İslami Varoluşun Kalbini Kaybetmek
Atlantik güç merkezi ile Avrasya güç merkezi arasında bölünen bir dünyada yaşanan küresel güç mücadelesi, uluslararası gerilimleri, jeopolitik gerilimleri, askeri gerilimleri derinleştiriyor, kuralsızlık küreselleşiyor, yoksulluk küreselleşiyor. Kapitalist oligarşiler, demokrasileri etkisiz hale getiriyor. Bütün toplumlar, ekonomik ve psikolojik olarak zor zamanlarla sınanıyor. Her toplumda insanların hayat standartları arasında büyük uçurumlar oluşuyor. Günümüz tarihi çatışma ve saldırganlıktan ibaret bir tarihe dönüşüyor. Bugünün dünyası aynı zamanda demografik bir çöküş yaşıyor, doğum kıtlığı, nüfusların azalması bütün toplumları ilgilendiriyor. İnsanlık tarihi bugün radikal altüst oluşlar yaşıyor, ekolojik emperyalizm devam ediyor. Bütün toplumlarda yaşanan, insani ve ahlaki kriz’in temelinde politik ihtirasların, iktidar ihtiraslarının tiranlığı olduğunu kaydetmek gerekiyor.
Günümüz dünyasında, özellikle de İslam dünyası toplumlarında, yerel mevcudiyetler, kişisel otokrasilerle bütünleşiyor. Popülist otoriterlikler, hükümranlıklarını, yasakçılıklarla sürdürmeye çalışıyor. İdeolojik bağımlılıkları, kültürel bağımlılıkları aşma iradesi gösteremeyen, madunlaştırılan İslami varoluşlar, psikolojik saldırganlıklara maruz kalmaya devam ediyor. İdeolojik bağımlılıkları, kültürel bağımlılıkları içselleştiren İslam toplumları, İslami varoluşun kalbini kaybettiklerini ne yazık ki fark etmiyor. Seküler anlamda da muhafazakar-din’dar anlamda da politik propaganda nesnesi haline getirilen herkes hem sağduyusunu, hem de kendisini kaybediyor. Derin politik karşıtlıklar, rekabetler, gerilimler temelinde, İslami bütün değerleri acımasızca araçsallaştıran muhafazakâr-milliyetçi politik propaganda ve manipülasyon dili, kamusal sağduyuyu insafsızca/barbarca ve bütünüyle yok ederek, hem aziz. İslam’a hem de topluma telafi edilmesi çok zor çok büyük zararlar veriyor.
Gerçeğin/hakikatin yanında değil, popülist propagandanın yanında yer alan her toplum, bugün, Türkiye örneğinde de görülebileceği üzere, toplumsal bir illüzyon içerisinde bulunuyor. Kamusal müdahale, eleştiri, uyarı, öneri yeteneğine/cesaretine/birikimine ve iradesine sahip alimlerin/aydınların olmadığı toplumlarda, toplum, siyasal tiranlıkların iradesi/talimatı/emirleri/yasakları doğrultusunda düşünüyor, hareket ediyor. Resmi din, resmi devlet, resmi tarih, resmi geçmiş, resmi hukuk kültürünün resmi dil ve söylemin yanında hizalanarak, farklı fikirlerin, düşüncelerin, yorumların, Kur’an meallerinin; bu fikirler, düşünceler, yorumlarla tartışmak, Kur’an meallerinin içerikleri doğrultusunda görüş alış verişinde bulunmak yerine, bütün bunların yasaklanması gerektiğini savunan, savunabilen, muhafazakar/milliyetçi/mezhepçi bürokratik ve akademik dalkavukluk, eşi ve benzeri görülmemiş bir bağnazlık ve umutsuzluk iklimi oluşturuyor. Bu bağnazlık iklimi, yeni bir yoruma, alternatif çözümlere/analizlere, düşünsel değişime, yeni bir politik bilinç inşa’sına, konformist önceliklerin değiştirilmesi fikrine hayat hakkı tanımıyor. Sözünü ettiğimiz bağnazlık ortamı/iklimi, uluslararası İslamın bugün, yaşamakta bulunduğu derin güçsüzlüğü, derin etkisizliği ve itibarsızlığı, hiçbir şekilde dikkate almıyor, dikkate alma ihtiyacı duymuyor. Yerli-milli parçaların nostaljik ve romantik mevcudiyetleri, İslami öncelikleri, varoluşsal öncelikleri asla umursamıyor. İslami bütünü/bütünlüğü evrensel anlamda oluşturmayan yerli-milli, nostaljik ve romantik parçalar, Siyonist bir terör oluşumu olan İsrail’i gerçek bir ülke olarak tanımakta hiçbir sakınca görmüyor.
