Mutlak Kötülükler Karşısında Mutlak Bir Hiçlik İçerisinde Yaşıyoruz
"Günümüz dünyası toplumlarında, İslam toplumlarında da, anlam ve adalet arayışının yerini, kâr-iktidar ve egemenlik arayışı almıştır. Bu durum İslam dünyası ülkelerinde, İslami bir dünya tasavvur etme bilincine, uğraşlarına, cesaretine gölge düşürüyor…"
İslam dünyası ülkelerinde, bütünüyle Avrupa’ya özgü yerel bir gerçeklik olan seküler gerçekliğin, kurumsal anlamda yapılandırılarak evrenselleştirilmesiyle birlikte, İslami varoluş/kimlik ve aidiyet; İslami dünya görüşünden koparılarak, milliyet temelinde yeni bir politik aidiyete dönüştürüldü. Bu yeni durum, kamusal siyasal vizyonu/misyonu/işlevi olmayan yeni bir dindarlık biçiminin toplumsallaşmasına yol açtı. Kamusal misyonu/işlevi olmayan dindarlık, İslam’ın ve Müslümanların siyasal özne olmalarını imkânsız kılarak, İslam toplumlarının politik olmayan toplumlar olarak tanımlanmasına neden oldu.
Kendi dünya görüşünü, siyaset ve hayat tarzını sömürgecilik yoluyla İslam toplumlarına dayatan Avrupamerkezcilik, İslam toplumlarının, kültürlerinin, eğitim hayatının, akademik hayatının ontolojik ve epistemolojik bağımsızlığını/üretkenliğini ve özgürlüğünü bütünüyle yok etti. Ontolojik ve epistemolojik bağımsızlığa sahip olmayan İslam dünyası ülkeleri, maruz bırakıldıkları bu derin bağımlılık nedeniyle yüzyıllardır, bilgi/bilim/bilinç ve bilgelik üretmek yerine, menkıbe/keramet/kehanet/hamaset/safsata vb. üretiyor.
İslam’ın ulus-devlet sınırları içerisine kapatılarak, yerli-milli bir gerçekliğe dönüştürülmesi sebebiyle, siyasal özne olmaktan çıkarılması, İslam ülkelerinin 7 Ekim Hamas-İsrail savaşı karşısında, mutlak kötülüğün/vahşetin/barbarlığın hükümranlığı karşısında görülebileceği üzere, çok açık ve utanç verici bir bilinç/ahlak/irade felci ile malûl olduklarını gösteriyor. Mutlak kötülüğün hükümranlığı hangi ölçüde dehşet verici ise, mutlak kötülüğün hükümranlığı karşısında yaşanan mutlak iradesizlik de, aynı ölçüde dehşet vericidir.
Kendilerini İslam’a nisbet eden ulus-devletler, İslam’a ve Müslüman halklara yönelik mutlak kötülükler/vahşet ve barbarlık karşısında, ulus-devlet bencillikleri/rekabetleri sebebiyle İslami dayanışmayı/bütünleşmeyi gerçekleştirme iradesine sahip değiller. İslami dayanışmayı gerçekleştirme iradesine sahip olmayan ve kendilerini İslam’a nisbet etmeye devam eden ulus-devletler, İslam’ı sadece kendi çıkarları doğrultusunda araç olarak kullanıyor. Kendilerini İslam’a nisbet etmeye devam eden, İslami küresel dayanışmayı gerçekleştiremeyen, gerçekleştirmeyi düşünemeyen ulus-devletler her dönemde olduğu gibi, bugün de barbarlıklarla uzlaşmaya çalışıyor.
Günümüz dünyasını belirleyen karanlık/kirli/bayağı gerçeklikle, ırkçı/faşist gerçeklikle, varoluşsal sorunları derinleştiren dijital/teknolojik gerçeklikle yüzleşmesi gereken, İslam dünyası ülkeleri, yapısal İslami değişimi imkânsız kılan konformist kültür ve konformist din algısı sebebiyle gündelik/pragmatik çözümlemelere sığınmaktan başka hiç bir şey yapamıyor. Milliyetçi-etnik-mezhepçi patolojiler sebebiyle, iktidar patolojileri sebebiyle; küresel İslami dayanışmayı gerçekleştirmeyi düşünmeyen ulus-devletler, yerli-milli dindarlıklar, yerli-milli düşünce/kültür/edebiyat/ilahiyat hayatı; ırkçı kötülükler, ideolojik kötülükler, hukuksuzluklar, politik ihtirasların/rekabetlerin keyfilikleri, sınırsızlıkları, akıldışılığın ve kuralsızlığın sıradanlaşması karşısında Nizar Kabbani’nin ürpertici tanımıyla “mezarsız ölüler” olarak varlıklarını sürdürmeye çalışıyor.
