Kalabalıklar içinde tek başına yaşamak
Uzun yıllar ülkemizde kırsal kesimden şehirlere göç teşvik edildi. Şehirler öylesine cazip gösterildi ki, insanlar doğup büyüdükleri köylerinde, kasabalarında artık duramaz oldular. Buna bir de artan nüfus ile birlikte bulundukları toprakların yetersiz hale gelmesi eklenince göç hız kazandı. Bir de insan sayılmak için sanki şehirli olmak gerekiyormuş gibi bir hava estirildi. Bir de ülkenin gelişmişliği, kalkınmışlığı şehirlerde oturanların kırsal kesime göre sayıları ne kadar fazla ise ülke o oranda gelişmiş olarak tarif edilirdi. Kırsal kesimlerden şehirlere göç devlet politikası olarak teşvik edilirken, şehirlerde bu işin alt yapısına dönük bir hazırlık da yapılmadı. Sonuçta şehirlerin etrafı sonraları ‘varoş’ olarak nitelendirilen gecekondularla doldu. Köyden şehre göç edenlerin ilk durakları bir kaç nesil bu gecekondu bölgeleri oldu. Bu durum sonraki yıllarda kötü bir durum, insan onuru ile bağdaşmaz olarak nitelendirildi
Gecekondu deyince şehirlerin çevresini kuşatmış teneke çatılı evler ve insanlar akla gelir oldu ise de şimdi geriye dönüp baktığımda gecekonduların yerini apartmanların alması ile birlikte toplumda pek çok değişimde meydana geldi. Söz gelimi gecekondularda bir mahalle ve komşuluk anlayışı vardı. İnsanlar birbirlerinden gözlerini kaçırmaz, yüzlerini başka yöne çevirmezlerdi. Ancak, gecekonduların yerini dikine yükselen binalar alınca, insanlar birbirlerine yaklaştıkları oranda birbirlerinden uzaklaştılar. Apartmanlarda 50-100 aile bir araya geldi ama ilişkiler de giderek zayıfladı. Aynı binayı paylaşan insanlar birbirleri ile görüşmez, birbirlerini tanımaz hale geldi. Binalar dikine, dikine yükseldikçe şehirler kalabalıklaştıkça insanlar yığınlaşmaya başladı. Hâlbuki insan sosyal bir varlık olarak tarif edilir. Gecekondudaki insan bu yüksek binalara geçmekle belki hayatı kolaylaştı, lüks ve konfora kavuştu ama milyonlar içinde tek başına yaşamaya başladı.
Belki bu durum şehirleşmenin bir soncuydu. Buna hayat şartlarının giderek ağırlaşması da eklenince kimsenin kimseyle ilgilenecek bir hali kalmamış da olabilir. Şimdilerde şehirleşme ile birlikte toplum içinde tek başına yaşayan insanlar bir de dijitalleşme saldırısı ile karşılaştı. Şimdi şehirde tek başına yaşayan insanlar aile içinde de tek başlarına yaşıyorlar. Aile fertlerinin de birbirleri ile teması kalmadı. Artık özellikle aileler çocukları ile ilişki kuramaz oldular. Bu ilişki kurmayışta elbette çocuklar tek yanlı suçlu ve ya da sorumlu değiller. Pek çok ailede aile fertlerinin her birinin elinde bir telefon herkes kendi dünyasında yaşıyor. Bir başka ifadeyle, birlikte ama yalnız yaşanır oldu. Bu gerçeğin hemen herkes farkında. Ancak, sadece durum tespiti yapılıyor, bu gidişatın yanlış olduğu hemen herkes tarafından dile getiriliyor ama soruna çözüm bulma yönünde bir gelişme söz konusu değil. Sanki insanlar dijital dünyaya teslim olmuş gidiyorlar.
Psikologlar dijitalleşmenin aile ile ilgili boyutu konusunda, “Göz kontağı bittiğinde aile kaybediliyor” açıklaması yapıyorlar. Bir toplumu aile ayakta tuttuğuna göre aileyi kaybettiğimizde halimizin ne olacağını düşünmek insanı tedirgin ediyor. Denebilir ki, her gelişmeye insan uyum sağlayabiliyor. İnsan elbette şartlara uyum sağlayabiliyor ama insanlar insan olma vasıflarını kaybettiği takdir üzülerek söyleyeyim ki, bundan yıllar önce bir konferanstan atılmama sebep olan durum ile karşılaşıyoruz demektir.
1960 darbesinin hemen ardından bir konferansı dinlemeye gitmiştim. Konuşmacı insan toplumlarından söz ederken hep, “İnsan yığınları” tabirini kullanıyordu. Konferansın sonunda söz isteyerek, insan yığınları tabirini özellikle mi kullandığını sorarak, “İnsan canlı ve sosyal bir varlıktır. Bu bakımdan insan toplumlarını yığın olarak nitelendirmek onları ot yığını, ya da taş yığını haline getirmek olmaz mı?” diye sormuştum. Bu soru üzerine kendimi bir anda konferans salonunun dışında bulmuştum. Korkarım bu gidişle insanlar artık gönüllü olarak yığınlaşmayı kabul etmiş olacaklar. Hep birlikte ama birbirleri ile ilişkileri kesilmiş olarak. (Milli Gazete)