Ulus-devlet hurafeleriyle, yerli-milli hurafelerle politik propaganda hurafeleriyle, duygusal sömürgeciliklerle köleleştirilen Müslüman halklar, karşı karşıya bulundukları tarihsel edilgenlikler, tarihsel dışlanmışlıklar, tarihsel ötekileştirmeler, tarihsel bağımlılıklar ve madunluklarla yoğun ve etkili bir şekilde hesaplaşmaları gerekirken, muhafazakâr/din’dar, milliyetçi/sağcı tiranları ve tiranlıkları büyük bir heyecan ve coşkuyla tebcil etmeye, alkışlamaya devam ediyor, devam edebiliyor. Hiçbir tiranlık seküler bilgi’nin, seküler varoluşun evrenselleştirilerek dokunulmaz kılınmasıyla birlikte, İslami bilgi’nin değersizleştirilmesini, otorite ve meşruiyet kaybına uğratılmasını varoluşsal bir sorun olarak görmüyor. İslami meşruiyet, bugün, yerel kültürel tezahürlerle sınırlı bir meşruiyete sahip bulunuyor. Bütün tiranlıklar, topluma büyük ahlaki zararlar verme pahasına, ahlaki bilinci kirleten politik çıkarlar, kazançlar ve ayrıcalıklar için, propaganda sloganlarıyla, klişeleriyle, yalanlarıyla toplumları aynılaştırmaya çalışıyor. Günümüzde, ne yazık ki, politik popülizmler, oportünizmler, partizanlıklar tarafından, çok aziz ve mükerrem İslam sorumsuzca gasp ediliyor, edilebiliyor. Tek tip toplumlar, tek tip düşünceler, ilgili toplumların analitik düşünme yeteneklerini kaybettiklerini gösterir. Tek tip düşüncelerle, tek tip toplumlarla, tek tip yorumlarla, İslami dünya görüşünün bütünlüğü ve evrenselliği sağlanamaz. İslami bütünlük sağlanmadan, İslami özgürlük kazanılamaz. İslam, İslami anlamlar, değerler, hiçbir ırkın, hiçbir ülkenin, hiçbir iktidarın tekeli altına alınamaz. Seküler bilgi ve kurumlar temelinde, İslami eğitim/kültür ve medeniyet projesi, büyük bir çelişkinin, yetersizliğin, yenilginin ve çaresizlik projesinin somut ifadesidir. Bu çaresizlik psikolojisinin, modern ya da geleneksel vesayetin, İslami varoluşun ve zihin dünyasının edilgenleştirilmesiyle birlikte başladığını hatırlamak gerekir. Seküler bilgi temelinde, İslami bir entelektüel hayat, dünya/tarih/medeniyet tasavvuru düşünülemez. Bugün, ulus-devlet hurafeleriyle büyülenen Müslüman halklar, İslami dayanışmasızlığın anormalliğinden rahatsız değiller. Ulus-devletlerde “devlet” ulus-devlet hurafeleriyle kutsallaştırılınca, bütün anormallikler meşru sayılıyor. Ulus-devlet hurafeleri, yerli-milli hurafeler, şanlı tarih hurafeleri; evrensel bir dünya/tarih/medeniyet vizyonunu/misyonunu/bilincini yerel bir kültürün sınırları içerisine hapsettikleri için, bugün, aziz İslam’ı evrensel insanlığa bütün boyutlarıyla açıklayabilecek evrensel zihinlere sahip olamıyoruz. Bu nedenledir ki bugün, yeryüzü sorumluluklarıyla-bilinciyle, düşünüş ve görüş tarzıyla ilgisini kesmiş din’darlıklarla, folklorik ve gösterişçi dindarlıklarla, gösterişçi hayırseverliklerle/iyiliklerle yetiniyoruz. Popülist-partizan aşırılıkçılık gibi, militan-hizipçi aşırılıkçılık da İslami entelektüel hayatı, üretkenliği, özgünlüğü ve niteliği tahrip ediyor, marjinalleştiriyor. Popülist partizan aşırılıkçılık gibi, militan-faşist