İslam toplumları, Müslüman halklar romantik rüyalardan uyanamadıkları için, Siyonist vahşet/soykırım/sürgün ve mülksüzleştirme uygulamaları karşısında yüz kızartıcı, utanç verici bir hiç’lik, etkisizlik yaşadıklarını farketmiyor, hiç’liği umursamıyor. Sözünü ettiğimiz hiç’liği umursamadığımız için, Türkiye, terör devleti İsrail’e petrol sevkıyatını eksiksiz bir biçimde sürdürerek, hiç’liği kurumsallaştırabiliyor. Konformist kültüre ve konformist din algısına maruz kalan toplumlar, bu yapısal edilgenlikleri sebebiyle, sömürgeciliğe de maruz kaldıkları için tarihe müdahale edemez, tarihe, kötülükler tarihine maruz kalmaya devam ederler. Statükoyu ve verili olanı içselleştiren toplumların tarihi inşa etmeleri söz konusu olamaz.
İslam dünyası toplumları/kültürleri, mistik, romantik, nostaljik, ahbari bir kültür iklimine kapatıldıkları için, hiç bir zaman gerçek dünyayı doğru göremediler, bu dünyaya “şanlı tarih” retoriği ile cevap vermeye çalıştılar. Bu nedenle de, İslami varoluşu-mevcudiyeti entelektüel anlamda, siyasal anlamda harekete geçirme iradesini kaybettiler. Modern, materyalist bilim ve teknoloji, kalbin ve ahlakın imkânlarını yok eden, insani varoluşla asla bağdaşmayan, dünyayı sömürgeleştiren, dizginlerinden boşanmış, kontrol edilemeyen bir egemenlik biçimi oluşturdu. Bu nedenledir ki, bugün, İslami bağımsızlık/direniş hareketleri karşısında, ideolojik akıl, ırkçı akıl, ideolojik köktencilik, ırkçı köktencilik selim akla ve vicdana yer vermiyor. Hiç bir bilgeliğe ve ahlaki ideale geçit vermeyen ideolojik ve ırkçı köktencilik, Siyonist köktencilik, İslam karşıtı siyasal dayanışmadan cesaret alıyor. İkiyüzlü çifte ahlak çağında, modern seküler dil/söylem, özellikle de İslam ve Müslümanlar söz konusu olduğunda, Filistin’de, Gazze’de uygulanan Siyonist vahşet/katliam/soykırımı hayasızca savunabiliyor. Düşüncesiz ve ruhsuz hedonist bir aklın belirlediği sömürgeci uygarlık ve dünya görüşü, bugün, bütün bir yeryüzünü verebileceğinden çok daha fazlasını vermeye zorluyor. Bu zorlama büyük bir sınırsızlık, küstahlık ve kibir’le sürdürülüyor.
Günümüzde, İslam ülkelerinin İsrail barbarlıkları karşısında sergiledikleri siyasal hiç’lik, edilgenliği hayat tarzına dönüştüren toplumların hamasete sığınmaktan başka yapabilecekleri hiç bir şey olmadığını gösteriyor. Günümüz Türkiye’sinde de yaşandığı üzere, İslam toplumları, ahlaki ve entelektüel yetersizlikleri sebebiyle ideolojik yanılsamaları, romantik/nostaljik yanılsamaları bir türlü aşamıyor. Yakın geçmişte, Türkiye’de, seküler kesimler siyasal karşıtlık ve kamplaşmayı bir kazanç kapısı haline getirmişlerdi, içerisinde bulunduğumuz dönemde de, muhafazakâr/dindar kesimler politik karşıtlık ve ayrıştırmayı, kamplaşmayı politik bir kazanç kapısı haline getirmiş bulunuyor. Bir toplumu, ideolojik/seküler, ya da muhafazakâr/dindar kimi propoganda klişeleri içerisine hapseden politik kadrolar, içerisinde yaşadığımız dönem de somut olarak görülebileceği üzere, büyük insanlık sorunlarını göremiyor, anlayamıyor ve konuşamıyor. Büyük insanlık sorunlarını göremeyen-farkedemeyen seküler ya da muhafazakâr çevreler bugün Türkiye’de yaşandığı üzere, maalesef, her geçen gün daha çok derinleşen ve karşılıklı müzakere-müşavereyi imkânsız kılan karşılıklı bir yabancılaşma içerisinde bulunuyor.
