Aşkın Siyahı Mekke
Bir yer düşünün!.. Dünyanın dört bir yanından insanlar akacak. Milyonlara ev sahipliği yapacak. Sıcak boğacak, kalabalıklar sıkıştıracak. Bütün bunlara rağmen, orada tek bir kötü söze rastlanmayacak ve tek bir kavga yaşanmayacak.
İşte “aşkın siyahının” gücü bu!
Üstelik bu, yaşanan, kimi zaman tüketilen, kimi zaman da bir itiş-kakışa ve düşmanlığa dönüşen bildiğimiz aşklara hiç benzemiyor. Titretiyor insanı, kendinden geçiriyor, sürekli yanına doğru çekiyor…
Hani, elektriğe fişi sokarsın, cereyan gelir ya... Aynen öyle! Bu aşkın sarsıntısı hücrelere kadar hissediliyor. Belki de dünyada, hatta kainatta böyle etkili bir elektrik akımı yok. Aşkın siyahı, işte böyle bir şey!
* * *
Beyaz kefenlere bürünüyorsunuz orada. Üstelik bu kefenler bir son değil; tersine sonsuzluğa giden manevi atmosfere geçişin başlangıcı!
Orada ölümün, ölüm ötesi hayatın bir provası gerçekleştiriliyor! İhramla ölüm yaşanıyor, Arafat’ta diriliş gerçekleşiyor. Bir başka ifade ile hem ölmeden önce ölme bilinci hem de manevi diriliş denilebilir buna!
Herkes, o aşk denizinde bir damla olmanın yarışı içinde!
Bu aşk için gözyaşları, hıçkırıklar birbirine karışıyor. Yalvarışlar, dualar göğe doğru yükseliyor.
Ve dönüyor insanlar…
Evren gibi. Evrendeki en küçük atomdan, en büyük galaksilere varıncaya kadar her şeyin tavaf ettiği, döndüğü gibi!
* * *
Düşünebiliyor musunuz!..
Bir anda, yıllarca hasretini çektiğiniz, yöneldiğiniz sevdiğinizle aranızdaki binlerce kilometrelik mesafe kalkıyor. Karşı karşıya kalıyorsunuz onunla. Vuslat gerçekleşiyor. Artık birliktesiniz. Dönüyorsunuz etrafında. Tıpkı bir pervane gibi!
Gözlerinizle O’nu doya doya seyrediyorsunuz. Biraz çaba göstermeniz gerekiyor ama dokunabiliyorsunuz, sarılıyorsunuz, öpebiliyorsunuz.
Ve hıçkıra hıçkıra ağlayabiliyorsunuz.
Ağladıkça açılıyor, rahatlıyorsunuz; ağladıkça O’na daha fazla bağlanıyorsunuz. “Aşkın Siyahı” bu işte.
Çok zor anlatmak; yaşamak gerek.
* * *
Dilini hiç bilmediğiniz insanlarla aynı lisanı konuşuyorsunuz orada. Hiç tanımadığınız, belki de dünyanın bir başka köşesindeki bir başka âşıkla omuz omuza veriyorsunuz. Kadın, erkek fark etmiyor. Beyaz, sarı ve siyah olması sonucu değiştirmiyor. Renkler dönüyor orada, kalpler birleşiyor.
Hep aynı tablo:
Sevgiliye elini süren zangır zangır titremeye başlıyor. Yapışıyor, bırakmak istemiyor. İnsan dalgaları vuruyor ama o kayaya yapışmış bir yosundan farksız. Direniyor bütün dalgalara. Sonra, kesik soluklarla bir şeyler mırıldanıyor. Hatta bağırıyor, sesini daha fazla duyurmak istiyor. Sonra vücut dili devreye giriyor. Döküyor bütün içini, akıtıyor yıllardır biriktirdiği gözyaşlarını.
* * *
O “aşkın siyahının” adı Kâbe…
Taş, ama pek çok gönülden daha sıcak! Duruyor, kıpırdamıyor, ama sizi dilediğiniz yere doğru götürüyor! Elini dokunan bir başka yolculuğa çıkıyor!
Diğer dünyevi aşklar, hırslar, ihtiraslar küçülüyor orada. Gerçek aşk ortaya çıkıyor; büyüyor, büyüyor, büyüyor…
Makam, mevki ve imtiyazlar geride, arkada kalıyor.
Sonsuzluğa, sonsuzluğun sahibine, manevi atmosfere yolculuk başlıyor. Her türlü şehevi arzular kayboluyor, günah, kötülük ve suçlar sırra kadem basıyor. Kavga, tartışma, itişip-kakışma akla bile gelmiyor.
* * *
Rabbim çağırıyor, siz gidiyorsunuz…
O aşk titretiyor insanı, kendi kendini sorgulamaya yöneltiyor. Oradasınız ama hangi yüzle, hangi birikim, geçmiş ve sermaye ile?
Aşkın siyahı işte bu!..
Dedim ya, yaşamak lazım. Çünkü “aşkın siyahının” gücü, bütün sevdaları geride bırakıyor!
(Akşam)