aşırılıkçılık da İslam’ı kendi zamanımızın dünyasında, bağımsız ve etkili bir güç olarak temsil ve tecrübeyi imkansız hale getiriyor. Yirmibirinci yüzyılın yeni dünyasında İslami hayatın, yeni fikirler, yeni düşünceler, yeni yorumlar ve yeni konularla zenginleşmesine katkıda bulunabilecek yeni ve güçlü bir dile ihtiyacımız var. Geleneksel yorumlama çerçevelerinin, eleştirel bir dikkatle günümüz insanlığına hitap edebilecek şekilde yeniden konumlandırılması gerekir. Eleştirel sorgulamalar yapmayan bir hareket ya da toplum kendisini yenileyemez. Geleneksel/yerel sapmalar ancak, eleştirel sorgulamalarla ortadan kaldırılabilir. Adil olmayan bencillikler, tarafgirlikler ahlaki yıkımlara neden olur. Ahlakın rehberliğini kaybeden bir toplumun hiçbir alanda kazanabileceği bir şey yoktur.
İslam toplumları geçmişi hurafelerden, efsanelerden, ırkçı/milliyetçi etkilerden arındırarak, yeniden temsil etmeye çalışmadıkları taktirde gerçek dünyayı anlayamaz, anlamlandıramaz. Bugün, İslam toplumlarında, aziz İslam’ı, kendi ihtirasları, çıkarları, ayrıcalıkları ve iktidarları adına araçsallaştıran, istismar eden taşralı politik kadroların patolojik bencillikleri, kibir ve bağnazlıkları, ilgili toplumların İslam’a karşı besleyegeldikleri saygı ve bağlılıkları yerle bir ediyor. Bütün otokrasiler, yaptıklarının, bencilliklerinin, kibir ve bağnazlıklarının ahlaka ve vicdana sığıp sığmadığını hiçbir zaman merak etmezler. Sağ-muhafazakâr-din’dar, milliyetçi, otoriter popülizmin, partizanlığın, propagandanın bir toplumu bütünüyle ahlaki akla nasıl yabancılaştırdığı, Türkiye’nin son dönem politik tarihi dikkate alınarak ibretle değerlendirilebilir. Bir toplumun ahlaki akıl açısından yoksullaştırılmasının, ilgili toplumların eleştirel rolü/misyonu/vizyonu olan entelektüel kadroların yokluğu ile yakın ilgisi olduğunu dikkate almak gerekir. Konformist bir kültür, konformist bir din algısı, hiçbir zaman rahatsız edici sorular sormaz, soramaz, sorgulamalar yapmaz, radikal yeniden tanımlamalara inşa’lara cesaret edemez. Politik çıkar mülahazalarıyla, ahlaki aklı terk eden toplumlarımız, toplum olma vasfını kaybederek, hamaset kültürünün nesnesi haline getirildiler. Ahlaki aklın terkedilmesi, popülist aklın, araçsal aklın hükümranlığı toplumlarımızda çok ağır, çok derin, çok yıkıcı ve yakıcı bir tahribata ve ölümcül zihinsel körlüklere neden oldu. Toplumun yeniden ihya’sı, inşa’sı, ahlaki akla dönüşle mümkün olabilir. Hamasetin nesnesi haline getirilen toplumlarda duygusallığın/hamasetin dozu arttıkça, arttırıldıkça; toplumsal edilgenlik de aynı ölçüde derinleşiyor. Zihin ve ruh dünyası popülist propaganda dili-söylemi tarafından işgal edilen bir toplumun varoluşsal/tarihi/hayati meselelerle ilgilenmesi, bu meseleler üzerinde yoğunlaşması mümkün olamaz. Bu tür toplumlarda Türkiye’de de yaşandığı üzere, popülist kamusallık, entelektüel kamusallığa geçit vermiyor. Popülist kamusallık ve bu kamusallığın oluşturduğu baskılar-yasaklar entelektüel bağımsızlığı ve özgürlüğü imkânsız kılıyor.