İçerisinde yaşadığımız toplumda bugün, İslami dikkat ve hassasiyetin yerini, yerli-milli bir dikkat ve hassasiyet alıyor. Politik, pragmatik bir muhafazakârlık, İslam’a yönelik bu ilgisizliği-kayıtsızlığı ve sorumsuzluğu içselleştirebiliyor. “Milli çıkar” mülahazaları ikiyüzlü politik tercihler oluşturuyor. Milli çıkar mülahazaları, sözde Gazze direnişini desteklerken, özde İsrail ekonomisine düzenli bir şekilde katkıda bulunmak üzere ekonomik ilişkileri sürdürebiliyor. Bütün ikiyüzlülükler, ahlaki tükenmişliğe, erdem ve onurun hayatımızdan çekildiğine işaret eder. Soykırımcı Siyonist İsrail karşısında, büyük bir siyasal hiçlik sergileyen İslam dünyası ülkeleri, özgür olmadıklarını, bir özgürlük yanılsaması içerisinde olduklarını, özgürlük mücadelesinin Filistin direnişi tarafından sürdürüldüğünü fark etmiyor. Kendilerini İslam’a nisbet ettikleri halde, ulus-devlet gerçekliği sebebiyle, İslami bütünü ve İslami öncelikleri temsil ve tecrübe iradesine sahip olmayan, İslam’ı, milli çıkarlara hizmeti ölçüsünde araçsallaştıran, aziz İslam milletinin izzetini yerle bir eden Siyonist soykırım karşısında etkisiz-işlevsiz-sonuçsuz,-tuhaf-teatral-anlamsız-ucuz protestolarla yetinen, bu protestolar ve boykotlarla halkları aldatan-avutan-yutan, Filistin bağımsızlık mücadelesine kayıtsız kalan İslam dünyası ülkeleri, 75 yıldan bu yana utanç biriktiriyor.
İslam dünyası toplumlarında halklar, kendilerine hitap eden, karizmatik din’i ya da politik liderleri anlamaya çalışmak yerine, onlara tapınmayı etkili bir geleneğe dönüştürdükleri için, tapındıkları figürlerin zaaflarını, ikiyüzlülüklerini, yalanlarını, yolsuzluklarını ve ihanetlerini görmüyor, bu konuda eleştirel sorular sorma ihtiyacı duymuyor, kurtarıcılardan kurtulmayı tahayyül ve tasavvur edemiyor. İslam toplumlarında akletmeye, tefekkür etmeye dayalı varoluşların yerini, propoganda nesnesi haline dönüştürülen varoluşlar aldığı için, bu varoluşlar hiç bir zaman gerçek dünyayı gerçek anlamda görmüyor, anlamıyor, çözümleyemiyor. Işık hızında değişim yaşayan, teknik ütopyaların gerçeğe dönüştüğü, dijital teknolojilerin, dijital kirliliğin bütün toplumları istila ettiği, dijital egemenlik mücadelelerinin etkili hale geldiği, dijital egemenliklerin paradigma değişikliklerine neden olduğu bir dünyada, Müslüman halkların, muhafazakâr romantik propoganda yalanlarıyla kontrol altında tutulabiliyor olması kabul edilemez. Muhafazakâr-romantik propoganda söylemi, her durumda toplumsal şeyleşme ve yabancılaşma durumuyla, kendisini ölçüsüz bir biçimde yücelten bir narsisizm sergileyebiliyor. Kitleler, romantik-muhafazakâr propoganda söylemi yoluyla devlet kutsallarına tâbi kılınınca, kamusal sorumluluk ve kamusal etkinlik diye bir şey kalmıyor. İdeolojik dogmalarla, gelenekçi dogmalar arasında sıkışıp kalan toplumlarda, yeni bir durum-süreç, yeni bir bilinç dönemi başlatılamaz. Yeni bir bilinç dönemi başlatabilmek için, İslam toplumlarını etkisiz kılan gelenekçi yaklaşımlardan derin bir kopuş gerekir.
