Din ve akıl
İslam dünyasında ilmi kutsuyoruz ve övüyoruz. Ama aynı zamanda öbür taraftan kendimizi ilmi yererken buluyoruz. Bir taraftan sesimizi yükselterek şöyle haykırıyoruz: “İslam ilim ve akıl dinidir.” Ardından başka bir söylem benimseyip ilmi ve aklı tahkir ederek her ikisini de dışlıyoruz. Sanki ilim ve akıl dinin iki düşmanıymış gibi bu ikisiyle birlikte dine iman etmeyi başaramıyoruz.
Akılcılığın dindışı olduğu savunulacak olsa hemen şu söz sarf edilir: “Din akılla (bilinen bir şey) olsaydı mestlerin üstünü değil altını mesh etmek evla olurdu (çünkü kirlenen mestin altıdır).” Bu şekilde kafa karıştırmanın maksadı düşünmenin ve anlamanın önünü kapatmaktır. Din adına ileri sürülecek akıl dışı söylemleri reddetmenin daha baştan önünü tıkamak için böyle bir yaklaşım benimsenmektedir.
Aynı şekilde bazı kesimler “Allah’ın şeriatı”nı insanları susturma aracı olarak kullanmaktadır. Bunlar, “Biz Allah’ın şeriatını istiyoruz” diyerek insanların sadece dillerini değil akıllarını da susturmak istemektedirler. Elbette hepimiz Allah’a itaat etmeyi ve onun şeriatini benimsemeyi istiyoruz. Ancak hiçbir şüpheye mahal kalmayacak şekilde şu hakikati çok iyi bellemeliyiz: Allah’ın şeriatı toplumda adaleti sağlamaktır.
Meselelerimizi (özgürce) tartışabilmeye ve çoğunluğun görüşünü esas alan şûrâ/istişare yöntemiyle karar almaya başlarsak rüşd (doğruluk ve olgunluk) yoluna girmiş olacağız. Bu meseleyi muğlak bıraktığımız, kararları cumhurun (halkın çoğunluğunun) muvafakati olmaksızın almaya devam ettiğimiz, farklı bakış açılarını dikkate almadığımız, alanının uzmanlarınca değerlendirilmemiş muayyen bir görüşe saplanıp kaldığımız sürece, akla değil kaba gücün zorbalığına, ‘cibt’e ve ‘tağut’a[1] boyun eğmeye devam edeceğiz!
Aklın ve ilmin kaybedilmesi insanın kaybedilmesi anlamına gelmektedir. Bu yüzden günümüz dünyasında İslam âleminin kayıp konumunda olması şaşılacak bir husus değildir. Müslüman dünyasındaki ana akım; Allah’ın âfak ve enfüsteki (dış ve iç âlemdeki) yasalarına uygun davranmak değil atalarımızdan gördüğümüz ve alışageldiğimiz kalıplara körü körüne yapışıp kalmaktır. Belli bir dönemde ortaya çıkan belli bir kavrayışa kutsallık atfettik! Kitab’ın âyetlerinin anlam ve delaletlerini yok saydık. Zira âfak ve enfüs âyetlerini görmezden geldik.
İlim ve akıl kaybedilirse Kur’an artık hiçbir şekilde fayda sağlamaz hale gelir. İşte bu yüzden Allah Rasulü (sas) Ziyad bin Lebid’e şu tepkiyi vermişti: “Anasız kalasın ey Lebid’in oğlu, ben seni Medine’nin en akıllılarından biri sanırdım. Gördüğün gibi Yahudilerle Hıristiyanlar da Tevrat ve İncil’i okumaya devam ediyorlar, ama o ikisinden istifade etmiyorlar.” (Tirmizi, İlim 5).
“Ve onlar, “Eğer biz (bu vahyin uyarılarını) dinlemiş olsaydık veya (en azından) kendi aklımızı kullansaydık, (şimdi) yakıcı ateşe müstehak olanlar arasında bulunmazdık!” diye ekleyecekler.” (Mülk 67:10) âyetinin manasını ne zaman kavrayacağız? Ne zaman bu hayatta (ve ahirette) horlanan zelil kimseler olmaktan kurtulacağız? Allah’ın Elçisi’nin (s) “Senin velisi olup arka çıktığın kimse asla zelil olmaz!” (Ahmed, Müsned 3/249) sözüne ne zaman uyacağız? “Güçsüzlük ve düşkünlükten ötürü herhangi bir yardıma ya da yardımcıya asla ihtiyaç duymayan”ın (İsra 17:111) sadece Allah olduğuna ne zaman iman edeceğiz?
Tüm bu âyetlerin ve hadislerin bizim nezdimizde hiçbir anlamı yoktur! Çünkü biz, Kitab’ın âyetlerine tanıklık eden âfâk ve enfüs âyetlerini (dış ve iç dünya yasalarını) geçersiz saydık! Öncelikle kendimizdeki mevcut durumu değiştirmemiz gerektiğini ne zaman öğreneceğiz? İç ve dış dünya yasalarını ne zaman anlamaya başlayacağız?
Korkarım ki tüm bu hakikatleri çok daha fazla bedel ödedikten ve yaşamakta olduğumuz acılar katmerlendikten sona anlayacağız:
“Gerçek şu ki, haklarında Rablerinin sözü (yargısı) gerçekleşmiş olanlar imana erişemeyeceklerdir. Kendilerine her türlü kanıtlayıcı belge gelse bile, tâ ki (kendilerini bekleyen) o çok can yakıcı azabı gözleriyle görünceye kadar…” (Yunus 10/96-97). “Elbet bunda (Şuayb kıssası) da alınacak bir ders mutlaka vardır; fakat insanların çoğu yine de inanmayacaklardır. Neyse ki senin Rabbin sınırsız rahmet sahibi olan O yüceler yücesidir.” (Şu’arâ 26:190-191).
Çeviri: Fethi Güngör
[1] Yazar ‘cibt ve tağut’ kavramlarıyla şu ayete atıf yapmaktadır: “Kitaptan yararlandırılmış olanları hiç görmedin mi? O putlara ve azgınlara bel bağlamışlardı da ayetleri görmezden gelenleri (kâfirleri) memnun etmek için; “Bunların yolu, inanıp güvenenlerin yolundan daha doğrudur.” diyorlardı.” (Nisa 4:51). (Dirilispostasi)