Günümüz İslam toplumlarında, kitlelerin İslami bilinç alanına çıkışları, resmi propaganda söylemi yoluyla engelleniyor. Bu toplumlarda, devletin otoriter prangalarını iftiharla taşıyan konformist kültür ve konformist din algısıyla hiçbir gelecek ve hiçbir medeniyet oluşturulamaz. Günümüzde, kapitalist/seküler/liberal kültürle uzlaşan/uzlaşabilen muhafazakâr dünyevilikler çok aziz ve çok mükerrem İslami varoluşu, soyut bir varoluşa dönüştürüyor. Her geçen gün, İslam’la Müslümanlar arasındaki kopukluklar derinleşiyor. İslam toplumlarının geçmişin hurafelerine tutsaklıktan kurtulabilmeleri için, İslami geçmişin eleştirel yorumunu hayata geçirmeleri gerekir. Geçmişin hurafelerine tutsak olan bir zihin dünyası, güncel küresel sorunlar-ideolojiler karşısında bugün büyük bir acziyet içerisinde bulunuyor. İslami entelektüel hayat yerli-milli hurafeler, hurafecilikler ve yasaklarla kuşatıldığı için, “insan sonrası” zamanları tartışan transhumanist ideoloji ile ilgili eleştirel yorumlar-değerlendirmeler yapamıyor. İslami entelektüel hayat varoluşsal İslami ufku kaybediyor. Çıkar mülahazaları ve ihtirasları insanların vicdanlarına karşı olan derin bağımlılıklarını ve sorumluluklarını yok ediyor. Vicdanın etkisini, gücünü, belirleyiciliğini yitirdiği bir dönemde, dünyada ve toplumda yaşıyoruz. Hakikat’in herkes tarafından paylaşılabilecek, kabul edilebilecek tek bir tanımı yok. Hakikat’in tanımlanması, iktidarların tekelinde bulunuyor. Hakikat, adalet, hakkaniyet pek çok varoluşsal kavram gibi bugün politik kampanya sloganlarına dönüşüyor, dönüştürülüyor.
İslami düşünce hayatının aşınan, aşındırılan kavramlara, devrim niteliğinde yeni kavramsal çerçeveler/içerik kazandırması gerekir. Geleneğin baskısı altında bulunan bir düşünce hayatı, geleceği öngörme yeteneği kazanamaz. Bugün, yerli-milli hurafeler, kan akrabalığına, haseb-neseb ilişkilerine, Kur’anı Kerimin açık uyarılarına rağmen meşruiyet kazandırmaya çalışıyor. Konformist kültür ve konformist din algısının edilgenliği ve tekdüzeliği ile büyülenen toplumlarda, aziz İslam, bireysel dindarlık ile politik dindarlık gösterilerine indirgenmiş bulunuyor. Bütün bir yeryüzüne bilinç ve bilgelik tohumları ekmediğimiz taktirde, romantik ve ütopik gelecek iddiaları boşlukta kalacaktır. Ulus-devlet sınırlarının, ulus-devlet hurafelerinin sınırları içerisine hapsedilen Müslüman halklar, ülkelerinin, kendi iradeleriyle değil, sömürgeci çıkarlar ve sömürgeci irade tarafından oluşturulduğunu, sömürgeci irade doğrultusunda oluşturulan bu ülkelere daha sonra yerli-milli-resmi-folklorik dindarlıklar empoze edildiğini, dayatıldığını ne yazık ki bilmiyor.