7 Ekim’de başlayan Filistin-Hamas direnişi karşısında, modern/seküler/kapitalist/liberal Batı dünyasının sahip olduğu istisnasız bütün değerlerin göreceli, ikiyüzlü, tek yönlü ve ırkçı değerler olduğunu, “insan hakları ve özgürlük” gibi kimi klişelerin İslam toplumlarını/halklarını içermediğini, bu nedenle de, Filistin halkına yönelik soykırım sırasında Siyonizm’in yanında hizalandıklarını, bağımsızlıklarını tamamlayamadıkları için her dönemde, bir başka emperyalist gücün vesayetine-himayesine ihtiyaç duyan İslam ülkelerinin, Siyonist vahşet ve barbarlığın Filistin-Gazze halkına karşı sergilediği mutlak kötülükler karşısında siyasal bir yok oluş sürecine girdiklerini, bu durumun, sürekli olarak romantik bir gelecek icat ve imal etmeye çalışan, kendilerinden başka ufukları ve sorumlulukları olmayan ulus-devletlerin Filistin’le ilgili dayanışma söylemlerinin büyük ölçüde bir propoganda dayanışması olduğunu görmek, anlamak gerekir.
Günümüz dünyası toplumlarında, İslam toplumlarında da, anlam ve adalet arayışının yerini, kâr-iktidar ve egemenlik arayışı almıştır. Bu durum İslam dünyası ülkelerinde, İslami bir dünya tasavvur etme bilincine, uğraşlarına, cesaretine gölge düşürüyor. İnsanlığı ideolojik-ırkçı parçalara bölen, mutlak kötülükler ve mutlak kötülükler karşısında sergilenen mutlak teslimiyetçilikler, insanlık karşıtı bir dünya oluşturuyor. Bütün özgün anlamları, bilgelikleri sistematik bir biçimde çarpıtan, kirleten, istismar eden emperyalist-ırkçı düşüncenin küresel tiranlığı karşısında İslami anlamda entelektüel bir özeleştiri-yüzleşme-hesaplaşma bugün hayati önemi olan bir sorumluluk halini almıştır. Ölümcül bir ırkçılığın, hiç bir zaman mahcup olmayan, utanmayan, pişman olmayan, özür dilemeyen İslam karşıtı bir ırkçılık karşısında İslam ülkelerinin, milliyetçi-mezhepçi, milli çıkarcı bencillikleri-patolojileri aşarak İslami bütünlüğü, dayanışmayı gerçekleştirmek suretiyle bu ırkçı kuşatmaya cevap verememesi utanç verici bir konudur. İslam dünyası toplumları etnik bencillikler, mezhep bencillikleri, ulus-devlet bencillikleri gibi dışlayıcı-ötekileştirici patolojiler ve fanatizmlerle malûl bulunduğu için, kapsayıcı-kuşatıcı bir medeniyet bilincini temsil etmek, bu bilinci hayata geçirmek istemiyor.
İçerisinde bulunduğumuz dönemde, Batılı seküler değerler, kavram ve kurumlar doğrultusunda tercihler yapan kimi Müslüman aydınların, düşünürlerin ve ilahiyatçıların, İslam-Batı karşıtlığının bir kurgu olmadığını, bir yanılsama olmadığını ve gerçek olduğunu anlamaları ve tercihlerini yeniden gözden geçirmeleri gerekir. Hamaseti içselleştiren İslam toplumları, Müslüman halklar yüzyıllardır, bu yaklaşımları sebebiyle gerçeği aramaktan imtina ediyor, gerçeği merak etmiyor. Gerçeği aramaktan imtina eden toplumlar, günümüzde, yeni teknolojiler-yapay zekâ yoluyla üretilen sahte içeriklerle, çarpıtılmış ve ısmarlama gerçekliklerle yönlendirilebiliyor, biçimlendirilebiliyor.
