle ağlayan yetimlerdi. Peygamberimiz’in verdiği dersle, matemhane olan kâinat; şevkli ve cezbeli bir zikirhaneye döndü. Varlıklar, hepsi bir Allah’ın eseri olduğu için birbirinin dostu ve kardeşi oldu; o sessiz cansız varlıklar birer itaatkâr memur, o ölüm ve ayrılık korkusuyla ağlar görünen yetimler, birer zikreden zakir veya vazife paydosundan şükreden şakir suretine dönüştü.
Hz. Muhammed (SAV), Cenab-ı Hakk’ın insanları hidayete yöneltmesi için yeryüzüne gönderdiği nurlu elçisidir. Kâinatı aydınlatan Onun nuru, insanlığa gerçek mutluluğu öğreten Onun peygamberliği, müminlere cennetin kapısını açan Onun kulluğudur. Eğer kâinattan Onun nuru çıksa, gitse, kâinat tamamen karanlıkta kalacak ve yolunu şaşırmış bir şekilde başını büyük bir yıldıza çarparak insanlığın başına kıyameti koparacak.” (Lem’alar)
Demek ki, Üstad’ın da dediği gibi kâinatı ayakta tutan Onun nurudur. Zira insanlığı hayâsızlıktan güzel ahlaka, haksızlıktan adalete, zulümden merhamete ve cehalet karanlığından aydınlığa çıkaran Onun nurudur.
Malumunuzdur ki, insanlardaki sigara gibi küçük bir alışkanlığı yok etmek bile gerçekten zor bir iştir. Uzman sosyologlar çok büyük bir azimle çalışsalar bile küçük bir toplumun kötü alışkanlıklarından sadece birini yok etmede çok büyük zorluklarla karşılaşırlar. İçkiyi, kumarı ve uyuşturucuyu kaldırmak için başta Amerika ve Fransa olmak üzere birçok büyük ülkenin yöneticilerinin, psikologlarının ve sosyologlarının ne kadar uğraştıklarına ve ne çeşit fikirler ürettiklerine hepimiz şahidiz. Fakat O (SAV), zamanında yaşayan insanların; sigaradan ve daha öldürücü alışkanlıklardan daha büyük ve daha zehirli olan kötü adetlerini, bedevice ve cahilce yaşamlarını, eşkıyaca kanunlarını, zulüm ve karanlıklarla kaplanmış fikirlerini yirmi üç yıl gibi kısa bir zamanda gayet kolay bir şekilde yok ederek, yerlerini güzel ve üstün adet ve alışkanlıklarla doldurup maddi ve manevi her yönden yükselişin yollarını göstererek o insanlara medeniyeti öğretti. (Mesnevi-i Nuriye)
Nitekim O (SAV), öyle büyük öyle geniş ve öyle yüksek manevi bir şahsiyete sahiptir ki; Ona, yeryüzü bir mescid, Mekke bir mihrab, Medine bir minber olmuştur. O, zamanın mutsuz ve geleceğinden ümitsiz insanların hem dünya hayatının hem de ahiret âlemindeki mutlu bir hayatın en güçlü müjdecisi oldu. İnsanların paslanmış ruhlarını cilalayarak en katı hisleri en ince hislerle değiştirdi. Onun yanında bir saat kalan, kavmine öğretmen olarak dönüyordu.
Onun (SAV) gelişiyle kölelere, yoksullara, kimsesizlere ve mustazaflara artık insan gibi muamele edilmeye başlandı. Öyle ki insanlar kötülük edemez oldular. Ruhları inceldi, şefkat kanatları olabildiğince genişledi. Fersiz gözler nurlandı; baktıkları her şey onlara güzel görünür oldu. Aksi hareket edenler ise “Asra andolsun ki! İnsan mutlaka ziyandadır” ayeti gereği dünya ve ahirette hüsrana uğradılar.
İşin özü Üstad’a göre Peygamberimiz (SAV);
Ebedi saadetin müjdecisi… Bir rahmet-i sonsuzun kâşifi, göstericisi… Allah (cc)’ın güzelliklerinin dellalı, seyircisi… İlahi isimlerin hazinelerinin keşşafı ve ilancısıdır. Kulluğu bakımından Ona bakıldığı zaman bir muhabbet misali, rahmet timsalidir. Peygamberliği açısından bakıldığında ise Hakk’ın delili, hakikat lambası, hidayet güneşi ve saadet vesilesidir…
Salat ve selam Onun üzerine olsun…
(Zehra Ayhan)