İslam toplumlarında, ulus-devlet hurafeleri, yerli-milli hurafeler doğrultusunda İslam’ın alanının boşaltılması, İslami önceliklerin terk edilmesiyle birlikte, kamusal alan çok tuhaf bir karışımla muhafazakâr milliyetçiliklerle, milliyetçi otoriter muhafazakarlıklarla dolduruldu. Resmi propaganda doğrultusunda oluşturulan resmi mutabakat, bugün, meşruiyetini ölümcül bir konformist kültürden ve ölümcül bir konformist din algısından alıyor. Hamaset nesnesi haline getirilen toplumlarda, kitlelerin resmi propaganda diline/kültürüne direnme yetenekleri bulunmuyor. Bu toplumlarda, ideolojik manipülasyon gibi, duygusal-din’i manipülasyon da bütün akılları ve ahlakı işlevsiz kılabiliyor. Bu nedenle, sözünü ettiğimiz toplumlarda, ahlaki felaketler fark edilmediği gibi, muhafazakâr din’dar milliyetçiliklerin, milliyetçi otoriter muhafazakarlıkların sınırlarını aşan, bu sınırlara meydan okuyan, etkili/özgün/üretken/bağımsız/eleştirel fikirler de gelişmiyor. Resmi propaganda dili-kültürü, eleştirel/özgün/bağımsız bütün fikirleri vatan hainliğiyle eşitleyebiliyor. Konformist kültürün zihinsel alışkanlıkları ya da kötürümlükleri sistematik bir biçimde romantik fanteziler, güç/kahramanlık/üstünlük fantezileri üretiyor. İslami geçmiş ancak anılarda yaşayabiliyor, yaşatılabiliyor.
Konformist kültür ve konformist din algısı, biz Müslümanları zihinsel-ruhsal atalete sevk ettiği için, resmi propaganda dilinin otoriter hakimiyetini sorgulayamıyor, küresel gerçekliği bütün boyutlarıyla tanımlayamıyor, kendi kronik edilgenliklerimizle, tekdüzeliklerimizle, bencilliklerimizle, önyargılarımızla, tembelliklerimizle yüzleşemiyor, bilinçdışı bir nostaljiyle malûl bulunduğumuz için, hiçbir şekilde somutlaşmayan, toplumun-halkın gündelik hayatına, pratiklerine yansımayan, nüfuz edemeyen bir bilinci temsil ediyoruz. Sözünü ettiğimiz somutlaşmayan bilinç sebebiyle Müslüman halkların bağımsız siyasal mevcudiyet ve temsilden yoksun olduğunu, Aydınlanma klişe ve soyutlamalarından oluşan, “evrensel insan hakları” söyleminin Müslüman halkların haklarını içermediğini görmüyoruz.
İdeolojik-seküler baskılarla-yasaklarla-propagandayla olduğu gibi, popülist-muhafazakâr-din’dar baskılar-yasaklar ve propagandayla, her zaman, ancak ikiyüzlü toplumlar oluşturuluyor. Baskılar-yasaklar ve propagandayla toplumların nihai anlamda ikna edilemediklerini, bu tür yasakların her zaman içsel bir yozlaşmaya neden olduğunu anlamak gerekiyor. Hangi dönemde olursa olsun, muhalif-eleştirel unsurların iradesini kendi iradesine tabi kılmaya çalışan, eleştiriye ve çoğulcu yorum çerçevelerine izin vermeyen, otoriter-kişisel keyfilikler, yerli-milli güvenlik stratejilerine dayalı romantik bir kültür üretimi, tek tip gri kitleler oluşturmaktan başka hiçbir işe yaramıyor. Her şey mubah muhafazakarlığı, toplumlarımızda, muhafazakâr-liberal-milliyetçi melez dindarlık biçimleri oluşturuyor. Zihne değil, bedene hitap eden, duygusallıklara hitap eden kültür, mugala’tan ibaret bir dil-kültür oluşturduğu için, tutarlılık/ilkelilik/sahicilik/dürüstlük/samimiyet/nitelik ve bilgelik içermiyor. Propaganda-mugalata dilinin, entelektüel hayatın ve entelektüel kültürün düşmanı olduğunu, bu dilin bireyleri ve toplumları varoluşsal sorumluluklara yabancılaştırdığını görmek gerekiyor. Mugalata ve propaganda dili, etnik ve kültürel farklıkları derin ve kronik sorunlara dönüştürüyor. Hesaplı ikiyüzlülükler Kürt sorununda yaşanageldiği üzere planlı provokasyonlara açık karanlık bir iklim oluşturuyor. Mugalata ve propaganda dilinin hâkim olduğu toplumlarda, bağımsız/kuşatıcı/kapsayıcı derinlikli, çok ufuklu analizler, çözümlemeler yapılamıyor. Kültürsüzleştirilen kitle toplumlarında resmi çizgi’ye dokunulmazlık kazandıran tarihsel/ideolojik/politik ya da din’i “kişilik kültü” ilgili toplumların ufkunu karartıyor. (İslamianaliz)