Günümüz İslam toplumlarının/kültürlerinin küresel mutlak kötülükler karşısında, neden mutlak bir edilgenlik içerisinde bulunduklarını acımasız bir sorgulama konusu yaparak, bu katlanılamaz konuma bir cevap vermeleri gerekiyor. Bugünün ırkçı dünyasının en kirli yanı, seçici-ırkçı bir adalet anlayışı temelinde hareket ediyor oluşudur. Irkçı bir dünyanın seçici bir adalet anlayışı içerisinde bulunuşu, böyle, hastalıklı bir adalet anlayışını temsil ve tecrübe ediyor oluşu bir şekilde anlaşılabilir bir durumdur. Ancak, kendisini İslam’a nisbet eden toplumlarda, içerisinde yaşadığımız toplumda da seçici adalet uygulamaları maalesef bugün sıradanlaşıyor, savunulabiliyor, bu uygulamalar taraftar bulabiliyor. Partizan çıkarların, toplumsal bütünün çıkarlarından çok daha öncelikli hale gelmiş olması derin bir zihniyet çürümesine işaret eder. Seçici adalet uygulamalarının normal karşılanabildiği, taraftar bulabildiği bir toplumda, bu uygulamaları sorgulamaksızın yaşamaya devam etmek, ahlaki ve entelektüel bir sefalet içerisinde yaşamayı kabul etmek anlamına gelir. Seçici adalet yaklaşımının/zihniyetinin sıradanlaşması, hangi toplumda olursa olsun, kurumlara karşı olan güvensizliği derinleştiriyor.
Bu durum, hangi toplumda olursa olsun, otoriter yönetimlerin işlerini kolaylaştırıyor. Bugün, toplumlarımızda, seçici adalet uygulamalarıyla ilgili olarak, hakikatin/vicdanın yanında olanlarla, hamasi propoganda söyleminin yanında olanlar arasındaki uçurum ne yazık ki derinleşiyor.
Günümüz dünyasının, tarihinin, insanlığının en büyük, en derin, en tehditkâr, en kapsamlı sorunu emperyalizm ve sömürgecilik sorunudur. Emperyalizm ve sömürgecilikle, emperyalizm ve sömürgecilik tarafından icat edilen, yapılandırılan, evrenselleştirilen kurum ve kavramlarla, değer yargılarıyla mücadele edilemez, edilemiyor. Yanlış araçlarla, yöntemlerle, yaklaşımlarla doğru sonuçlar elde edilemediğini görmek/anlamak gerekiyor. Ulus-devlet ve mezhep bencilliklerine dayalı olarak sürdürülen yararcı ve çıkarcı politik tercihler sebebiyle, İslami dayanışmayı gerçekleştiremeyen, gerçekleştirmeyi düşünmeyen İslam dünyası ülkeleri, bu dayanışmasızlığın neden olduğu derin zaaflar sebebiyle varlıklarını emperyalistlerle, sömürgecilerle uzlaşarak, ittifaklar kurarak sürdürmeye çalışıyor. Emperyalist ve sömürgeci siyasal irade ile uzlaşan İslam ülkeleri bu edilgen konumları sebebiyle, sömürgeci kavram ve kurumlarla da uzlaşmış oluyor. Emperyalist/sömürgeci tek yanlılık, ideolojik tek yanlılık, tek yanlı özgürlük ve insan hakları yaklaşımı, 75 yıldan bu yana sömürge olmamak için direnen Filistin halkına, Filistin direnişine yönelik olarak gerçekleştirilen etnik temizlik, soykırım, kitlesel sürgün, mülksüzleştirme ve toplama kampları uygulamalarını sıradanlaştırabiliyor. Kendilerini İslam’a nisbet ettikleri halde İslami dayanışmayı dışlayan İslam ülkeleri, soykırım ve vahşet devleti İsrail karşısında caydırıcı etkisi olabilecek, yaptırım uygulayabilecek bir bağımsızlık iradesine sahip değiller. İslam, günümüzde, yerli-milli, gelenekçi-görenekçi dindarlıklar, mistik/batıni dindarlıkları içselleştiren, meşrulaştıran, bu nedenle de, ortak İslami bilince, imkân ve sorumluluklara yabancılaşan Müslüman kitleler tarafından engelleniyor. Kendilerini yerli-milli çerçevelerle, yaklaşım ve yöntemlerle, şanlı tarih retoriğiyle sınırlandıran bir zihin dünyası 500 yıldan bu yana devam edegelen Avrupamerkezci küreselleşmenin dinamiklerini farkedemiyor, bu dinamiklerle hesaplaşamıyor. (iktibasdergisi)